- Katılım
- 13 Şub 2021
- Konular
- 61
- Mesajlar
- 4,873
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 415
- Puanları
- 83
- Yaş
- 53
- Konum
- Türkiye
- Web sitesi
- tarihbilinci.com
- Meslek - Branş
- Tarih Öğretmeni
Yazarın son konuları
T.C İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük – 12 Proje Konuları
11.Sınıf Tarih Proje Konuları
10.Sınıf Tarih Proje Konuları
9.Sınıf Tarih Proje Konuları
Dosya indirmek için şartlarımız !
2024 Yılı Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Öğretmen Atamasına İlişkin Kılavuz
Etkisiz Üye !
İstekleriniz, önerileriniz ve teşekkürleriniz
Yeni Müfredatta "Tarih" Eğitiminde Köklü Değişiklik
Turist Rehberliği Meslek Kanunu ile Seyahat Acentaları ve Seyahat Acentaları Birliği Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
11.Sınıf Tarih Proje Konuları
10.Sınıf Tarih Proje Konuları
9.Sınıf Tarih Proje Konuları
Dosya indirmek için şartlarımız !
2024 Yılı Millî Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Program ve Proje Uygulayan Eğitim Kurumlarına Öğretmen Atamasına İlişkin Kılavuz
Etkisiz Üye !
İstekleriniz, önerileriniz ve teşekkürleriniz
Yeni Müfredatta "Tarih" Eğitiminde Köklü Değişiklik
Turist Rehberliği Meslek Kanunu ile Seyahat Acentaları ve Seyahat Acentaları Birliği Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
ASKERÎ TEŞKİLÂT
I — İlk Osmanlı Askeri Teşkilâtı
Osmanlı askerî teşkilâtı Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Memlûk askerî teşkilâtlarına benzer özellikler göstermektedir. Genel mânâsiyle merkeze bağlı her bey kendisine bağlı aşiret kuvvetleriyle savaşa iştirak etmiştir. Kuruluşta bu sebeple ilk fetihler, beyliğe tâbi aşiret kuvvetleri ile yapılmıştır. Bu birlikler atlı olmaları sebebiyle kale muhasaralarında fazla tesirli olamamıştır ve dolayısıyla fetihlerde gecikmeler olmuştur. Bu sebeple devamlı savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin teşkili zarureti doğmuştur. Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine yaya ve atlı askerine müsellem adı verilmiştir. İlk teşkilât fikrini ortaya atan Çandarlı Halil Paşa ile Alâeddin Paşa tarafından yapılarak, savaşabilecek güçlü-kuvvetli il eri olan Türk gençlerinden atlı ve yaya olarak önce biner kişilik birlikler kuruldu. Bunlara savaş zamanında önce birer, daha sonra ikişer akça gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda ise ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi ve vergiden muaf tutuldu.
Yaya askerler onar ve yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı; on kişilik guruplar onbaşı, yüz kişilik guruplar yüzbaşı, bin kişilik birlikler ise binbaşı ismiyle subayların kumandasına verildi. Müsellem denilen atlı askerlerden ise her otuz neferi bir ocak itibar olundu. Bu askerî birlik Kapıkulu ocaklarının kuruluşuna kadar bizzat savaşlarda kullanıldı; bu ocağın teşkilinden sonra ise Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlar'ın da katılmasıyla Osmanlı Devleti'nin geri hizmet sınıfını oluşturdu. Bu sınıf köprü yapımı, yol inşaatı, kale tamiri ve yapımı, hendek kazımı gibi işlerde kullanılmıştır.
II - Kapıkulu Askerleri
Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca daimî bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç doğmuş, bu da savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocuklarının kısa bir müddet Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirilmesiyle karşılanmıştır. İşte bu teşkilât Kapıkulu ocağının çekirdeğini teşkil etmiştir. Acemi Ocağı ile yeniçeri ocağı teşkilâtları I. Sultan Murat zamanında Kadı asker Çandarlı Halil ile Konyalı Rüstem'in tavsiyeleriyle kurulmuştur. Neşrî'de kaydedildiğine göre Çandarlı Hayreddin Paşa, savaşta elde edilen esirlerden “bunları Türk'e virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getürelüm Yiniçeri olsunlar” diyerek bu teşkilâtın kurulmasında önemli ölçüde rol oynamıştır. Kapıkulu ocağı merkez askerî teşkilât içinde yer almakta olup, altı kısımdan müteşekkildi.
1- Acemi Ocağı
Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kurulmuş bulunan Acemi ocağı kadıasker Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Molla Rüstem'in çalışmaları sonucu ilk olarak Gelibolu'da vücuda getirilmiştir. Daha Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında, bizzat kendisi tarafından savaşta esir alınan Hıristiyan çocuklarının kısa bir eğitimden geçtikten sonra iki akçe yevmiye ile Yeniçeri olarak savaşa gönderildikleri görülmektedir. Ancak onun ölümünden sonra bu usul savaş esirlerinin önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde birer akçe gündelik ile beş-on yıl çalıştıktan sonra yeniçeri olmaları şekline dönüşmüştür.
Donanma hizmetinde kullanılan bu esirlerden başka bir kısmı da Anadolu'da Türk çiftçilerinin yanına verilip Türkleştirilerek yeniçeri yapıldı. Böylece Gelibolu'da kurulan bu ilk Acemi Ocağı genişletildi. Bu ocağın en büyük subayı Gelibolu Ağası olarak adlandırıldı.
Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Bunlardan biri savaşlarda elde edilen erkek esirlerin beşte birinden (pençik), diğeri ise Osmanlı tebaası Hıristiyan çocuklarından. Bunlardan savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alınmasıyla ilgili Pençik kanunu tertip edilmişti. Bu sebeple alınan esir oğlanlara Pençik oğlanı adı verilmiştir. Pençik oğlanlarının önemli bir kısmı akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akın sonucu elde edilirdi. Bu elde edilen esirler Pençikçi denilen memur tarafından tespit edilir bunlardan on ilâ onyedi yaşları arasında erkek esirlerden vücutça kusursuz ve sağlam olanlar devletçe üçyüz akça karşılığı satın alınırdı. Onsekiz yaşındakiler ve hatta daha büyüklerinden münasip olanlar da alınabilirdi. Böylece Acemi ocağına ilk efrat Pençik kanunu ile toplanmıştır. Bu usulün tesisinde önemli yeri olan Kara Rüstem ise Gelibolu'da Pençik resmini toplamakla vazifelendirildi.
Pençik kanunu daha sonra daha teferruatlı şekle getirildi. Acemiliğe alınmayanlar şirhor (meme emen), beççe (3 yaşından sekiz yaşma kadar, yavru), gulâmçe (sekizden oniki yaşına kadar küçük çocuk), gulâm (bulûğa ermiş çocuk), sakallı (traşı gelmiş olanlar) ve pir (ihtiyar) gibi isimler altında bir takım sınıflara ayrıldı ve buna göre vergi alındı. Başlangıçta Acemi ocağına alınan esirlerin yaşlarına dikkat edilmezken daha sonra on ile yirmi yaşları arasındaki çocukların alınması kanun oldu. Diğer taraftan Pençik oğlanlarının Anadolu'ya gönderilerek az bir bedel karşılığında Türk çiftçilerinin hizmetlerine verilmesi kararlaştırıldı. Böylece Türk-İslâm terbiyesi alıp, Türkçeyi öğrenmeleri sağlanmış oldu ve daha emniyetli şekilde hizmet edeceği düşünüldü. Aynı usul daha sonra devşirmelere de tatbik olunmuştur
Pençik oğlanlarının Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanına verilmesi onların aradaki deniz dolayısıyla kaçamayacaklarının düşünülmüş olmasından ileri gelmiştir. Bununla beraber zaman zaman yine Avrupa'ya esir çocukların kaçtıkları görülmüştür. Türk çiftçisine esir verilmesi kanununun Sırpsındığı savaşından sonra konulduğu kaynaklarda yer almaktadır. Bununla birlikte Kavânîn-i Yeniçeriyân'da bu usulün İstanbul'un fethinden sonra olduğu belirtilmektedir.
Türk çiftçileri yanında yetiştirilen pençik oğlanları birer akça yevmiye ile Acemi Ocağı'na, Gelibolu'daki gemi hizmetine v.s. verildikten sonra buradan “kapuya çıkma” veya “bedergâh” ismiyle Yeniçeri Ocağı'na kaydedilirlerdi. Esir ve devşirmeler XV. asır ortalarından itibaren Rumeli'deki çiftçilerin yanına da verilmeye başlanmıştır. Bunlardan Anadolu'dakilerin kontrolü Anadolu Ağası Rumeli'dekilerin de Rumeli Ağası denilen bir çeşit zabıta memurlarına verilmişti.
Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonra ihtiyaç nispetinde genişletildi. Fetih hareketlerinin genişlemesi dolayısıyla askere duyulan ihtiyaç ve bazı siyasî olaylar Pençik oğlanından başka Devşirme ismiyle Rumeli tarafından ocağa çocuk toplanmasını gerekli kıldı, özellikle Ankara savaşından sonra iç karışıklıklar ve fetihlerin durması sonucu esir elde edilememesi üzerine, daha önce Türk-İslâm devletlerinde tatbik edilmemiş olan bir usulle Hıristiyan tebaa çocuklarından sadece bir tanesinin alınması kararlaştırıldı. Bunun için bir Devşirme Kanunu çıkarıldı. Bu kanun çerçevesinde lüzum ve ihtiyaca göre üç-beş senede ve bazen daha da uzun bir müddette Hıristiyanlardan sekiz ilâ duruma göre yirmi yaş arasında sıhhatli ve kuvvetlilerinden Acemi oğlanı alınmaya başlandı. İlk önceleri Rumeli tarafında Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan daha sonra ise Sırbistan, Bosna- Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandı. Bu durum XV. asır sonları ve XVI. asır başlarından itibaren Anadolu'ya da şamil olmuş, XVII. asırda ise bütün imparatorluğu içine almıştır.
Devşirme işinden birinci derecede Yeniçeri Ağası sorumluydu. Devşirilenlerin bütün işleri ağa tarafından kontrol edildikten başka, Acemi Ocağı'na alınacak çocukların miktarı da onun tezkeresiyle olurdu. Devşirmeye gidecek ocak ağalarını da o seçer, devşirme yapılacak bölgelere memurlar sevk edilerek, sancakbeyleri, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla devşirme gerçekleştirilirdi.
Devşirme memuru vazifesinde tamamen serbestti. Kendisi itimat edilir kişilerden seçilirdi. Elinde bulunan ferman çerçevesinde kazalara göre tespit edilmiş miktarda çocuk devşirirdi. Her kırk hanede bir oğlan devşirmek kanundu. Devşirme yapılacak yerde bütün görevliler ile o bölgenin papazları ve çocukların babaları hazır bulunur, herhangi bir suiistimal olmaması için vaftiz defterlerindeki kayıtlara bakılarak karar verilirdi. Devşirme olarak alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının isimleri, doğum tarihi, eşkâli bir deftere yazılırdı. Bir aileden bir çocuk alınır, tek çocuğu olanlardan ise devşirme alınmazdı. Ticaretle meşgul olduklarından Yahudilerden devşirme alınmazdı. Buna mukabil asil ailelerin çocuğunun alınmasına dikkat edilirdi. İyi terbiye göremeyeceği gerekçesiyle anası ve babası ölmüş çocuklarla, şımarık olur düşüncesiyle köy kethüdasının oğlu devşirilmezdi. Ayrıca Türkçe bilenler, çoban çocukları, kel, uzun ve kısa boylu olanların alınmaması kanundu. Poturoğulları denilen Bosna Müslümanlarından ise devşirme alınmasına müsaade edilmişti. Devşirilen çocuklara kırmızı yırtmaçlı muvahhidi aba ve başlarına da kırmızı keçeden külah giydirilirdi.
Devşirilen çocuklar “sürü” denilen yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla kişilik kafileler halinde “sürücü” denilen devşirme memurlarının ve muhafızların nezaretinde hükümet merkezine sevk edilirdi. İstanbul'a getirilen devşirme çocuklar ancak muayene edildikten sonra kendilerine Acemi oğlanı ismi verilirdi.
