Klasik Osmanlı Döneminde Hâkimiyet Anlayışı

KLASİK OSMANLI DÖNEMİNDE HÂKİMİYET ANLAYIŞI


Günlük kullanımda devlet, bir milletin hâkimiyetini veya hükümetini ifade eden bir tabirdir. Bu anlayıştan hareket edildiğinde, Devletin bir ülke, bir halk ve bir hükümetten müteşekkil hukukî bir şahsiyet olduğu söylenebilir. O halde devlet, mümkün ve kavranabilen tarihî teşekküllerin birinden başka bir şey değildir; bu tarihî teşekkül sayesinde, siyasî bir topluluk, birliğini müesseseleştirir ve istikbalini tayin eder.

Devletin mahiyeti hakkında anlaşmaya varılamadığından, devlet hakkında yapılan tarifler de teorilere göre değişmektedir. Ancak devleti meydana getiren üç unsur hakkında ittifak edildiği söylenebilir: Halk, ülke, iktidar, insansız devlet hayaldir. Ülkesiz de devlet olmaz. Çünkü bir devletin hâkimiyeti, ancak belli bir ülke üzerinde, kendi ülkesinde tatbik edilebilir. İnsan ve ülkeyi birleştirerek bir devlet meydana getirecek güç ise iktidardır. Hâkimiyetin fiilî ifadesi olan iktidar ortaya çıkmadan, topluluklar devlet olamaz. Devlet ülkesinin sınırları içinde, başka hiçbir otorite ile eşit değildir. En yüksek emir ve kumanda yetkisi ondadır. Bu yetki aslî bir yetkidir. Yani başkasından alınmamıştır. Doğrudan doğruya devletin devlet olmasından doğar.

İktidar hukukla, hukuka başvurarak teşkilatlanır. Hukuk iktidarı teşkilatlandırırken aynı zamanda onu müesseseleştirir. Yani fert olarak yönetenlerin hayatlarını aşan bir devamlılık sağlar ona. Devlette kişilere değil müesseselere itaat edilir. Diğer bir ifadeyle, devlette, ferdî iktidardan müesseseleşmiş iktidara geçiş vardır. Hukukun, (iktidarla ilişkisi açısından) ikinci fonksiyonu ise, ferdin hakları için iktidara karşı teminat unsurları oluşturmasıdır. Bu hukukî ayarlama ve düzenleme sayesinde, devlet, toplumun müşterek ihtiyaçlarını karşılar. Huzur ve güveni sağlar. İçte adaletin, dışa karşı istiklalin teminatı olur. Nitekim bir devletin hukuk bakımından ülke dışında diğer devletlere eşit; ülkenin içinde ise, diğer kuruluşlara üstün bir güce sahip olmasına hâkimiyet (egemenlik) denir. En kısa deyişle, hâkimiyet, bir devletin iktidarını kullanabilmesidir. Şüphesiz bu iktidar, devletin içerdeki siyasî teşkilâtlanması sonucu ortaya çıkan özel şartlarla ve dıştan başka devletlerle yapılan antlaşmaların getirdiği yükümlülüklerle sınırlıdır.

Devlet ve hâkimiyet kavramları hakkındaki bu umumî hatırlatmalardan sonra, şimdi Osmanlı devlet ve hakimiyet anlayışına geçebiliriz. Ancak bundan önce, Osmanlı devletinin oluşmasına bir göz atılması ve bu konuda da bazı hatırlatmalar yapılması uygun olacaktır.

Bilindiği gibi, Osmanlı Türk toplumunun temelini, 1071'den bu yana Türkleşen Anadolu coğrafyası, İslâm dini, Türk örfü ve Anadolu Türk insanı teşkil eder. Moğol baskısı neticesinde Selçuklular'ın zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan Anadolu Türk beyliklerinden birisi de Osmanlı beyliğidir. Birçok imkân ve avantajlara sahip olan bu beylik, bir buçuk yüzyıl içinde İmparatorluk haline gelmiştir.