İstanbul'a gelen sürüler iki-üç gün istirahatten sonra sağ ellerinin şahadet parmağı kaldırılarak kelime-i şahadet getirtilip Müslüman olurlardı. Daha sonra Yeniçeri ağasının huzurunda kontrolden geçen devşirmeler Eşkâl Defterlerine kaydedilir ve sünnet edilirdi. Bundan sonra ise bir kısmı saraya, bir kısmı Bostancı ocağına verilir, kalanlar da Anadolu ve Rumeli ağalan vasıtasıyla geçici bir zaman için Türk köylülerine satılırdı. Bunların toplandıkları bölge dışına verilmeleri âdetti. Bu sebeple Rumeli'den devşirilenler Anadolu'ya, Anadolu'dan devşirilenler ise Rumeli'ye verilirlerdi. Böylece aradaki deniz dolayısıyla kaçmalarına mani olunmaya çalışılırdı.
Türk köylülerinin yanında en az üç, en fazla sekiz sene gerekli ölçüde eğitilen acemi oğlanları, Gelibolu ve İstanbul'daki Acemi Ocaklarına sevk edilirlerdi. Acemi oğlanlara sivri uçlu serpuş adı verilen şapka giydirilmesi kabul edilmişti. Ocağa önceleri Acemi Ocağı Ağası ismi verilen 25 akça ulufe ile biri kumandan olarak tayin edilmişti. İstanbul'un fethinden sonra ise ocağın burada kurulması üzerine Gelibolu Ağası denilen bir başağa ve emrine sekiz çorbacı, yani bölük kumandanı verildi. Bunların oda denilen kışlaları Şehzadebaşı ile Vezneciler arasında bulunmakta idi. Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört-beşyüz kadarken, İstanbul'daki ocağının mevcudu Fatih dönemi ortalarında üçbin kadardı.
Acemi Ocağı efradına ulufe denilen maaş verilirdi. Bunların maaş işleri Yeniçeriler gibi Piyade mukabelecisi tarafından görülürdü. Acemilere bir, iki veya iki buçuk akçe yevmiye verilirdi. Bunun haricinde âdet-i zerpul adıyla pabuç akçesi alırlardı. Acemi oğlanlara bundan başka senede iki kat elbise ile Fâtih devrinden itibaren kıdemlilerine kaputluk, yağmurluk ve şalvarlık çuha ile sarı veya kırmızı renkte iki adet gömlek tahsis edilirdi.
Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin Yeniçeri Ocağına kayıt ve kabullerine Çıkma veya Kapıya Çıkma (bedergâh) adı verilirdi. Bunların kapıya çıkmaları her zaman uyulmamakla birlikte sekiz yıldı. Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve Yeniçeri ağasına sunulurdu. Acemiler kapıya çıkarlarken ikişer akçe ulufe ile defterlere kaydedilirlerdi. Kapıya yeni çıkmış olanlara ise düzen akçesi ismiyle ikişer altın verilmesi kanundu. Acemi Ocağından Yeniçeri Ocağına geçenler odalara ayrılır, bir kısmı Bostancı ocağına ve diğer hizmetlere verilirdi.
2 - Yeniçeri Ocağı
Bizzat padişahın hizmetine ait yaya kuvvetlerinden olan Yeniçeri Ocağı'nın I. Murat zamanında 1362'de kurulduğu kuvvetle muhtemeldir. Ocağın tertibinde Selçuklu ve Memlûklar örnek alınmıştır. Kavânîn-i Yeniçeriyân'da belirtildiği üzere Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa tarafından savaşta elde edilen esirlerden devlete verilen beşte biri, bir müddet eğitildikten sonra ihtiyaç çerçevesinde iki akçe yevmiye ile yeniçeri yapılmaktaydı. Ancak bu usûlün mahzurlu bulunması üzerine daha sonra Gelibolu Acemi Ocağı'nda yetiştirilen efrat Yeniçeri Ocağı'na alınmaya başlanmıştır. Bu ocağın da kurulmasında Çandarlı Kara Halil ile Kara Rüstem'in büyük rolü olmuştur.
Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin kadar yeniçeri alınmış ve bunların her yüz kişisine kumandan olarak Türkler'den meydana getirilen yaya askeri usulüne uygun olarak bir Yayabaşı tayin edilmiştir. Ocak XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken, Fâtih Sultan Mehmet zamanından itibaren sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf haline gelmiştir. XVI. asır başlarında ise Ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha teşekkül etmiştir. Bütün yeniçeri bölüklerinin mevcutları XV. yüzyıl ortalarına kadar aşağı yukarı onbin kadardı.
Yeniçeriler başlarına börk ismi verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih Kanunnamesi’nde yeniçeri taifesine her yıl beşer zira' lacivert çuka ve otuz iki akçe “yaka akçesi” ile her birine başına sarmağa altışar zira' astar verilmesi hükmü konmuştur.
Yeniçeri Ocağı'nın en büyük kumandanı Yeniçeri Ağası olup bundan sonra sırasıyla Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zağarcibaşı, Seksoncubaşı, Turnacıbaşı, Başçavuş ve Muhzır Ağa ocağın en büyük ağalarıydı. Bunlardan Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan 1451 senesine kadar ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte bu kanun daha sonra değiştirilmiş ve tamamen ocak dışından kişiler ağa tayin olunmaya başlanmıştır.
Yeniçeri Ağası Yeniçeri Ocağı'yla Acemi Ocağı işlerinden sorumlu bulunmaktaydı. Ayrıca İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir, beraberinde bulunan bir heyetle kol dolaşıp asayişi temin ederdi. Bu bakımdan hükümdarlar bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına itina göstermişlerdir.
Kanunnamelere göre Yeniçeri Ağası'na önceleri dört yüz elli akçe yevmiye tahsis edilmişken, daha sonra bu beş yüz akçeye çıkarılmıştır. Ayrıca her yıl Koyun Emini'nden sekizbin kuruş geliri vardı. Bunun haricinde arpalık olarak Tuna yalısında ellibin akçelik bir de serbest zeamet bağlanmıştı. Yeniçeri hazinesinin üçte biri de ağanın gelirleri arasındaydı. Öte yandan üç senede bir padişahın has ahırından bir at verilmesi kanundu. Eğer Yeniçeri Ağası sancağa çıkacak olursa dörtyüzotuzbin akçe ile verilmesi hükmü konmuştu.
Yeniçeri Ağası padişahın cuma namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle beraber selâmlıkta bulunurlardı. Sefer sırasında da padişahın koruyucusu ve has askeriydiler. Sefere ağalığa ait iki tuğ ile beyaz bir sancakla iştirak ederdi. Kendisi seferdeyken yerine sekbanbaşı bakardı. Bununla birlikte bazen ağalardan biri de vekâlet edebilirdi.
Yeniçeri Ağası ocakla ilgili işleri görmek üzere Ağa divanı adı verilen bir divan kurar ve ocakla ilgili davaları dinlerdi. Yeniçeri Ağaları ayrıca Yeniçeri kâtibi hariç diğer bütün ocak ağalarının azil ve tayinleri kendisinin sadrazama arzıyla olurdu. Yeniçeri ağalarının terfileri halinde onaltıncı asır sonlarına kadar genellikle Beylerbeyi veya Kaptan-ı derya olurlardı. Ağalar derece itibariyle sancakbeyi düzeyindeydiler, azledikleri vakit maaşları karşılığı haslarla sancakbeyliğine tayin edilirlerdi. Yeni ağa tayin edilen kişi eğer vezir payesine sahipse padişahın huzurunda kendisine hilat giydirilirdi. Ağaların tayin ve azilleri XVI. yüzyılın sonlarına kadar hükümdara ait olup bundan sonra bu yetki veziriazama bırakılmıştır.
Yeniçerilerin XV. yüzyıl ortalarına kadar mevcutları onbin, Kanuni'nin vefatı sırasında da oniki bin dolaylarında idi. Hâlbuki bu sayı XVI. yüzyılın sonlarında yirmi yedi bine, XVII. yüzyıl başlarında da otuz yedi bine çıkmış, asrın ortalarında kırkaltıbini geçmiştir. Hatta bir ara asrın ortalarında seksen bini geçmiş, Karlofça Antlaşması sırasında da yetmişbin civarında olmuştur.
Yeniçeri ocağı XVI. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı ordusunun talimli, mükemmel bir yaya kuvveti iken, bu tarihten itibaren bozulmaya başlamıştır. Yeniçeri ocağının bozulmaya başlaması III. Murat devrinde başlayıp, bu hükümdar zamanında devşirme kanununa aykırı olarak ocağa yabancı kişiler kaydedilmiştir. Böylece talimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilât, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almış ve bu sebeple II. Mahmut devrinde 15 Haziran 1826'da kaldırılmıştır. Osmanlı tarihlerinde bu hadise Vak'a-Hayriye olarak adlandırılır.
3 - Cebeci Ocağı
Yeniçerilere ait ok, yay, kılıç, tüfek, kazma, kürek, barut, kurşun, zırh, tolga, harbe ve bunun gibi savaş aletlerini tedarik etmekle vazifeli idiler. Bunlar savaş zamanlarında silahlan yeniçerilere dağıtır ve savaş sonunda toplayarak bozukları tamir eder ve noksanlarını tamamlayarak saklardı. Orta denilen çeşitli bölüklere ayrılmış bulunan Cebeci Ocağı'nın en büyük kumandanı Cebecibaşı olup bundan sonra kıdem itibariyle ocak kethüdası gelirdi. Cebecilerin elli akçe yevmiyeleri vardı. Cebeci Ocağı içerisinde ayrıca Humbaracı ve Lâğımcı bölükleri de yer almakta idi ki, bunlar, genellikle kale kuşatmalarında önemli bir yere sahipti. XVI. yüzyıl ortalarında mevcutları beş yüz kadar olup, efradı Acemi Ocağı'ndan tedarik edilirdi.
4 -Topçu Ocağı
Top dökmek, top mermisi yapmak ve top atmak için teşkil edilmiş olan bu ocak, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandır. Osmanlı ordusunda ilk top I. Murat zamanında 1389'da Kosova'da kullanılmıştır. Yıldırım Bâyezid tarafından da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kuşatmasında top kullanılmıştır. Buna rağmen, ocak bilhassa Fatih Sultan Mehmet devrinde gelişmiştir. Toplar sadece devlet merkezinde dökülmez, kuşatılan kalenin hemen yanında da dökülürdü.
Topçu ocağının en büyük idarecisi Topçubaşı olup, bundan sonra kethüda ve dökücübaşı gelirdi. Efradı Acemi ocağından karşılanan bu ocağın XVI. yüzyıl başlarında mevcudu 1204 civarında idi. Topçubaşı'nın elli akçe yevmiyesi vardı.
5 - Top Arabacıları Ocağı
Osmanlılar'ın ilk devirlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. XV. yüzyıldan sonra topçuluğun önemli ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük toplar dökülmesinden sonra yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa götürmeye başladılar. Böylece bir top arabacıları ocağı kuruldu. Topların nakli için gerekli top arabaları topların ağırlıklarına ve şekline göre yapılırdı. En büyük zabiti “arabacıbaşı” idi. Top Arabacıları Ocağı'na da gerekli eleman Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Ocağa ait kışlanın Tophane, Ahırkapı veya Şehremini taraflarında olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.
6- Kapıkulu Süvarileri
Bunlar sarayın Enderun kısmıyla dış saraylardaki içoğlanları ve Yeniçeri Ocağı'ndan terfi edenlerden teşkil edilmişti. Yeniçeri Ocağı'ndan ocağa alınanlar için “bölüğe çıkmak” tabiri kullanılırdı. Bu ocak, Türk olan tımarlı süvariden ayırdedilrnek için Kapıkulu süvarisi veya “Bölük halkı” olarak adlandırıldığı gibi sadece “Sipah” şeklinde de anılmıştır.
Kapıkulu süvarileri ocağının en itibarlısı Sipah Bölüğü (kırmızı bayrak) idi. İlk zamanlarda buraya nüfuzlu devlet adamlarının ve kumandanların çocukları alınırdı . Kanunnâmeye göre bu ocak Timurtaş Paşa'nın tavsiyesiyle I. Murat zamanında sipah ve silahdar isimleriyle iki bölük olarak teşkil edilmiş, daha sonra bu iki bölüğe sağ ve sol ulûfeci (Ulûfeciyân-ı yemin ve Ulûfeciyân-ı yesar) ile sağ ve sol garibler (Gurabâ-i yemin ve Gurabâ-i yesar) ismi verilen dört bölük daha ilâve olunmuştur . Silahdar Bölüğü (sarı bayrak) ise önceleri Harem-i Hümâyun'dan çıkan iç oğlanlarından teşekkül etmekteydi. Sonraları bu bölüğe Galatasarayı, İbrahim Paşa ve Edirne Sarayı'ndan çıkanlar ile “Veledeş” denilen süvari çocuklarından da alındı. Savaş zamanında sipah padişahın sağında, silahtarlar solunda; sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarın solunda da sol ulûfeciler yürüyüp, bunların sağında sağ garipler, solunda sol garipler yer alırdı.
Sipah ve silahdarlar savaş esnasında padişahın çadırını, ulûfeciler gerek savaş ve gerekse konak yerlerinde saltanat sancaklarını, garipler ise ordu ağırlıklarını ve hazineyi muhafaza ederlerdi. Sipah bölüklerinin sefer sırasında vazifelerinden biri de ordunun geçeceği yerlere “sancak tepesi” denilen tepeler tespit ederek güzergâhı göstermek, ayrıca cephede siper kazdırmak idi. Ocak efradının silahları ise ok, yay, kalkan, harbe veya mızrak, balta, pala ile eğere takılmış bozdoğan ismi verilen ağaç bir topuz ve “gaddare” denilen geniş yüzlü kısa bir tür kılıçtı.
Her bölüğün ayrı ağası bulunan Kapıkulu süvarilerinin mevcudu XV. yüzyıl ortalarında sekizbin kadardı. Daha sonra sayıları artmışsa da Kaptan-ı derya Kara Murat Paşa zamanında mevcutları onbeşbine indirilmiştir.
Kapıkulu süvarilerinin tamamı atları ve maiyetleri sebebiyle İstanbul'da bulunmazlar, Edirne, Bursa ve havalisinde oturup, sefer esnasında orduya katılırlardı. İstanbul'dakiler Süleymaniye ve Çemberlitaş taraflarında oturmaktaydılar.
III — Eyalet Askerî Teşkilâtı
Osmanlı Devleti'nin eyalet kuvvetleri ilk zamanlarda timarlı sipahi, azab ve akıncılardan ibaret olup, bunların XV. yüzyıl ortalarıyla XVI. yüzyıl ortalarına kadar tımarlı sipahi, yaya, müsellem, cerahor, canbaz, tatarlar, akıncılar, yörükler, deliler, azablar, gönüllü ve beşliler olarak teşkilatlandırılmışlardı.
1 — Tımarlı Sipahiler
Osmanlı Devleti'nin en önemli askerî kuvveti olan ve imparatorluk haline gelmesinde başlıca rolü oynayan topraklı veya tımarlı süvari teşkilâtı, daha önceki Türk-İslâm devletlerinde de kurulmuş olup, Osmanlılar bunu daha da geliştirmişler, dirlik sahipleri kendilerine bırakılmış olan toprak mukabili devletin muhafazasını üzerlerine almışlardır. Nitekim devletin asker ihtiyacı kendilerine timar vermek vaadiyle halk arasından karşılanmıştır. Böyle bir durum II. Bayezid zamanında Kili ve Akkerman seferleri sırasında görülmektedir. 1484 yılında çıkarılan bir emirde: “Gazadan ve cihaddan sefâlu ve yarar yoldaş olup yoldaşlığı ile timar almak isteyenlerden âlât-ı harbleriyle gelüp” bu sefere katılmaları ve bunların türlü şekilde mükâfatlandırılacağı, “tımara talip olanlara tımardan ve dirlikten himmet ve inayet” edileceği ilân olunmuştu. Bu hizmeti karşılığı Timarlı sipahinin veya süvarinin reayadan almış olduğu öşür ve resme, “dirlik», sipahinin kendisine de «Sâhib-i arz» denilirdi.
Timarlı sipahilerin senelik gelirleri 1.000 ilâ 19.999 akça arasında olurdu. Bundan yukarı timar olmazdı. Timar sahipleri kendilerine tahsis edilen dirliğin geliri karşılığında askerî vazife görürler ve sefere giderlerdi. Yani devlet, reaya denilen halktan her sene alacağı öşrü bizzat kendisi tahsil etmeyerek, onu askerî hizmet mukabili timarlı sipahiye tahsis etmişti. Timarlı sipahi aldığı bu resim ve öşür karşılığında savaş zamanında Umarının azlığı veya çokluğuna göre, ya yalnız veya “cebelü” denilen tam techizatlı bir veyahut birkaç silahlı ve zırhlı süvari ile savaşa gitmekteydi. Bu miktar timar topraklarda her üçbin akça için, zeamet ve has topraklarda ise her beşbin akça için bir cebelü götürülmesi şeklindeydi. Timar topraklarda ilk üçbin akça timar sahibi için ayrılır, buna da kılıç tabir olunurdu.
Cebelüler genellikle Anadolu gençlerinden teşkil edilmekle beraber, o sipahinin para ile aldığı veya savaşlarda esir etmiş olduğu kimselerden de olurdu. Cebelünün bütün masrafı sahib-i arz'a aitti. Mazeretsiz savaşa gitmeyenlerin toprakları ellerinden alınır, başarı gösterenlere ise zam yapılırdı. Sipahi kendi bölgesinde veya bağlı bulunduğu sancak dâhilinde oturmak mecburiyetindeydi.
Timarlı sipahiler her sancakta bir kısım bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün “subaşı” denilen çeribaşıları ile bayrakdar ve çavuşları vardı. Timarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin kumandası altında bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileriyle beraber kendi sancakbeylerinin, onlar da eyâlet valisi olan beylerbeyilerinin kumandası altında sefere giderlerdi. Timarlı sipahilerin iyi atları, kılıçları, kargı, kalkan ve oklarıyla başlarında miğfer ve üstlerinde zırhları bulunurdu. Savaş esnasında ordunun sağ ve solunda kanatlan teşkil ederek hilâl şeklinde merkezi yandan gelecek saldırılara karşı muhafaza ederlerdi. Savaşta ölen sipahinin çocukları devlet tarafından himaye edilir ve çocuklarından birine dört bin ikincisine üçbin akçe timar bağlanırdı. Evinde ölen sipahinin çocuklarına ise üç ilâ ikibin akçelik timar verilirdi.
Timarlı sipahi sayısı hakkında yapılan araştırmalardan anlaşıldığına göre II. Bâyezid devrinde (1481–1512) sadece 17 sancaklık Anadolu Eyâleti'nde 103'ü zeamet, 7.500'u sipahi olmak üzere toplam 7.603 timar sahibi bulunmakta idi. Bunların emrinde ise 5.372 cebelü vardı. Dolayısıyla bir savaş esnasında Anadolu Beylerbeyisinin emrinde mevcutları 12.975'e varan bir askerî kuvvet teşkil edilmekteydi. Bu sayı XVI. yüzyılın sonlarında kırkbinin üzerine çıkmıştır.
Bu atlı askerler Kanunî Sultan Süleyman'ın son zamanlarına kadar devletin en önde gelen askerî kuvvetini oluştururken, bilhassa XVI. yüzyılın sonlarından itibaren, bu ocağın içine de gerek rüşvetle, gerekse kanuna aykırı olarak yabancıların sokulması bozulmasına sebep olmuştur. Ayrıca, babaları ölen yetimlerin timarlarının başkalarına verilmesi, hile ile berat tevcih ettirilmesi, boş kalan timarların asıl sahipleri olan askerlere verilmeyerek saray cüceleri, soytarı ve dilsizlerine verilmesi de etkili olmuştur. Nitekim bu sebepten, yalnız Rumeli'de mükemmel teçhiz edilmiş kırkbin atlı çıkaran timarlı sipahiler, ancak sekizbin süvari çıkarır hale gelmiştir.
XVII. asır ortalarından itibaren hizmet bölüklerinin kaldırılması üzerine timarlı sipahiler geri hizmetlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu da ocağın yıkılışında ikinci darbe olmuştur. Timarlı sipahi askerinin azalması neticesinde ise valiler kapılarında besledikleri derme-çatma levent, sarıca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalışmışlardır. Bu ise devletin başına büyük gaileler açan celâli denilen eşkıyalar gurubunun ortaya çıkması ile neticelenmiştir.
2 - Geri Hizmet Kıtaları
Osmanlı askerî teşkilâtında ilk muntazam askerler olarak teşkil edilen yayalar ve müsellemler XV. yüzyıl ortalarına doğru savaştan çekilerek geri hizmetinde kullanılmışlardır. Yayalar önceleri Anadolu'nun tespit edilen bazı sancaklarından toplanmakta ve piyade olarak kullanılmaktaydı ki, Rumeli'de bunlar yörük olarak adlandırılmıştır. Yayalar savaş zamanlarında yol açmak, hendek ve siper kazmak, top çekmek, gülle, ağırlık ve zahire nakletmek gibi vazifeler yaparlardı. Barış zamanlarında da ihtiyaca göre kale tamiri, maden ve tersane hizmeti gibi işlerde kullanılırlardı. XVI. yüzyıl sonlarında yörük ocakları 1294 ve müsellem ocakları ise 1019 kadardı. Anadolu'da yaya ve müsellem ocakları bu yüzyılın sonunda kaldırılarak çiftlikleri timar ve zeamet haline getirilmiştir.
Geri hizmet kıt'aları içinde ayrıca Osman Gazi döneminden hemen sonra kurulan ve yol yapımı, kale tamiri, maden işleri v.s. de kullanılan cerahorlar, ordunun ve ileri gelen devlet adamlarının atlarına bakan canbazlar ve Tatarlar da bulunmakta idi. Bunların onda biri sefere giderdi. XVI. yüzyıl sonlarında bu teşkilâtlar da kaldırılmış, çiftlikleri zeamet ve timara verilmiştir.
3 - Öncü Kuvvetleri
Öncü kuvveti genellikle süvari olup bunlar, Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler ocaklarından teşekkül etmekteydi.
Akıncılar Osmanlı Devleti'nin hafif süvari kuvveti olup, uçlarda bulunurlardı. Türklerden teşkil edilmiş, bu ocak mükemmel bir teşkilâta sahipti. Bunlar muhtelif bölgelerde bulunup, her birinin bir akıncı kumandanı vardı. Düşman ülkelerine yapılan akın, ancak bu akıncı kumandanının emrinde yapılabilirdi. Akıncı kumandanların en meşhurlarından Arnavutluk ve Dalmaçya taraflarında Evranos Oğulları, Bosna, Semendire ve Sırbistan ile daha sonra Macaristan'da Mihal Oğulları, Silistre taraflarında Malkoç Oğulları ve Mora bölgesinde ise Turahan Oğulları bulunmaktaydılar.
Akıncıların başlıca vazifeleri ordunun keşif hizmetini görmek, düşman sınırlarındaki araziyi keşfederek yol açmak ve düşmanın gözünü korkutup asıl orduya kolaylık sağlamak, ordunun geçeceği yerlerdeki tarım ürünlerini emniyet altına almak, elde edilen esirlerden düşmanın vaziyetini öğrenmek, nehirlerin geçitlerini tayin ile köprü kurmaktı. Akıncılar bu görevleriyle beşinci kol kuvvetinin vazifesini yerine getirmekte, ayrıca düşman memleketlerine yaptıkları akınlarda düşmanın yiyecek ve içeceğini tahrib ve talan ederek düşmanın moral bakımından çökmesini sağlamaktaydı. Bunlar hafif süvari kuvveti oldukları için düşman memleketlerinin ta içlerine kadar girerler ve etrafa dehşet verirlerdi. Nitekim Fâtih devrinde Venedik’le yapılan savaş sırasında, Kripoli akını olarak bilinen akında Venedik şehri önlerinde göründüler.