Aşiret reisi iken, önce bir uc beyi ve daha sonra da bağımsız bir beyliğin lideri olan Osman Bey'in otoritesi, ilk zamanlar yine de, birleşik aşiretlerin askerî lideri rolünün gerektirdiği işlerle sınırlıydı. Her aşiret içişlerinde bağımsızdı. Aralarında anlaşmazlık çıkarsa, Osman Bey, arabulucu olarak ve aşîret gelenek ve yasalarına göre, anlaşmazlığı hallederdi.

Her aşiret Osmanlı ordusunun bir parçası olarak, fethettiği topraklardan ganimet toplama ve sonra da buralarda yaşayan halktan düzenli vergi alma hakkına sahipti. İlk Osmanlı beylerinin, diğer aşiret reisi kumandanlardan farklı tek yanları, liderlik görevi karşılığında savaş ganimetinin beşte birini ayrı bir gelir olarak alabilmeleriydi. Ortak politika aşiretin ihtiyarlar meclisinde kararlaştırılırdı. Söz hakkı sadece beye ait değildi. Bey, Stanford Shaw'un tabiriyle, “bir aşiret demokrasisi”nde eşit haklara sahip aşiret liderlerinin başkanı durumundaydı.

Ancak ülke genişleyip devlet büyüdükçe bir taraftan toplumu idare etmek ve diğer taraftan fetihleri sürdürmek mecburiyetinde kalınması, basit aşiret yapısından düzenli bir devlet yapısına geçişi ve böyle bir devletin mümeyyiz vasfı olan ayrı müesseseler kurup geliştirmeyi zarurî kılıyordu. Bu türlü idarî, askerî, iktisadî ve sosyal zaruret ve ihtiyaçlara cevap vermek üzere, Orhan Bey ve özellikle I. Murad zamanında yeni müesseseler ortaya çıktı . Diğer bir ifadeyle devletleşme sürecine girildi. Ve bu tarihî süreç neticesinde tarihin en büyük ve uzun ömürlü devletlerinden birisi, Osmanlılar'ın kendi ifadesiyle Devlet-i Aliyye-i Osmaniye ortaya çıktı. F. Köprülü, Osmanlı Devleti'nin kuruluşu hakkındaki muhtelif görüşleri tenkit ve tahlil ettiği ve meselenin siyasî, sosyal ve ekonomik temellerini ortaya koyduğu Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu adlı eserini şu cümlelerle tamamlamaktadır:

“... Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun manasını, Anadolu Türklüğünün tarihî yürüyüşü bakımından, şu şekilde izah edebiliriz: Bu devlet, münkariz Selçuklu Sultanlığı ile ve ona halef olan sair Anadolu Beylikleriyle hiç alakası olmayan yeni bir uzviyet, yeni bir etnik ve siyasî teşekkül değildir; bilakis, yukarıdan beri izah ettiğimiz veçhile, vaktiyle Anadolu Selçuk Devleti'ni, Danişmentlileri, Anadolu beyliklerini de kuran, Anadolu Türklüğünün XIII-XIV'üncü asırlardaki siyasî ve içtimaî tekâmülünden doğan yeni bir synthese, yeni bir tarihî terkip'dir

Bu tarihî terkib'in gerçekleşmesinde Osmanlı hâkimiyet anlayışı ve bunun uygulanışının büyük rolü olmuştur. O halde bu anlayışın nereden kaynaklandığını ve nasıl geliştiğini ortaya koymak yerinde olacaktır. H. İnalcık, bir makalesinde bu konuyla ilgili verileri toplamış ve tahlil etmiştir. Bu incelemede de ortaya konulduğu gibi, Osmanlı literatüründe hâkimiyetin ve hanedanın menşei hakkında çok çeşitli görüşlere rastlanmaktadır. Şüphesiz bu görüşler genellikle, ortaya çıktıkları dönemin sosyal ve siyasî eğilimlerini taşıyan rivayetler halindedir. H. İnalcık'ın söz konusu araştırmasına dayanarak bu rivayetleri şu şekilde sıralamamız mümkündür.

Bu rivayetlerden birine göre, Beylik Osman'a veya babası Ertuğrul'a Selçuk Sultanları tarafından tevcih edilmiştir. Veya Osman Selçuk sultanına halef olarak seçilmiştir. XIV. yüzyıl sonlarına doğru teşekkül eden bu rivayet, Yıldırım Bayezid devrinde, Osmanlı tarihi ilk defa bir bütün olarak düşünüldüğü ve Anadolu'da Osmanlı yayılışını Timur ve Mısır Memlûklarına karşı meşru göstermek gayreti içine girildiği zamanlardaki Osmanlı iddialarının etkisi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu görüşün temelinde İslâmı hilafet ve velayet müessesesi yatar. Selçuk Sultanı otoritesini halifeden almış sayılmaktaydı. İşte o, bu otoriteyi emaret şeklinde uc beyi Osman'a veya Ertuğrul'a tevcih etmişti. Aynı rivayetin başka versiyonlarına göre, Selçuklu sultanı hakimiyet sembolü olarak Osman'a menşur, bayrak, kılıç, at ve davul göndermiş, o da bu suretle beylik otoritesini üzerine almıştı. Bu arada, Selçuk sultanının Osman'ı veliaht yaptığı iddiası da vardır. İnalcık'a göre, bu rivayet, “merkezde, sarayda ve ulema muhitlerinde doğmuş ve benimsenmiş olmalıdır”. Ayrıca, eskiden Selçuklu sultanlarına verilen Sultanü'r-Rûm yani Anadolu'nun sultanı unvanını, Yıldırım Bayezid'in, yine saray mensupları ve ulemanın tesiriyle ve Anadolu'daki hakimiyet iddialarını meşrulaştırmak gayesiyle Mısır'daki Abbasî halîfesinden istediği bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve gelişme dönemlerinin şartlan içinde teşekkül eden bu anlayış yanında daha sonra, II. Murad'ın saltanat yıllarında, ananevi Türk devlet telakkisine dayalı ikinci bir anlayış daha ortaya çıkmıştır.

Bu anlayışa göre, Osman Gazi'nin, Oğuz Han'ın büyük oğlu Günhan'ın oğlu Kayı Han'dan geldiği, onun Kayı kabilesinin irsî reisi olduğu iddia edilmekte ve bu durum düzenlenen bir şecereyle ispatlanmak istenilmektedir . Bu anlayışa dayalı olarak Osmanlı Beyliği'nin bağımsızlığını ilan ederek devlet haline gelişi hadisesini T. Gökbilgin, kaynaklara dayanarak şu şekilde izah etmektedir: «Selçuklu Devletinin serhat mıntıkalarında teşekkül eden uc beylikleri ve bilhassa garptakiler, İlhanlı Devleti'nin istilasına maruz kalmaktan endişe duyuyorlar, sultanın esir olarak, İlhanlı Devleti ülkesi olan İran'a ******ürülmesinden sonra, Selçuklu Devleti'nin artık sona erdiğine kani bulunuyorlardı. Osman Bey'in reislik yaptığı aşiret ve oymaklar bil durum karşısında hükümdarlığın meşru olarak, Kayı Han evladına düşeceğini binaenaleyh Osman Gazi'nin emaret ve riyasete getirilmeye hak sahibi bulunduğunu iddia ettiler. Nihayet oymak beyleri, Türkmen kabileleri reisleri, Selçuklu Devleti bölgesinden gelen muhacirler toplandı; —'Moğol istilası Selçuklu Devletlerinde karar kılmış ve devam etmektedir; artık Selçuklu Devleti münkarizdir, düşmanları kuvvetlidir, halen Selçuklu sultanlarından hiçbirisi İlhanlı Devleti’nin elinden mülkü geri almaya gelmedi, buna muktedir değillerdir. Bu uc memleketlerinin korunması ve himayesi ise kuvvet ve kudret, iktidar ve liyakat sahibi bir sultanın istiklal ile hareket etmesini zarurî kılıyor, böylece düşmanların ve zalimlerin bu taraflara müdahalesi önlenebilir. Türkmen Bey ve kavimleri arasında hasep ve nesep, iyi ahlak, şecaat ve semahat ile buna layık olan Osman Bey'dir; o hem Kayılar'dandır hem de dindar ve müslümandır'— dediler ve onu başa geçirdiler. Şimdiye kadar istiklal fikri hatırından geçmiş olsun-olmasın, Osman Bey de bu umumî arzuya uydu ve bu kararı kabul etti. Ona tâbiyet ve sadakat merasimi Oğuz Han töresine göre yapıldı: Herkes birer birer Osman Bey'in önünde diz çöktü. Onun verdiği kımızı alarak içti; bu, ona itaatin bir deliliydi. İşte Osmanlı Devleti'nin istiklali bu hadise ile (1299) başladı. Osman Bey fiilen ve hukuken devlet reisi, padişah olmuş ve bu keyfiyet her tarafa duyurulmuş idi”.