Akıncıların silahları bir zırhlı göğüslük ile yaka ve mıkrak, kalkan ve atlarının eğerine takılı başı topuzlu bir bozdoğandan müteşekkildi. Yiyecekleri de kendileri gibi hafif olup, çoğu zaman pirinç, kavurma veya koyun pastırması gibi şeylerden ibaretti. Mevcutları ise devirlere göre değişmiş, 1532 Alman seferinde sayıları ellibine ulaşmıştır. Ocak XVI. yüzyılın sonlarında Eflâk beyi Mihal'in isyanında (1595), veziriazam Sinan Paşa'nın tedbirsiz hareketi sonucu imha edilircesine zayiata uğramış ve bir daha da toparlanamamıştır. Bu sebeple bundan sonra bu ocağın görevi kısmen Akkerman, Dobruca ve Bucak tatarlarıyla Kırım kuvvetleri tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır.
Deliler de Akıncılar gibi hafif süvari tarzında, hemen aynı silahlara sahip bir teşkilâttı. Sınır ve sınıra yakın yerlerde bulunurlardı. Bunlar iri yarı, şecaat ve cesaretleriyle meşhur olup düşmana korkusuzca saldırmaları ve gözlerini budaktan esirgememeleri dolayısıyla deli olarak adlandırılmışlardı. Genellikle sancakbeyi ve beylerbeyi emrinde olup, çoğu Türkler'den teşekkül etmişti. Ayrıca müslüman Boşnak, Hırvat ve Sırplar'dan da alınırdı. Delilerin başlarında benekli sırtlan derisinden yapılmış ve üzerine kartal kanatları takılmış bir başlık ile kurt veya ayı derisinden yapılmış tüyleri dışarda olan şalvarları vardı. XVI. yüzyılda teşkil edilmiş olan ocağın mevcudu hakkında kesin bir kayıt olmamakla birlikte, Bosna sancakbeyi Gazi Husrev Bey'in kumandasında onbin kadar Deli kuvveti bulunmakta idi.
Serhadkulu süvarilerinden olan Gönüllüler teşkilâtı ise XV. asırda kurulmuş olup sınır şehir ve kasabalarını muhafaza etmekle vazifeliydiler. Sağ ve sol gönüllüleri olarak iki kısma ayrılan gönüllüler, hudut ahalisinden teşkil edilmişti.
Yine serhad-kulu süvarilerinden olan Beşliler, her beş haneden bir kişi alındığı için bu adı almış olup yerli ahaliden meydana getirilmiş hafif süvari kuvvetlerindendi. Sınırdaki palangaları ve kaleleri korumakla vazifeli olan Beşliler, gerektiğinde akında da bulunurlardı.
4 - Kale Kuvvetleri
Serhad-kulu atlı sınıfından olan Fârisanlar ile yerli olarak topçu, cebeci, lâğımcı ve martalos gibi kuvvetler olup, bunlardan başka yerli kulu yaya sınıfından olan azablar da sınırdaki kalelerde muhafızlık etmekteydiler. Azablar XVI. yüzyıla kadar yeniçerilerin önünde bulunup ilk hücumu karşılamaktaydılar. Bundan sonra kale azabları da teşkil edilerek kale muhafazasında kullanılmıştır. Azab bekâr manâsında olup, özellikle Anadolu'dan güçlü kuvvetli gençlerden teşkil edilirdi. İlk zamanlar mevcutları onbeşbin civarında olup, daha sonra sayıları arttırılmıştır. Ayrıca azabların donanma hizmetinde olanları da vardı ki, kalyon devrine kadar Osmanlı donanmasının esasını teşkil etmiştir.
Yine kale kuvvetlerinden olan Fârisanlar atlı sınıftandı. Bunlar önemlerine göre Fârisân-ı evvel, Fârisân-ı sâni ve Fârisân-ı salis olarak üç ortaya ayrılmıştı. Bunlar birinci ve ikinci ağa ismi verilen iki ağaya tabi idiler. Bu ağalar sancak merkezinde otururlar, fârisanlar da sancaktaki kalelerde hizmet ederlerdi.
IV- Osmanlı Donanması
Osmanlı Beyliği gelişip denizden kıyı sahibi olduğu zaman, komşu Türk beyliklerinden Karesi Beyliği gemilerinden faydalanmıştır. Nitekim Rumeli'ye bu beyliğin gemileriyle geçmiştir. Bununla birlikte Osmanlılar'ın ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve İzmit'te tersane kurdukları tespit edilmektedir. Gelibolu'nun alınmasından sonra ise (1390) burada bir tersane kurarak denizcilik yolunda ilk adım atılmıştır. Ayrıca denizde kıyısı olup donanması bulunan ve Osmanlı idaresine alman Türk Beyliklerinin, meselâ Saruhan, Aydın, Menteşe beyliklerinin tersanelerinden istifade edilmiş, böylece ilk devirlerden itibaren, ileride kurulacak büyük imparatorluğun donanmasının temelleri atılmıştır. Bunun yanı sıra, önceki tarihlerde Türklerin Ege sahillerine yerleşmeleri, Türkler arasında da korsanlığın yayılmasına ve Latinler gibi Akdeniz'de korsanlık yapmalarına zemin hazırlamıştır. Daha sonraları ise bu Türk korsanları Osmanlı donanması hizmetine alınmışlardır, özellikle Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı donanması büyük bir gelişme göstermiş ve Sakız, Eğriboz adalarıyla Yunanistan'ın doğusuna akın düzenlenmiştir. Bu sebeple Venedikliler Ceneviz gemileriyle de birleşerek Çanakkale Boğazı'ndan içeriye girmiş, fakat Saruca Paşa kumandasındaki onsekiz parça Osmanlı donanmasına mağlup olmuştur. Buna karşılık Rodos şövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanlı donanmasını mağlup ettikleri gibi onları yakmışlardı.
Osmanlı donanmasının ikinci ciddi çatışması Çelebi Mehmed zamanında meydana gelerek Çalı Bey kumandasında Ege'de Naksos dukasına ait adaların vurulmasından sonra meydana geldi. Bu hadise üzerine Venediklilerle 1415'de meydana gelen savaşta Çalı Bey şehit olmuş, donanma da yok olurcasına mağlup olmuştu. Bu mağlubiyetler Osmanlı denizciliğinin gelişmesini yavaşlatmışsa da, devletin gelişmesinde donanmaya olan ihtiyacı göstermiş ve bu husustaki çalışmaları hızlandırmıştır. Nitekim donanma, II. Murat zamanında Karadeniz'de Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu tehdit edecek bir duruma ulaşmıştır. Aynı donanma Fatih zamanında İstanbul'un fethi sırasında Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasında önemli roller oynamış, ancak, henüz Venedik donanmasıyla boy ölçüşecek bir noktaya varamamıştır. Bu sebeple İstanbul'un fethini müteakip donanmanın daha da gelişmesi için çalışmalar yapıldığı ve hatta Fatih'in Trabzon seferi sırasında Osmanlı ordusuna denizden büyük destek sağladığı görülmektedir.
Fâtih İstanbul'un fethinden sonra Çanakkale Boğazı'nı tahkim ettirip, Ege'deki bazı stratejik adaları zabtederek sahilleri ve tersaneleri emniyet altına almış, bu sayede donanma da gelişme imkânı bulmuştur. Bu sebeple donanma Rodos muhasarasında daha faal rol oynamıştır, özellikle II. Bâyezid devrinde Akdeniz'de korsanlık yapan Kemal Reis'in Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra donanmaya yeni bir canlılık gelmiş ve Türk gemileri İspanya sahillerinde görünmüştür. Hatta II. Bâyezid döneminde donanma Memlûk savaşlarında önemli hizmetler vermiştir. Bu devirde Kemal, Burak ve Kara Hasan Reisler gibi meşhur Türk denizcilerinin komutasındaki Osmanlı donanmasının İnebahtı civarında Fransızların desteklediği Venedik donanmasıyla yaptığı deniz savaşında başa baş mücadele vermesi, artık Osmanlı donanmasının Akdeniz'de önemli bir güce eriştiğini göstermiştir.
Yavuz Sultan Selim ise özellikle Mısır seferi sırasında yakın desteğini gördüğü donanmanın önemini daha iyi anlayarak, daha İstanbul'a dönmeden donanmanın geliştirilmesi için yeni tersaneler kurulmasını emretmiştir. Nitekim onun zamanında Gemlik tersanesinden başka Haliç'te de bir tersane kurulmuş ve gemiler yapılmıştır. Ancak Yavuz'un ölümü, bu büyük Türk padişahının denizlerde Osmanlı Devleti'nin ulaşmasını istediği yere gelmesini önledi. Buna karşılık özellikle Barbaros'un Osmanlı hizmetine girmesiyle de Türk denizciliği en yüksek noktasına ulaştı. Barbaros tersaneleri ıslah edip genişlettiği gibi, korsanlıktan kazandığı tecrübelere de dayanarak, o sırada Avrupa'nın en büyük amirali Andrea Dorya'yı emrinde bulunan Haçlı donanmasına rağmen Preveze'de mağlup ederek (1538) Akdeniz'de kesin Türk üstünlüğünü sağladı. Bu sebepledir ki kendisine Tulon limanı üst olarak verilen Türk donanması Şarlken'e karşı Fransa'yı destekleyerek karada olduğu gibi denizde de Avrupa devletleri üzerinde siyasi bir üstünlük sağladı. Öte yandan Coğrafî Keşifler neticesinde Ümit Burnu'nu bularak Doğu ticaretine hâkim olmaya çalışan Portekiz'e karşı da Hint denizlerinde mücadele verildi.
Osmanlı donanması Gelibolu ve Haliç'ten başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz gemi tezgâhlarında da yapılmaktaydı. Karadeniz'de Sinop, Çayağzı, Kefken Adası, Varna, Burgaz, Ahyolu ve Rusçuk. Marmara'da İzmit, Gemlik, Edincik, Karabiga ve Akdeniz ile Ege Denizi'nde Edremit, Ayasuluk ( = Selçuk), Milas, Bodrum, Antalya, Alâiye (= Alanya) ve Rodos adası tersanelerin bulunduğu yerlerdi. Gemi levazımı olan halat, yelken, zift, kürek, tel ve gemi demiri gibi ihtiyaçlar da, ocaklık şeklinde kurulan teşkilâtlar vasıtasıyla temin edilmekteydi. Bu sebeple Kıbrıs'ın fethinden hemen sonra uğranılan İnebahtı felâketine (1571) rağmen, devlet altı ay gibi kısa bir süre içinde 250 parça donanmayı denize indirebilmişti. Bununla beraber donanmanın esasını teşkil eden leventlerin büyük zayiata uğraması ve tecrübeli denizcilerin ortadan kalkması, Osmanlı denizciliği' için daha sonraki felâketlerin başlangıcı oldu.
Nitekim donanma dünyadaki diğer hususlardaki gelişmelere de ayak uyduramayarak gittikçe geriledi ve XVII. asrın başlarından itibaren eski ehemmiyet ve gücünü kaybetti. Bu bakımdan Venediklilerle yapılan Girit savaşları sırasında Çanakkale Boğazı dışına çıkamayacak dereceye düşerek, bundan sonraki dönemlerde ise sadece kıyıları müdafaa etme durumuna düştü.
Osmanlıların kuruluştan itibaren XVI. yüzyıl sonlarına kadar kullandıkları gemilerin esasını çekdiri sınıfından gemiler teşkil etmekteydi. Kürekle hareket eden gemiler umumiyetle çekdiri sınıfındandı. Bunlar içinde en önemlileri kadırga, firkate, karamürsel, kütük, kalite, mavna ve baştarde idi. Bunlardan baştarde kaptanın bindiği otuz altı oturaklı (kürekli) en büyük savaş gemisiydi ki, her oturağında beş ilâ yedi kürekçi bulunurdu. Gemi mevcudu kürekçi, savaşçı, topçu v.s. ile birlikte sekiz yüz kadardı. Kadırgalar kırk iki metre boyunda yirmi dört oturaklı idi. Her oturağında dört kürekçisi vardı. Yüz kadar savaşçısı ile birlikte gemide üçyüz otuz kişi yer alırdı. Onüç ilâ ondört topa sahipti. Mavna türü gemiler ise kadırgadan büyük olup her küreğini yedişer kişi çekerdi. Yüzelli savaşçısı ile yirmidört topu bulunurdu.