Osmanlı hâkimiyetini Oğuz geleneğine bağlayan bu anlayış, Osmanlı hanedanı tarafından benimsendi ve II. Murat ilk defa paraları üzerine Kayı boyunun armasını bastırdı.

Osmanlı hakimiyetinin menşei hakkında böyle bir yoruma gidilmesinin en önemli sebepleri arasında, Timur ve oğullarının iddia ve tehditleri karşısında Osmanlı hanedanının durumunu kuvvetlendirme arzusu sayılabilir. Bilindiği gibi, XV. yüzyılın ilk yarısında Timur, Osmanlılar'ı bir uc beyi gibi görüyor, onlara ancak Selçuklu Devleti'nin ananevi sınırları ötesinde yer alan uc bölgesinde meşru bir hakimiyet tanıyor ve kendisine tâbi olmalarını istiyordu. Yıldırım Bayezid bu iddialara Sultanü'r-Rûm sıfatıyla karşı koymak istediyse de, sonunda rakibine yenildi. Bayezid'in oğulları dahil bütün Anadolu Beyleri Timur'un matbuluğunu tanıdılar. Timur'un oğlu Şahruh bu durumu devam ettirmek istedi. Bu dönemlerde Osmanlı hanedanı Doğu'da yazılmış eserlerde bilinmeyen ve aşağı bir soydan gösteriliyordu. 1436'da, II. Murad, Şahruh'un kendisine gönderdiği hil'ati reddetme cesaretini gösterememiş, ancak, pek ehemmiyet de vermeyerek onu hususî bir mecliste giymişti. İşte bu şartlar altında, Osmanlılar hâkimiyetlerinin temelini Oğuz Han ve Kayı ananesine dayandırıyor ve böylece Osmanlı sultanı kendisini Türk ve Moğol hanedanları seviyesine çıkarmaya çalışıyordu; yani hakimiyetinin meşruluğunu Türk-Moğol devlet ananesine dayandırıyordu. Bu anlayış sayesinde, Osmanlı uçlarındaki Türkmen gazilerinin Anadolu'daki diğer Türkmen muhitlerinin Osmanlı hanedanına bağlılıkları sağlamlaştırılmak isteniyordu

Nihayet, saray muhiti dışında uc mıntıkalarında yaşayan Türkmen-Yörük guruplarına hitap eden eserlerde, mesela anonim Tevârih-i Âl-i Osman ve Âşık Paşazade Tarihinde Türk ve İslâm unsurlarının senteze ulaştırıldığı bir hakimiyet anlayışıyla karşılaşıyoruz. Bu eserlere göre, ideal hükümdar, serveti halkın refahı için kullanmalı, adil olmalı, halkı giydirip doyurmalıdır. Bu eserlerde yer alan ve Orta-Asya destanlarındaki birçok unsurları ihtiva eden menkıbelerden, Osman'ın hâkimiyeti alışına ait olanını, H. İnalcık şöyle özetlemekte ve değerlendirmektedir:

“Osman rüyasında göbeğinden bir ağaç çıkarak bütün dünyayı kapladığını görmüş, sabah yanında misafir kaldığı şeyh bu rüyayı tabir ederek onun soyuna dünya hâkimiyetinin Tanrı tarafından bağışlandığını müjdelemiş. Bu ilâhî atıfetin sebebi, rivayete göre, Osman'ın uykuya varmadan önce Kur'an-ı Kerîm'e gösterdiği hürmettir. Bir gaziler muhiti için tamamile kabili izah olan bu İslâmî motif yanında diğer unsurlar, yani Tanrı'nın muayyen bir remizle dünya hakimiyeti bağışlaması, bu remizli haberi bir din ulusunun tefsiri, rüya ve ağaç gibi motifler tamamıyla Ortaasya menşe efsanelerine irca olunabilir. Filvaki F. Köprülü'nün gösterdiği gibi bu menkıbe daha önce başka Türk-İslâm hanedanları için kullanılmıştır. Fakat bizim için ehemmiyetli olan nokta, Osmanlıların bunu benimsemiş olmalarıdır. İslâm dünyasında, bir İslâm camiası üzerinde hâkimiyet hakkının sultanlara doğrudan doğruya Allah tarafından bağışlandığı ve fiilen elde edilmiş otoritenin te'yid-i ilâhîyi tazammun ettiği görüşü, XIII-XV. asırlarda yerleşmiş ve böylece eski hilâfet görüşü, yani otoritenin halife tarafından delege edildiği nazariyesi hükümden düşmüştü. Bizzat bu gelişmede Türk devlet geleneğinin tesiri de kabul edilmektedir. Her hâlükârda Osmanlı hanedanında hâkimiyetin menşei telâkkisinde Ortaasya Türk geleneği devam etmiştir.

Hükümdarlığın intikali meselesi ise, bu umumî telakkiye bağlı bir meseledir. Başka bir deyimle Osmanlılar hâkimiyetin bir soyda, hükümdar ailesinin bir uzvunda ve nihayet bir halk ve ülke üzerinde takarrürünü (yerleşmesini), beşerî kanun ve tertiplerin değil, Tanrı'nın tayin ettiğine inanıyorlardı.

Orta-Asya Türk ve Moğollarında hükümdarlık için belli bir veraset prensibi yoktu. Han'ın kim olacağı, hanedan üyeleri ile büyük kumandan ve memurların ve tabi prenslerin iştirak ettikleri kurultaylarda belirleniyordu. Osmanlılarda veziriazamların genellikle hükümdarın belirlenmesi hususunda en önemli rolü oynadıklarını görüyoruz. Ancak, fetret devrinde ve I. Mehmet ve II. Murat zamanlarında uc beylerinin tahtın sahibini tayin ettikleri bilinmektedir. Eski Osmanlı rivayetlerinde Osman Gazi'nin bir kabile toplantısında bey seçildiği iddia olunur. Âşıkpaşazâde'ye göre, Orhan ahilerden müteşekkil bir toplantıda bey seçilmiştir. I. Murad ölünce, beyler toplanarak Bayezid'in onun yerine geçmesini uygun görmüşlerdir. I. Murâd ve II. Murad hem babalarının vasiyeti hem de vezirlerin tasvibi neticesinde tahta geçmişlerdir.

Daha sonraki dönemlerde, padişahların tahta geçişleri, Allah'ın yardımına ve rey sahiplerinin uzlaşmasına bağlanmaktadır. Rey sahiplerinin uzlaşması, cülus fermanlarında “İttifak-ı ashab-ı ârâ ve şûra” şeklinde ifade ediliyordu. Şüphesiz bu toplantılarda kuvvet ve menfaat hesapları sonuca etki ediyordu, fakat teorik olarak bu sonucun Tanrı'nın iradesiyle belirlendiği esası kabul ediliyordu.

Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da, eski Türk hâkimiyet anlayışına göre, hakimiyetin belli bir şahsa değil, bütün aileye ait olması anlayışıdır. Buna ülüş sistemi veya ortak hakimiyet anlayışı denilmektedir. Osmanlı öncesi bütün Türk devletlerinde uygulanışına rastladığımız bu anlayışın uzantılarına Osmanlılar'ın ilk dönemlerinde de rastlanmaktadır. Osman Gazi devletini teşkilâtlandırırken, Karacahisar sancağını oğlu Orhan Gazi'ye, subaşılığını ise kardeşi Gündüz'e vermişti. Diğer oğlu Alaeddin Paşa'yı kendi yanında alıkoymuştu. Orhan babasının yerine geçtikten sonra, 1331'de, Bursa'yı oğlu Murad'a verdi ve burayı Bey Sancağı olarak adlandırdı, Karacahisar'ı ise amcası oğlu Gündüz'e verdi. Orhan, Akçakoca ölünce onun uc bölgesini büyük oğlu Süleyman'a, İnönü sancağını ise oğlu Murad Gazi'ye tevcih ediyor. Süleyman İzmit ucunda bazı fetihler yaptıktan sonra, Orhan Karesieli'ni ona mansıp olarak veriyor. Buradan Rumeli fethine girişen Süleyman, Gelibolu ucunun beyi oluyor. I. Murad da benzer uygulamada bulunarak yeni alınan Kütahya uc-sancağını bü¬yük oğlu Bayezid'e, Karesi'yi ikinci oğlu Yakub'a tevcih ediyor. Küçük oğlu Savcı'yı ise 1373'te bir sefere çıkarken merkezde bırakıyor. I. Mehmed, II. Murad ve II. Mehmed'in büyük oğullarını Şark işlerinin bu dönemlerdeki öneminden dolayı Amasya uc beyliğine tayin ettiklerini de biliyoruz. Yukarıda anlatılan bu uygulamalar, özellikle uc bölgesinin büyük oğula tahsisi ve başlangıçta merkezî bölgenin yani bey sancağının küçük oğula verilmesi, ülüş sisteminin yani ortak hakimiyet anlayışının Osmanlılar'ın kuruluş ve gelişme dönemlerinde yaşadığını göstermektedir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi, Osmanlılar'ın ilk dönemlerinde büyük oğullar babalarının yerine tahta geçmiştir. Bu bir gelenek miydi yoksa tesadüf eseri mi? Yoksa şartlar mı böyle gerektirmişti?

İmparatorluğun kurucusu Osman'ın ölümünden sonra Orhan ile küçük kardeşi Alaeddin arasında geçen ve eski Osmanlı kaynaklarında nakledilen konuşmalardan, ülkenin ve beyliğin aile mirası gibi değerlendirildiği ve iki kardeşin eşit hakka sahip oldukları, Osman'ın sağlığında Ordu kumandanlığını Orhan'a vermiş olmasının ve Orhan'ın büyük kardeş bulunmasının Orhan'ın tahta geçişi için tercih sebebi sayıldığı anlaşılmaktadır. Fetret devrindeki mücadelelerde yaşça büyüklük tahta geçmek için üstünlük sebebi olarak gösterildiği gibi, beyliğin kime ait olacağının Allah'ın takdirine bağlı olduğu da vurgulanmıştır.

Aslında, büyük şehzadeye en önemli uc sancağının verilmesi, ilk devirlerde onlara imtiyazlı bir durum sağlıyordu. Ucda bulunan şehzade, hem devletin en büyük askerî gücünü elinde bulunduruyor hem de diğerlerine nazaran daha fazla tecrübe kazanmış oluyordu. Orhan, I. Murad ve Yıldırım Bayezid bu fiilî durumdan yararlanmışlardır. Yıldırım Bayezid'in ölümünden sonra taht mücadeleleri sadece onun oğulları arasında değil torunları arasında da sürüp gitmiştir, ancak kardeş katli âdetinin yerleşmesi neticesinde Osmanlı tahtı I. Mehmed'in oğulları ve torunları elinde kalmış; daima babanın yerine oğlu geçmiş ve bu durum I. Ahmed (1603-1617)'e kadar devam etmiştir. Çünkü bu döneme kadar tahta geçen sultan herhangi bir şekilde kardeşlerini bertaraf etmiş ve tahtın yolunu sadece kendi oğullarına açık bırakmıştır.