I — İlk Osmanlı Askeri Teşkilâtı
Osmanlı askerî teşkilâtı Anadolu Selçuklu Devleti, İlhanlılar ve Memlûk askerî teşkilâtlarına benzer özellikler göstermektedir. Genel mânâsiyle merkeze bağlı her bey kendisine bağlı aşiret kuvvetleriyle savaşa iştirak etmiştir. Kuruluşta bu sebeple ilk fetihler, beyliğe tâbi aşiret kuvvetleri ile yapılmıştır. Bu birlikler atlı olmaları sebebiyle kale muhasaralarında fazla tesirli olamamıştır ve dolayısıyla fetihlerde gecikmeler olmuştur. Bu sebeple devamlı savaşa hazır yaya ve atlı bir kuvvetin teşkili zarureti doğmuştur. Türk gençlerinden meydana getirilen bu ordunun atsız askerine yaya ve atlı askerine müsellem adı verilmiştir. İlk teşkilât fikrini ortaya atan Çandarlı Halil Paşa ile Alâeddin Paşa tarafından yapılarak, savaşabilecek güçlü-kuvvetli il eri olan Türk gençlerinden atlı ve yaya olarak önce biner kişilik birlikler kuruldu. Bunlara savaş zamanında önce birer, daha sonra ikişer akça gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda ise ziraat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi ve vergiden muaf tutuldu.
Yaya askerler onar ve yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı; on kişilik guruplar onbaşı, yüz kişilik guruplar yüzbaşı, bin kişilik birlikler ise binbaşı ismiyle subayların kumandasına verildi. Müsellem denilen atlı askerlerden ise her otuz neferi bir ocak itibar olundu. Bu askerî birlik Kapıkulu ocaklarının kuruluşuna kadar bizzat savaşlarda kullanıldı; bu ocağın teşkilinden sonra ise Rumeli'deki Yürükler, Canbazlar ve Tatarlar'ın da katılmasıyla Osmanlı Devleti'nin geri hizmet sınıfını oluşturdu. Bu sınıf köprü yapımı, yol inşaatı, kale tamiri ve yapımı, hendek kazımı gibi işlerde kullanılmıştır.
II - Kapıkulu Askerleri
Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca daimî bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç doğmuş, bu da savaşta esir alınan askerî şartlara uygun Hıristiyan çocuklarının kısa bir müddet Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirilmesiyle karşılanmıştır. İşte bu teşkilât Kapıkulu ocağının çekirdeğini teşkil etmiştir. Acemi Ocağı ile yeniçeri ocağı teşkilâtları I. Sultan Murat zamanında Kadı asker Çandarlı Halil ile Konyalı Rüstem'in tavsiyeleriyle kurulmuştur. Neşrî'de kaydedildiğine göre Çandarlı Hayreddin Paşa, savaşta elde edilen esirlerden “bunları Türk'e virelüm. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. Sonra getürelüm Yiniçeri olsunlar” diyerek bu teşkilâtın kurulmasında önemli ölçüde rol oynamıştır. Kapıkulu ocağı merkez askerî teşkilât içinde yer almakta olup, altı kısımdan müteşekkildi.
1- Acemi Ocağı
Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kurulmuş bulunan Acemi ocağı kadıasker Çandarlı Kara Halil ile Karamanlı Molla Rüstem'in çalışmaları sonucu ilk olarak Gelibolu'da vücuda getirilmiştir. Daha Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında, bizzat kendisi tarafından savaşta esir alınan Hıristiyan çocuklarının kısa bir eğitimden geçtikten sonra iki akçe yevmiye ile Yeniçeri olarak savaşa gönderildikleri görülmektedir. Ancak onun ölümünden sonra bu usul savaş esirlerinin önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde birer akçe gündelik ile beş-on yıl çalıştıktan sonra yeniçeri olmaları şekline dönüşmüştür.
Donanma hizmetinde kullanılan bu esirlerden başka bir kısmı da Anadolu'da Türk çiftçilerinin yanına verilip Türkleştirilerek yeniçeri yapıldı. Böylece Gelibolu'da kurulan bu ilk Acemi Ocağı genişletildi. Bu ocağın en büyük subayı Gelibolu Ağası olarak adlandırıldı.
Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Bunlardan biri savaşlarda elde edilen erkek esirlerin beşte birinden (pençik), diğeri ise Osmanlı tebaası Hıristiyan çocuklarından. Bunlardan savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alınmasıyla ilgili Pençik kanunu tertip edilmişti. Bu sebeple alınan esir oğlanlara Pençik oğlanı adı verilmiştir. Pençik oğlanlarının önemli bir kısmı akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akın sonucu elde edilirdi. Bu elde edilen esirler Pençikçi denilen memur tarafından tespit edilir bunlardan on ilâ onyedi yaşları arasında erkek esirlerden vücutça kusursuz ve sağlam olanlar devletçe üçyüz akça karşılığı satın alınırdı. Onsekiz yaşındakiler ve hatta daha büyüklerinden münasip olanlar da alınabilirdi. Böylece Acemi ocağına ilk efrat Pençik kanunu ile toplanmıştır. Bu usulün tesisinde önemli yeri olan Kara Rüstem ise Gelibolu'da Pençik resmini toplamakla vazifelendirildi.
Pençik kanunu daha sonra daha teferruatlı şekle getirildi. Acemiliğe alınmayanlar şirhor (meme emen), beççe (3 yaşından sekiz yaşma kadar, yavru), gulâmçe (sekizden oniki yaşına kadar küçük çocuk), gulâm (bulûğa ermiş çocuk), sakallı (traşı gelmiş olanlar) ve pir (ihtiyar) gibi isimler altında bir takım sınıflara ayrıldı ve buna göre vergi alındı. Başlangıçta Acemi ocağına alınan esirlerin yaşlarına dikkat edilmezken daha sonra on ile yirmi yaşları arasındaki çocukların alınması kanun oldu. Diğer taraftan Pençik oğlanlarının Anadolu'ya gönderilerek az bir bedel karşılığında Türk çiftçilerinin hizmetlerine verilmesi kararlaştırıldı. Böylece Türk-İslâm terbiyesi alıp, Türkçeyi öğrenmeleri sağlanmış oldu ve daha emniyetli şekilde hizmet edeceği düşünüldü. Aynı usul daha sonra devşirmelere de tatbik olunmuştur
Pençik oğlanlarının Anadolu'daki Türk çiftçilerinin yanına verilmesi onların aradaki deniz dolayısıyla kaçamayacaklarının düşünülmüş olmasından ileri gelmiştir. Bununla beraber zaman zaman yine Avrupa'ya esir çocukların kaçtıkları görülmüştür. Türk çiftçisine esir verilmesi kanununun Sırpsındığı savaşından sonra konulduğu kaynaklarda yer almaktadır. Bununla birlikte Kavânîn-i Yeniçeriyân'da bu usulün İstanbul'un fethinden sonra olduğu belirtilmektedir.
Türk çiftçileri yanında yetiştirilen pençik oğlanları birer akça yevmiye ile Acemi Ocağı'na, Gelibolu'daki gemi hizmetine v.s. verildikten sonra buradan “kapuya çıkma” veya “bedergâh” ismiyle Yeniçeri Ocağı'na kaydedilirlerdi. Esir ve devşirmeler XV. asır ortalarından itibaren Rumeli'deki çiftçilerin yanına da verilmeye başlanmıştır. Bunlardan Anadolu'dakilerin kontrolü Anadolu Ağası Rumeli'dekilerin de Rumeli Ağası denilen bir çeşit zabıta memurlarına verilmişti.
Acemi Ocağı teşkilâtı daha sonra ihtiyaç nispetinde genişletildi. Fetih hareketlerinin genişlemesi dolayısıyla askere duyulan ihtiyaç ve bazı siyasî olaylar Pençik oğlanından başka Devşirme ismiyle Rumeli tarafından ocağa çocuk toplanmasını gerekli kıldı, özellikle Ankara savaşından sonra iç karışıklıklar ve fetihlerin durması sonucu esir elde edilememesi üzerine, daha önce Türk-İslâm devletlerinde tatbik edilmemiş olan bir usulle Hıristiyan tebaa çocuklarından sadece bir tanesinin alınması kararlaştırıldı. Bunun için bir Devşirme Kanunu çıkarıldı. Bu kanun çerçevesinde lüzum ve ihtiyaca göre üç-beş senede ve bazen daha da uzun bir müddette Hıristiyanlardan sekiz ilâ duruma göre yirmi yaş arasında sıhhatli ve kuvvetlilerinden Acemi oğlanı alınmaya başlandı. İlk önceleri Rumeli tarafında Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan'dan daha sonra ise Sırbistan, Bosna- Hersek ve Macaristan'dan çocuk toplandı. Bu durum XV. asır sonları ve XVI. asır başlarından itibaren Anadolu'ya da şamil olmuş, XVII. asırda ise bütün imparatorluğu içine almıştır.
Devşirme işinden birinci derecede Yeniçeri Ağası sorumluydu. Devşirilenlerin bütün işleri ağa tarafından kontrol edildikten başka, Acemi Ocağı'na alınacak çocukların miktarı da onun tezkeresiyle olurdu. Devşirmeye gidecek ocak ağalarını da o seçer, devşirme yapılacak bölgelere memurlar sevk edilerek, sancakbeyleri, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla devşirme gerçekleştirilirdi.
Devşirme memuru vazifesinde tamamen serbestti. Kendisi itimat edilir kişilerden seçilirdi. Elinde bulunan ferman çerçevesinde kazalara göre tespit edilmiş miktarda çocuk devşirirdi. Her kırk hanede bir oğlan devşirmek kanundu. Devşirme yapılacak yerde bütün görevliler ile o bölgenin papazları ve çocukların babaları hazır bulunur, herhangi bir suiistimal olmaması için vaftiz defterlerindeki kayıtlara bakılarak karar verilirdi. Devşirme olarak alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anasının isimleri, doğum tarihi, eşkâli bir deftere yazılırdı. Bir aileden bir çocuk alınır, tek çocuğu olanlardan ise devşirme alınmazdı. Ticaretle meşgul olduklarından Yahudilerden devşirme alınmazdı. Buna mukabil asil ailelerin çocuğunun alınmasına dikkat edilirdi. İyi terbiye göremeyeceği gerekçesiyle anası ve babası ölmüş çocuklarla, şımarık olur düşüncesiyle köy kethüdasının oğlu devşirilmezdi. Ayrıca Türkçe bilenler, çoban çocukları, kel, uzun ve kısa boylu olanların alınmaması kanundu. Poturoğulları denilen Bosna Müslümanlarından ise devşirme alınmasına müsaade edilmişti. Devşirilen çocuklara kırmızı yırtmaçlı muvahhidi aba ve başlarına da kırmızı keçeden külah giydirilirdi.
Devşirilen çocuklar “sürü” denilen yüzer, yüz ellişer, iki yüz veya daha fazla kişilik kafileler halinde “sürücü” denilen devşirme memurlarının ve muhafızların nezaretinde hükümet merkezine sevk edilirdi. İstanbul'a getirilen devşirme çocuklar ancak muayene edildikten sonra kendilerine Acemi oğlanı ismi verilirdi.
İstanbul'a gelen sürüler iki-üç gün istirahatten sonra sağ ellerinin şahadet parmağı kaldırılarak kelime-i şahadet getirtilip Müslüman olurlardı. Daha sonra Yeniçeri ağasının huzurunda kontrolden geçen devşirmeler Eşkâl Defterlerine kaydedilir ve sünnet edilirdi. Bundan sonra ise bir kısmı saraya, bir kısmı Bostancı ocağına verilir, kalanlar da Anadolu ve Rumeli ağalan vasıtasıyla geçici bir zaman için Türk köylülerine satılırdı. Bunların toplandıkları bölge dışına verilmeleri âdetti. Bu sebeple Rumeli'den devşirilenler Anadolu'ya, Anadolu'dan devşirilenler ise Rumeli'ye verilirlerdi. Böylece aradaki deniz dolayısıyla kaçmalarına mani olunmaya çalışılırdı.