XVI. yüzyıl sonlarında bir istisna yapılmış ve şehzade Mustafa sarayda sağ bırakılmıştı. Mustafa bir entrika neticesinde 1617 yılında tahta geçirildi ve bu hadiseden sonra yeni ortaya çıkan şartların da yardımıyla hanedanın en büyük üyesinin tahta geçmesi teamülü yerleşti.

Orta-Asya Türk geleneklerinin ilk dönem Osmanlı idaresinin hâkimiyet anlayışında etkili olduğu yukarıdaki tahlillerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, söz konusu ortak hâkimiyet anlayışı ve bunun uygulama biçimleri, Osmanlı yönetiminin teşekkülünde ikinci önemli bir unsur olan ve İslâm geleneğinden gelen hâkimiyetin bölünmemesi prensibiyle çatışmıştır. Fatih Sultan Mehmet zamanına kadarki tarihî gelişmeler ve yaşanan tecrübeler, bu ikinci prensibin kökleşmesine yol açmıştır. Nitekim I. Murad'ın Rumeli beylerbeyliğini hanedan üyelerinden birine değil saray kullarından lalası Şahin'e vermesi, yeniçeri ocağını kurmak suretiyle uçlardaki Türkmen kuvvetlerine karşı merkezî iktidarı daha güçlü hale getirmesi, hakimiyetin bütünleşmesi istikametinde atılan ilk adımlardı. Bu temeller üzerinde, saray teşkilatının, idarî ve malî usullerin ve kapıkulu sisteminin gelişmesi Yıldırım Bayezid zamanında hız kazandı. Bilindiği gibi, Timur hadisesi bu gelişmeye bir sekte vurmuştur. Ankara savaşından sonra Timur Osmanlı Devleti'ni Bayezid'in oğullan arasında yurtlara ayırarak tekrar Orta-Asya geleneğine dönülmesine sebep olmuştur. Ancak, Çelebi Mehmed Osmanlı ülkesini yeniden kendi idaresi altında bütünleştirerek, Osmanlılar'ın gelişimini tabii mecrasına sokmuştur. Bu durum karşısında Timur'un oğlu Şahruh'un “Osmanlı töresine göre kardeşlerinden her birini ortadan kaldırmışsın, can kardeşleri arasında bu tarzı hareket Töre-i İlhâniye uygun düşmez” ifadelerini taşıyan ve I. Mehmed'e gönderdiği protesto mektubuna, I. Mehmet, Osmanlı devletinin başlangıcından beri atalarımız müşkülleri tecrübeyle çözmüşlerdir, iki padişah bir memlekette barınamaz şeklinde cevap veriyordu. I. Mehmed'in bu cevabında, Osmanlı hâkimiyet anlayışının teşekkülünde olduğu kadar, diğer bütün Osmanlı müesseselerinin oluşmasında da son derece etkili olan iki unsurun özellikle vurgulandığını görüyoruz.

Bunlardan birisi Osmanlı realizminin temel kaynağı olan tecrübe, ikincisi de İslâmî espridir. Kur'an'da Allah'ın kayıtsız, şartsız birliği inancını anlatmak için, “(Semada ve arzda) birçok ilâhlar olsaydı muhakkak hercü merc olurdu “ denilmektedir. Burada bir tek teşekkülün içinde en yüksek iki şahsiyetin beraber bulunamayacağı, zira bu durumda söz konusu şahsiyetlerin programlarında ayrılık olabileceği ve bunun mücadeleye sebep olacağı vurgulanmak istenmektedir. İşte I. Mehmed iki padişah bir memlekette barınamaz derken kökü Kur'anî esasa dayanan bu espriden hareket ediyordu.