Türk köylülerinin yanında en az üç, en fazla sekiz sene gerekli ölçüde eğitilen acemi oğlanları, Gelibolu ve İstanbul'daki Acemi Ocaklarına sevk edilirlerdi. Acemi oğlanlara sivri uçlu serpuş adı verilen şapka giydirilmesi kabul edilmişti. Ocağa önceleri Acemi Ocağı Ağası ismi verilen 25 akça ulufe ile biri kumandan olarak tayin edilmişti. İstanbul'un fethinden sonra ise ocağın burada kurulması üzerine Gelibolu Ağası denilen bir başağa ve emrine sekiz çorbacı, yani bölük kumandanı verildi. Bunların oda denilen kışlaları Şehzadebaşı ile Vezneciler arasında bulunmakta idi. Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört-beşyüz kadarken, İstanbul'daki ocağının mevcudu Fatih dönemi ortalarında üçbin kadardı.
Acemi Ocağı efradına ulufe denilen maaş verilirdi. Bunların maaş işleri Yeniçeriler gibi Piyade mukabelecisi tarafından görülürdü. Acemilere bir, iki veya iki buçuk akçe yevmiye verilirdi. Bunun haricinde âdet-i zerpul adıyla pabuç akçesi alırlardı. Acemi oğlanlara bundan başka senede iki kat elbise ile Fâtih devrinden itibaren kıdemlilerine kaputluk, yağmurluk ve şalvarlık çuha ile sarı veya kırmızı renkte iki adet gömlek tahsis edilirdi.
Muhtelif hizmetlerde bulunan acemilerin Yeniçeri Ocağına kayıt ve kabullerine Çıkma veya Kapıya Çıkma (bedergâh) adı verilirdi. Bunların kapıya çıkmaları her zaman uyulmamakla birlikte sekiz yıldı. Bu müddeti dolan acemi oğlanlarının isimleri İstanbul ağası tarafından düzenlenen defterlere kaydedilir ve Yeniçeri ağasına sunulurdu. Acemiler kapıya çıkarlarken ikişer akçe ulufe ile defterlere kaydedilirlerdi. Kapıya yeni çıkmış olanlara ise düzen akçesi ismiyle ikişer altın verilmesi kanundu. Acemi Ocağından Yeniçeri Ocağına geçenler odalara ayrılır, bir kısmı Bostancı ocağına ve diğer hizmetlere verilirdi.
2 - Yeniçeri Ocağı
Bizzat padişahın hizmetine ait yaya kuvvetlerinden olan Yeniçeri Ocağı'nın I. Murat zamanında 1362'de kurulduğu kuvvetle muhtemeldir. Ocağın tertibinde Selçuklu ve Memlûklar örnek alınmıştır. Kavânîn-i Yeniçeriyân'da belirtildiği üzere Orhan Bey'in oğlu Süleyman Paşa tarafından savaşta elde edilen esirlerden devlete verilen beşte biri, bir müddet eğitildikten sonra ihtiyaç çerçevesinde iki akçe yevmiye ile yeniçeri yapılmaktaydı. Ancak bu usûlün mahzurlu bulunması üzerine daha sonra Gelibolu Acemi Ocağı'nda yetiştirilen efrat Yeniçeri Ocağı'na alınmaya başlanmıştır. Bu ocağın da kurulmasında Çandarlı Kara Halil ile Kara Rüstem'in büyük rolü olmuştur.
Yeniçeriliğin ilk teşkilinde orduya bin kadar yeniçeri alınmış ve bunların her yüz kişisine kumandan olarak Türkler'den meydana getirilen yaya askeri usulüne uygun olarak bir Yayabaşı tayin edilmiştir. Ocak XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken, Fâtih Sultan Mehmet zamanından itibaren sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf haline gelmiştir. XVI. asır başlarında ise Ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha teşekkül etmiştir. Bütün yeniçeri bölüklerinin mevcutları XV. yüzyıl ortalarına kadar aşağı yukarı onbin kadardı.
Yeniçeriler başlarına börk ismi verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih Kanunnamesi’nde yeniçeri taifesine her yıl beşer zira' lacivert çuka ve otuz iki akçe “yaka akçesi” ile her birine başına sarmağa altışar zira' astar verilmesi hükmü konmuştur.
Yeniçeri Ocağı'nın en büyük kumandanı Yeniçeri Ağası olup bundan sonra sırasıyla Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zağarcibaşı, Seksoncubaşı, Turnacıbaşı, Başçavuş ve Muhzır Ağa ocağın en büyük ağalarıydı. Bunlardan Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan 1451 senesine kadar ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte bu kanun daha sonra değiştirilmiş ve tamamen ocak dışından kişiler ağa tayin olunmaya başlanmıştır.
Yeniçeri Ağası Yeniçeri Ocağı'yla Acemi Ocağı işlerinden sorumlu bulunmaktaydı. Ayrıca İstanbul'un asayişi ile de ilgilenir, beraberinde bulunan bir heyetle kol dolaşıp asayişi temin ederdi. Bu bakımdan hükümdarlar bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına itina göstermişlerdir.
Kanunnamelere göre Yeniçeri Ağası'na önceleri dört yüz elli akçe yevmiye tahsis edilmişken, daha sonra bu beş yüz akçeye çıkarılmıştır. Ayrıca her yıl Koyun Emini'nden sekizbin kuruş geliri vardı. Bunun haricinde arpalık olarak Tuna yalısında ellibin akçelik bir de serbest zeamet bağlanmıştı. Yeniçeri hazinesinin üçte biri de ağanın gelirleri arasındaydı. Öte yandan üç senede bir padişahın has ahırından bir at verilmesi kanundu. Eğer Yeniçeri Ağası sancağa çıkacak olursa dörtyüzotuzbin akçe ile verilmesi hükmü konmuştu.
Yeniçeri Ağası padişahın cuma namazına çıkışında maiyetindeki yeniçerilerle beraber selâmlıkta bulunurlardı. Sefer sırasında da padişahın koruyucusu ve has askeriydiler. Sefere ağalığa ait iki tuğ ile beyaz bir sancakla iştirak ederdi. Kendisi seferdeyken yerine sekbanbaşı bakardı. Bununla birlikte bazen ağalardan biri de vekâlet edebilirdi.
Yeniçeri Ağası ocakla ilgili işleri görmek üzere Ağa divanı adı verilen bir divan kurar ve ocakla ilgili davaları dinlerdi. Yeniçeri Ağaları ayrıca Yeniçeri kâtibi hariç diğer bütün ocak ağalarının azil ve tayinleri kendisinin sadrazama arzıyla olurdu. Yeniçeri ağalarının terfileri halinde onaltıncı asır sonlarına kadar genellikle Beylerbeyi veya Kaptan-ı derya olurlardı. Ağalar derece itibariyle sancakbeyi düzeyindeydiler, azledikleri vakit maaşları karşılığı haslarla sancakbeyliğine tayin edilirlerdi. Yeni ağa tayin edilen kişi eğer vezir payesine sahipse padişahın huzurunda kendisine hilat giydirilirdi. Ağaların tayin ve azilleri XVI. yüzyılın sonlarına kadar hükümdara ait olup bundan sonra bu yetki veziriazama bırakılmıştır.
Yeniçerilerin XV. yüzyıl ortalarına kadar mevcutları onbin, Kanuni'nin vefatı sırasında da oniki bin dolaylarında idi. Hâlbuki bu sayı XVI. yüzyılın sonlarında yirmi yedi bine, XVII. yüzyıl başlarında da otuz yedi bine çıkmış, asrın ortalarında kırkaltıbini geçmiştir. Hatta bir ara asrın ortalarında seksen bini geçmiş, Karlofça Antlaşması sırasında da yetmişbin civarında olmuştur.
Yeniçeri ocağı XVI. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı ordusunun talimli, mükemmel bir yaya kuvveti iken, bu tarihten itibaren bozulmaya başlamıştır. Yeniçeri ocağının bozulmaya başlaması III. Murat devrinde başlayıp, bu hükümdar zamanında devşirme kanununa aykırı olarak ocağa yabancı kişiler kaydedilmiştir. Böylece talimsiz, başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilât, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almış ve bu sebeple II. Mahmut devrinde 15 Haziran 1826'da kaldırılmıştır. Osmanlı tarihlerinde bu hadise Vak'a-Hayriye olarak adlandırılır.
3 - Cebeci Ocağı
Yeniçerilere ait ok, yay, kılıç, tüfek, kazma, kürek, barut, kurşun, zırh, tolga, harbe ve bunun gibi savaş aletlerini tedarik etmekle vazifeli idiler. Bunlar savaş zamanlarında silahlan yeniçerilere dağıtır ve savaş sonunda toplayarak bozukları tamir eder ve noksanlarını tamamlayarak saklardı. Orta denilen çeşitli bölüklere ayrılmış bulunan Cebeci Ocağı'nın en büyük kumandanı Cebecibaşı olup bundan sonra kıdem itibariyle ocak kethüdası gelirdi. Cebecilerin elli akçe yevmiyeleri vardı. Cebeci Ocağı içerisinde ayrıca Humbaracı ve Lâğımcı bölükleri de yer almakta idi ki, bunlar, genellikle kale kuşatmalarında önemli bir yere sahipti. XVI. yüzyıl ortalarında mevcutları beş yüz kadar olup, efradı Acemi Ocağı'ndan tedarik edilirdi.
4 -Topçu Ocağı
Top dökmek, top mermisi yapmak ve top atmak için teşkil edilmiş olan bu ocak, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandır. Osmanlı ordusunda ilk top I. Murat zamanında 1389'da Kosova'da kullanılmıştır. Yıldırım Bâyezid tarafından da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kuşatmasında top kullanılmıştır. Buna rağmen, ocak bilhassa Fatih Sultan Mehmet devrinde gelişmiştir. Toplar sadece devlet merkezinde dökülmez, kuşatılan kalenin hemen yanında da dökülürdü.
Topçu ocağının en büyük idarecisi Topçubaşı olup, bundan sonra kethüda ve dökücübaşı gelirdi. Efradı Acemi ocağından karşılanan bu ocağın XVI. yüzyıl başlarında mevcudu 1204 civarında idi. Topçubaşı'nın elli akçe yevmiyesi vardı.
5 - Top Arabacıları Ocağı
Osmanlılar'ın ilk devirlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. XV. yüzyıldan sonra topçuluğun önemli ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük toplar dökülmesinden sonra yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa götürmeye başladılar. Böylece bir top arabacıları ocağı kuruldu. Topların nakli için gerekli top arabaları topların ağırlıklarına ve şekline göre yapılırdı. En büyük zabiti “arabacıbaşı” idi. Top Arabacıları Ocağı'na da gerekli eleman Acemi Ocağı'ndan sağlanırdı. Ocağa ait kışlanın Tophane, Ahırkapı veya Şehremini taraflarında olduğuna dair kayıtlar bulunmaktadır.
6- Kapıkulu Süvarileri
Bunlar sarayın Enderun kısmıyla dış saraylardaki içoğlanları ve Yeniçeri Ocağı'ndan terfi edenlerden teşkil edilmişti. Yeniçeri Ocağı'ndan ocağa alınanlar için “bölüğe çıkmak” tabiri kullanılırdı. Bu ocak, Türk olan tımarlı süvariden ayırdedilrnek için Kapıkulu süvarisi veya “Bölük halkı” olarak adlandırıldığı gibi sadece “Sipah” şeklinde de anılmıştır.
Kapıkulu süvarileri ocağının en itibarlısı Sipah Bölüğü (kırmızı bayrak) idi. İlk zamanlarda buraya nüfuzlu devlet adamlarının ve kumandanların çocukları alınırdı . Kanunnâmeye göre bu ocak Timurtaş Paşa'nın tavsiyesiyle I. Murat zamanında sipah ve silahdar isimleriyle iki bölük olarak teşkil edilmiş, daha sonra bu iki bölüğe sağ ve sol ulûfeci (Ulûfeciyân-ı yemin ve Ulûfeciyân-ı yesar) ile sağ ve sol garibler (Gurabâ-i yemin ve Gurabâ-i yesar) ismi verilen dört bölük daha ilâve olunmuştur . Silahdar Bölüğü (sarı bayrak) ise önceleri Harem-i Hümâyun'dan çıkan iç oğlanlarından teşekkül etmekteydi. Sonraları bu bölüğe Galatasarayı, İbrahim Paşa ve Edirne Sarayı'ndan çıkanlar ile “Veledeş” denilen süvari çocuklarından da alındı. Savaş zamanında sipah padişahın sağında, silahtarlar solunda; sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarın solunda da sol ulûfeciler yürüyüp, bunların sağında sağ garipler, solunda sol garipler yer alırdı.
Sipah ve silahdarlar savaş esnasında padişahın çadırını, ulûfeciler gerek savaş ve gerekse konak yerlerinde saltanat sancaklarını, garipler ise ordu ağırlıklarını ve hazineyi muhafaza ederlerdi. Sipah bölüklerinin sefer sırasında vazifelerinden biri de ordunun geçeceği yerlere “sancak tepesi” denilen tepeler tespit ederek güzergâhı göstermek, ayrıca cephede siper kazdırmak idi. Ocak efradının silahları ise ok, yay, kalkan, harbe veya mızrak, balta, pala ile eğere takılmış bozdoğan ismi verilen ağaç bir topuz ve “gaddare” denilen geniş yüzlü kısa bir tür kılıçtı.
Her bölüğün ayrı ağası bulunan Kapıkulu süvarilerinin mevcudu XV. yüzyıl ortalarında sekizbin kadardı. Daha sonra sayıları artmışsa da Kaptan-ı derya Kara Murat Paşa zamanında mevcutları onbeşbine indirilmiştir.
Kapıkulu süvarilerinin tamamı atları ve maiyetleri sebebiyle İstanbul'da bulunmazlar, Edirne, Bursa ve havalisinde oturup, sefer esnasında orduya katılırlardı. İstanbul'dakiler Süleymaniye ve Çemberlitaş taraflarında oturmaktaydılar.
III — Eyalet Askerî Teşkilâtı
Osmanlı Devleti'nin eyalet kuvvetleri ilk zamanlarda timarlı sipahi, azab ve akıncılardan ibaret olup, bunların XV. yüzyıl ortalarıyla XVI. yüzyıl ortalarına kadar tımarlı sipahi, yaya, müsellem, cerahor, canbaz, tatarlar, akıncılar, yörükler, deliler, azablar, gönüllü ve beşliler olarak teşkilatlandırılmışlardı.
1 — Tımarlı Sipahiler
Osmanlı Devleti'nin en önemli askerî kuvveti olan ve imparatorluk haline gelmesinde başlıca rolü oynayan topraklı veya tımarlı süvari teşkilâtı, daha önceki Türk-İslâm devletlerinde de kurulmuş olup, Osmanlılar bunu daha da geliştirmişler, dirlik sahipleri kendilerine bırakılmış olan toprak mukabili devletin muhafazasını üzerlerine almışlardır. Nitekim devletin asker ihtiyacı kendilerine timar vermek vaadiyle halk arasından karşılanmıştır. Böyle bir durum II. Bayezid zamanında Kili ve Akkerman seferleri sırasında görülmektedir. 1484 yılında çıkarılan bir emirde: “Gazadan ve cihaddan sefâlu ve yarar yoldaş olup yoldaşlığı ile timar almak isteyenlerden âlât-ı harbleriyle gelüp” bu sefere katılmaları ve bunların türlü şekilde mükâfatlandırılacağı, “tımara talip olanlara tımardan ve dirlikten himmet ve inayet” edileceği ilân olunmuştu. Bu hizmeti karşılığı Timarlı sipahinin veya süvarinin reayadan almış olduğu öşür ve resme, “dirlik», sipahinin kendisine de «Sâhib-i arz» denilirdi.
Timarlı sipahilerin senelik gelirleri 1.000 ilâ 19.999 akça arasında olurdu. Bundan yukarı timar olmazdı. Timar sahipleri kendilerine tahsis edilen dirliğin geliri karşılığında askerî vazife görürler ve sefere giderlerdi. Yani devlet, reaya denilen halktan her sene alacağı öşrü bizzat kendisi tahsil etmeyerek, onu askerî hizmet mukabili timarlı sipahiye tahsis etmişti. Timarlı sipahi aldığı bu resim ve öşür karşılığında savaş zamanında Umarının azlığı veya çokluğuna göre, ya yalnız veya “cebelü” denilen tam techizatlı bir veyahut birkaç silahlı ve zırhlı süvari ile savaşa gitmekteydi. Bu miktar timar topraklarda her üçbin akça için, zeamet ve has topraklarda ise her beşbin akça için bir cebelü götürülmesi şeklindeydi. Timar topraklarda ilk üçbin akça timar sahibi için ayrılır, buna da kılıç tabir olunurdu.
Cebelüler genellikle Anadolu gençlerinden teşkil edilmekle beraber, o sipahinin para ile aldığı veya savaşlarda esir etmiş olduğu kimselerden de olurdu. Cebelünün bütün masrafı sahib-i arz'a aitti. Mazeretsiz savaşa gitmeyenlerin toprakları ellerinden alınır, başarı gösterenlere ise zam yapılırdı. Sipahi kendi bölgesinde veya bağlı bulunduğu sancak dâhilinde oturmak mecburiyetindeydi.
Timarlı sipahiler her sancakta bir kısım bölüklere ayrılmışlardı. Her bölüğün “subaşı” denilen çeribaşıları ile bayrakdar ve çavuşları vardı. Timarlı sipahilerden her on bölük (bin kişi) bir alaybeyinin kumandası altında bulunurdu. Alaybeyleri ise sipahileriyle beraber kendi sancakbeylerinin, onlar da eyâlet valisi olan beylerbeyilerinin kumandası altında sefere giderlerdi. Timarlı sipahilerin iyi atları, kılıçları, kargı, kalkan ve oklarıyla başlarında miğfer ve üstlerinde zırhları bulunurdu. Savaş esnasında ordunun sağ ve solunda kanatlan teşkil ederek hilâl şeklinde merkezi yandan gelecek saldırılara karşı muhafaza ederlerdi. Savaşta ölen sipahinin çocukları devlet tarafından himaye edilir ve çocuklarından birine dört bin ikincisine üçbin akçe timar bağlanırdı. Evinde ölen sipahinin çocuklarına ise üç ilâ ikibin akçelik timar verilirdi.
Timarlı sipahi sayısı hakkında yapılan araştırmalardan anlaşıldığına göre II. Bâyezid devrinde (1481–1512) sadece 17 sancaklık Anadolu Eyâleti'nde 103'ü zeamet, 7.500'u sipahi olmak üzere toplam 7.603 timar sahibi bulunmakta idi. Bunların emrinde ise 5.372 cebelü vardı. Dolayısıyla bir savaş esnasında Anadolu Beylerbeyisinin emrinde mevcutları 12.975'e varan bir askerî kuvvet teşkil edilmekteydi. Bu sayı XVI. yüzyılın sonlarında kırkbinin üzerine çıkmıştır.
Bu atlı askerler Kanunî Sultan Süleyman'ın son zamanlarına kadar devletin en önde gelen askerî kuvvetini oluştururken, bilhassa XVI. yüzyılın sonlarından itibaren, bu ocağın içine de gerek rüşvetle, gerekse kanuna aykırı olarak yabancıların sokulması bozulmasına sebep olmuştur. Ayrıca, babaları ölen yetimlerin timarlarının başkalarına verilmesi, hile ile berat tevcih ettirilmesi, boş kalan timarların asıl sahipleri olan askerlere verilmeyerek saray cüceleri, soytarı ve dilsizlerine verilmesi de etkili olmuştur. Nitekim bu sebepten, yalnız Rumeli'de mükemmel teçhiz edilmiş kırkbin atlı çıkaran timarlı sipahiler, ancak sekizbin süvari çıkarır hale gelmiştir.
XVII. asır ortalarından itibaren hizmet bölüklerinin kaldırılması üzerine timarlı sipahiler geri hizmetlerinde kullanılmaya başlanmıştır. Bu da ocağın yıkılışında ikinci darbe olmuştur. Timarlı sipahi askerinin azalması neticesinde ise valiler kapılarında besledikleri derme-çatma levent, sarıca, sekban gibi kuvvetlerle bunların yerlerini doldurmaya çalışmışlardır. Bu ise devletin başına büyük gaileler açan celâli denilen eşkıyalar gurubunun ortaya çıkması ile neticelenmiştir.
2 - Geri Hizmet Kıtaları
Osmanlı askerî teşkilâtında ilk muntazam askerler olarak teşkil edilen yayalar ve müsellemler XV. yüzyıl ortalarına doğru savaştan çekilerek geri hizmetinde kullanılmışlardır. Yayalar önceleri Anadolu'nun tespit edilen bazı sancaklarından toplanmakta ve piyade olarak kullanılmaktaydı ki, Rumeli'de bunlar yörük olarak adlandırılmıştır. Yayalar savaş zamanlarında yol açmak, hendek ve siper kazmak, top çekmek, gülle, ağırlık ve zahire nakletmek gibi vazifeler yaparlardı. Barış zamanlarında da ihtiyaca göre kale tamiri, maden ve tersane hizmeti gibi işlerde kullanılırlardı. XVI. yüzyıl sonlarında yörük ocakları 1294 ve müsellem ocakları ise 1019 kadardı. Anadolu'da yaya ve müsellem ocakları bu yüzyılın sonunda kaldırılarak çiftlikleri timar ve zeamet haline getirilmiştir.
Geri hizmet kıt'aları içinde ayrıca Osman Gazi döneminden hemen sonra kurulan ve yol yapımı, kale tamiri, maden işleri v.s. de kullanılan cerahorlar, ordunun ve ileri gelen devlet adamlarının atlarına bakan canbazlar ve Tatarlar da bulunmakta idi. Bunların onda biri sefere giderdi. XVI. yüzyıl sonlarında bu teşkilâtlar da kaldırılmış, çiftlikleri zeamet ve timara verilmiştir.
3 - Öncü Kuvvetleri
Öncü kuvveti genellikle süvari olup bunlar, Akıncılar, Deliler, Gönüllüler ve Beşliler ocaklarından teşekkül etmekteydi.
Akıncılar Osmanlı Devleti'nin hafif süvari kuvveti olup, uçlarda bulunurlardı. Türklerden teşkil edilmiş, bu ocak mükemmel bir teşkilâta sahipti. Bunlar muhtelif bölgelerde bulunup, her birinin bir akıncı kumandanı vardı. Düşman ülkelerine yapılan akın, ancak bu akıncı kumandanının emrinde yapılabilirdi. Akıncı kumandanların en meşhurlarından Arnavutluk ve Dalmaçya taraflarında Evranos Oğulları, Bosna, Semendire ve Sırbistan ile daha sonra Macaristan'da Mihal Oğulları, Silistre taraflarında Malkoç Oğulları ve Mora bölgesinde ise Turahan Oğulları bulunmaktaydılar.
Akıncıların başlıca vazifeleri ordunun keşif hizmetini görmek, düşman sınırlarındaki araziyi keşfederek yol açmak ve düşmanın gözünü korkutup asıl orduya kolaylık sağlamak, ordunun geçeceği yerlerdeki tarım ürünlerini emniyet altına almak, elde edilen esirlerden düşmanın vaziyetini öğrenmek, nehirlerin geçitlerini tayin ile köprü kurmaktı. Akıncılar bu görevleriyle beşinci kol kuvvetinin vazifesini yerine getirmekte, ayrıca düşman memleketlerine yaptıkları akınlarda düşmanın yiyecek ve içeceğini tahrib ve talan ederek düşmanın moral bakımından çökmesini sağlamaktaydı. Bunlar hafif süvari kuvveti oldukları için düşman memleketlerinin ta içlerine kadar girerler ve etrafa dehşet verirlerdi. Nitekim Fâtih devrinde Venedik’le yapılan savaş sırasında, Kripoli akını olarak bilinen akında Venedik şehri önlerinde göründüler.
Akıncıların silahları bir zırhlı göğüslük ile yaka ve mıkrak, kalkan ve atlarının eğerine takılı başı topuzlu bir bozdoğandan müteşekkildi. Yiyecekleri de kendileri gibi hafif olup, çoğu zaman pirinç, kavurma veya koyun pastırması gibi şeylerden ibaretti. Mevcutları ise devirlere göre değişmiş, 1532 Alman seferinde sayıları ellibine ulaşmıştır. Ocak XVI. yüzyılın sonlarında Eflâk beyi Mihal'in isyanında (1595), veziriazam Sinan Paşa'nın tedbirsiz hareketi sonucu imha edilircesine zayiata uğramış ve bir daha da toparlanamamıştır. Bu sebeple bundan sonra bu ocağın görevi kısmen Akkerman, Dobruca ve Bucak tatarlarıyla Kırım kuvvetleri tarafından yerine getirilmeye çalışılmıştır.
Deliler de Akıncılar gibi hafif süvari tarzında, hemen aynı silahlara sahip bir teşkilâttı. Sınır ve sınıra yakın yerlerde bulunurlardı. Bunlar iri yarı, şecaat ve cesaretleriyle meşhur olup düşmana korkusuzca saldırmaları ve gözlerini budaktan esirgememeleri dolayısıyla deli olarak adlandırılmışlardı. Genellikle sancakbeyi ve beylerbeyi emrinde olup, çoğu Türkler'den teşekkül etmişti. Ayrıca müslüman Boşnak, Hırvat ve Sırplar'dan da alınırdı. Delilerin başlarında benekli sırtlan derisinden yapılmış ve üzerine kartal kanatları takılmış bir başlık ile kurt veya ayı derisinden yapılmış tüyleri dışarda olan şalvarları vardı. XVI. yüzyılda teşkil edilmiş olan ocağın mevcudu hakkında kesin bir kayıt olmamakla birlikte, Bosna sancakbeyi Gazi Husrev Bey'in kumandasında onbin kadar Deli kuvveti bulunmakta idi.
Serhadkulu süvarilerinden olan Gönüllüler teşkilâtı ise XV. asırda kurulmuş olup sınır şehir ve kasabalarını muhafaza etmekle vazifeliydiler. Sağ ve sol gönüllüleri olarak iki kısma ayrılan gönüllüler, hudut ahalisinden teşkil edilmişti.
Yine serhad-kulu süvarilerinden olan Beşliler, her beş haneden bir kişi alındığı için bu adı almış olup yerli ahaliden meydana getirilmiş hafif süvari kuvvetlerindendi. Sınırdaki palangaları ve kaleleri korumakla vazifeli olan Beşliler, gerektiğinde akında da bulunurlardı.
4 - Kale Kuvvetleri
Serhad-kulu atlı sınıfından olan Fârisanlar ile yerli olarak topçu, cebeci, lâğımcı ve martalos gibi kuvvetler olup, bunlardan başka yerli kulu yaya sınıfından olan azablar da sınırdaki kalelerde muhafızlık etmekteydiler. Azablar XVI. yüzyıla kadar yeniçerilerin önünde bulunup ilk hücumu karşılamaktaydılar. Bundan sonra kale azabları da teşkil edilerek kale muhafazasında kullanılmıştır. Azab bekâr manâsında olup, özellikle Anadolu'dan güçlü kuvvetli gençlerden teşkil edilirdi. İlk zamanlar mevcutları onbeşbin civarında olup, daha sonra sayıları arttırılmıştır. Ayrıca azabların donanma hizmetinde olanları da vardı ki, kalyon devrine kadar Osmanlı donanmasının esasını teşkil etmiştir.
Yine kale kuvvetlerinden olan Fârisanlar atlı sınıftandı. Bunlar önemlerine göre Fârisân-ı evvel, Fârisân-ı sâni ve Fârisân-ı salis olarak üç ortaya ayrılmıştı. Bunlar birinci ve ikinci ağa ismi verilen iki ağaya tabi idiler. Bu ağalar sancak merkezinde otururlar, fârisanlar da sancaktaki kalelerde hizmet ederlerdi.
IV- Osmanlı Donanması
Osmanlı Beyliği gelişip denizden kıyı sahibi olduğu zaman, komşu Türk beyliklerinden Karesi Beyliği gemilerinden faydalanmıştır. Nitekim Rumeli'ye bu beyliğin gemileriyle geçmiştir. Bununla birlikte Osmanlılar'ın ilk zamanlarda küçük de olsa Karamürsel, Edincik ve İzmit'te tersane kurdukları tespit edilmektedir. Gelibolu'nun alınmasından sonra ise (1390) burada bir tersane kurarak denizcilik yolunda ilk adım atılmıştır. Ayrıca denizde kıyısı olup donanması bulunan ve Osmanlı idaresine alman Türk Beyliklerinin, meselâ Saruhan, Aydın, Menteşe beyliklerinin tersanelerinden istifade edilmiş, böylece ilk devirlerden itibaren, ileride kurulacak büyük imparatorluğun donanmasının temelleri atılmıştır. Bunun yanı sıra, önceki tarihlerde Türklerin Ege sahillerine yerleşmeleri, Türkler arasında da korsanlığın yayılmasına ve Latinler gibi Akdeniz'de korsanlık yapmalarına zemin hazırlamıştır. Daha sonraları ise bu Türk korsanları Osmanlı donanması hizmetine alınmışlardır, özellikle Yıldırım Bayezid zamanında Osmanlı donanması büyük bir gelişme göstermiş ve Sakız, Eğriboz adalarıyla Yunanistan'ın doğusuna akın düzenlenmiştir. Bu sebeple Venedikliler Ceneviz gemileriyle de birleşerek Çanakkale Boğazı'ndan içeriye girmiş, fakat Saruca Paşa kumandasındaki onsekiz parça Osmanlı donanmasına mağlup olmuştur. Buna karşılık Rodos şövalyeleri ve yeni gemilerle takviye edilen Venedikliler, Osmanlı donanmasını mağlup ettikleri gibi onları yakmışlardı.
Osmanlı donanmasının ikinci ciddi çatışması Çelebi Mehmed zamanında meydana gelerek Çalı Bey kumandasında Ege'de Naksos dukasına ait adaların vurulmasından sonra meydana geldi. Bu hadise üzerine Venediklilerle 1415'de meydana gelen savaşta Çalı Bey şehit olmuş, donanma da yok olurcasına mağlup olmuştu. Bu mağlubiyetler Osmanlı denizciliğinin gelişmesini yavaşlatmışsa da, devletin gelişmesinde donanmaya olan ihtiyacı göstermiş ve bu husustaki çalışmaları hızlandırmıştır. Nitekim donanma, II. Murat zamanında Karadeniz'de Trabzon-Rum İmparatorluğu’nu tehdit edecek bir duruma ulaşmıştır. Aynı donanma Fatih zamanında İstanbul'un fethi sırasında Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasında önemli roller oynamış, ancak, henüz Venedik donanmasıyla boy ölçüşecek bir noktaya varamamıştır. Bu sebeple İstanbul'un fethini müteakip donanmanın daha da gelişmesi için çalışmalar yapıldığı ve hatta Fatih'in Trabzon seferi sırasında Osmanlı ordusuna denizden büyük destek sağladığı görülmektedir.
Fâtih İstanbul'un fethinden sonra Çanakkale Boğazı'nı tahkim ettirip, Ege'deki bazı stratejik adaları zabtederek sahilleri ve tersaneleri emniyet altına almış, bu sayede donanma da gelişme imkânı bulmuştur. Bu sebeple donanma Rodos muhasarasında daha faal rol oynamıştır, özellikle II. Bâyezid devrinde Akdeniz'de korsanlık yapan Kemal Reis'in Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra donanmaya yeni bir canlılık gelmiş ve Türk gemileri İspanya sahillerinde görünmüştür. Hatta II. Bâyezid döneminde donanma Memlûk savaşlarında önemli hizmetler vermiştir. Bu devirde Kemal, Burak ve Kara Hasan Reisler gibi meşhur Türk denizcilerinin komutasındaki Osmanlı donanmasının İnebahtı civarında Fransızların desteklediği Venedik donanmasıyla yaptığı deniz savaşında başa baş mücadele vermesi, artık Osmanlı donanmasının Akdeniz'de önemli bir güce eriştiğini göstermiştir.
Yavuz Sultan Selim ise özellikle Mısır seferi sırasında yakın desteğini gördüğü donanmanın önemini daha iyi anlayarak, daha İstanbul'a dönmeden donanmanın geliştirilmesi için yeni tersaneler kurulmasını emretmiştir. Nitekim onun zamanında Gemlik tersanesinden başka Haliç'te de bir tersane kurulmuş ve gemiler yapılmıştır. Ancak Yavuz'un ölümü, bu büyük Türk padişahının denizlerde Osmanlı Devleti'nin ulaşmasını istediği yere gelmesini önledi. Buna karşılık özellikle Barbaros'un Osmanlı hizmetine girmesiyle de Türk denizciliği en yüksek noktasına ulaştı. Barbaros tersaneleri ıslah edip genişlettiği gibi, korsanlıktan kazandığı tecrübelere de dayanarak, o sırada Avrupa'nın en büyük amirali Andrea Dorya'yı emrinde bulunan Haçlı donanmasına rağmen Preveze'de mağlup ederek (1538) Akdeniz'de kesin Türk üstünlüğünü sağladı. Bu sebepledir ki kendisine Tulon limanı üst olarak verilen Türk donanması Şarlken'e karşı Fransa'yı destekleyerek karada olduğu gibi denizde de Avrupa devletleri üzerinde siyasi bir üstünlük sağladı. Öte yandan Coğrafî Keşifler neticesinde Ümit Burnu'nu bularak Doğu ticaretine hâkim olmaya çalışan Portekiz'e karşı da Hint denizlerinde mücadele verildi.
Osmanlı donanması Gelibolu ve Haliç'ten başka Karadeniz, Marmara ve Akdeniz gemi tezgâhlarında da yapılmaktaydı. Karadeniz'de Sinop, Çayağzı, Kefken Adası, Varna, Burgaz, Ahyolu ve Rusçuk. Marmara'da İzmit, Gemlik, Edincik, Karabiga ve Akdeniz ile Ege Denizi'nde Edremit, Ayasuluk ( = Selçuk), Milas, Bodrum, Antalya, Alâiye (= Alanya) ve Rodos adası tersanelerin bulunduğu yerlerdi. Gemi levazımı olan halat, yelken, zift, kürek, tel ve gemi demiri gibi ihtiyaçlar da, ocaklık şeklinde kurulan teşkilâtlar vasıtasıyla temin edilmekteydi. Bu sebeple Kıbrıs'ın fethinden hemen sonra uğranılan İnebahtı felâketine (1571) rağmen, devlet altı ay gibi kısa bir süre içinde 250 parça donanmayı denize indirebilmişti. Bununla beraber donanmanın esasını teşkil eden leventlerin büyük zayiata uğraması ve tecrübeli denizcilerin ortadan kalkması, Osmanlı denizciliği' için daha sonraki felâketlerin başlangıcı oldu.
Nitekim donanma dünyadaki diğer hususlardaki gelişmelere de ayak uyduramayarak gittikçe geriledi ve XVII. asrın başlarından itibaren eski ehemmiyet ve gücünü kaybetti. Bu bakımdan Venediklilerle yapılan Girit savaşları sırasında Çanakkale Boğazı dışına çıkamayacak dereceye düşerek, bundan sonraki dönemlerde ise sadece kıyıları müdafaa etme durumuna düştü.
Osmanlıların kuruluştan itibaren XVI. yüzyıl sonlarına kadar kullandıkları gemilerin esasını çekdiri sınıfından gemiler teşkil etmekteydi. Kürekle hareket eden gemiler umumiyetle çekdiri sınıfındandı. Bunlar içinde en önemlileri kadırga, firkate, karamürsel, kütük, kalite, mavna ve baştarde idi. Bunlardan baştarde kaptanın bindiği otuz altı oturaklı (kürekli) en büyük savaş gemisiydi ki, her oturağında beş ilâ yedi kürekçi bulunurdu. Gemi mevcudu kürekçi, savaşçı, topçu v.s. ile birlikte sekiz yüz kadardı. Kadırgalar kırk iki metre boyunda yirmi dört oturaklı idi. Her oturağında dört kürekçisi vardı. Yüz kadar savaşçısı ile birlikte gemide üçyüz otuz kişi yer alırdı. Onüç ilâ ondört topa sahipti. Mavna türü gemiler ise kadırgadan büyük olup her küreğini yedişer kişi çekerdi. Yüzelli savaşçısı ile yirmidört topu bulunurdu.
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
SON KONULAR
Fetret Devri
bởi DOST1,