I. Mehmet zamanında amca ve kardeşlere yurtluk verme usulü de terk edilmişti. Sadece şehzadeler, kendilerine yardımcı olarak saray kullarından lalalar verilerek sancağa gönderiliyordu ve bunlar ancak merkezden kendilerine tahsis edilen yıllık ödenek (sâliyâne) ve tımarlara tasarruf edebiliyorlardı. Zamanla bu uygulama da sınırlandırılmış, II. Selim ve III. Murad zamanında yalnız büyük oğullar sancağa gönderilmiş, III. Mehmed ise bu usûlü tamamen ortadan kaldırmıştır.

Hakimiyetin bölünmezliği ve padişahın şahsında toplanması prensibinin tam olarak yerleşmesi yolundaki en önemli olgu, kardeş katlinin kanunlaştırılması hadisesi olmuştur. Çünkü Fatih'ten önceki dönemlerde de, yaptıkları isyanlar veya işledikleri suçlar yüzünden bazı kardeşlerin veya hanedan üyelerinin idam edildiklerini de biliyoruz. Ancak normal şartlar altında, herhangi bir suçu bulunmayan kardeşini idam ettiren ilk pâdişâh Fatih Sultan Mehmed olmuştur. Meseleyi bir kanun hükmüne bağlayan da odur. Bu mesele Kanunnâme'de “ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla âmil olalar” diye ifade edilmiştir. Burada gerekçe olarak gösterilen «nizâm-ı âlem» yani dünyanın düzeninin sağlanması, diğer bir ifadeyle ülkenin emniyet ve asayişinin temini hususu, şüphesiz kardeş kavgalarıyla devletin zayıflayıp parçalanmasını önlemek gayesine matuftu. Bir padişahın ölümü hâlinde hükümdarlığın hangi evlada geçeceğini tayin etmeksizin sadece kendisine saltanat müyesser olan kişiye kardeşlerini katletme izni veren bu madde ile Fatih Sultan Mehmed, kuvvetli şahsiyete sahip kimselerin peşinen saltanatı elde etmeleri için açık kapı bırakmış gibi gözüküyor. Osmanlılarda saltanatta veraseti tayin eden bir kanun ancak 1876'da çıkarılabilmiştir.

Yukarıda daha çok H. İnalcık'ın araştırmalarından hareketle açıklamaya çalıştığımız hususların kısa bir değerlendirmesini yapacak olursak şöyle bir neticeye ulaşmamız mümkündür. Orta-Asya Türk geleneğinde, devlet bütün ailenin müşterek malı addolunduğu, prenslerden her biri kendine ait olan sahada müstakil olarak hüküm sürdüğü halde Osmanlı Devleti'nde bütün kuvvet tek bir hükümdarın elinde toplanmıştı. Burada memleketin bütünlüğünü muhafaza etmek için, “hâkimiyetin bölünmemesi” prensibinin benimsendiği ve uygulandığı, hatta bu prensibin korunması için, kardeş katlinin kanun haline getirilip müesseseleştirildiği bir sistem söz konusudur. Ancak hemen belirtmek icap eder ki, Abbasî ananesinden gelen “hâkimiyetin bölünmemesi” prensibi, Osmanlılar tarafından, geçmişin taklidi biçiminde, kalıp halinde iktibas edilerek uygulanan bir prensip olmamıştır. Zaten eski Türk ülüş sistemiyle çatışmaktadır. Acı ve uzun tecrübeler ve Osmanlı Devleti'nin muazzam inkişafı, yani tarihî gerçeklikler neticesinde, tecrübe edilerek ve yaşanılarak mutlak ve bölünmez bir hakimiyet telâkkisine ulaşılabilmiştir. Fatih tahta çıkar çıkmaz kundaktaki bir çocuk olan kardeşi Ahmed'i boğdurarak (1451), A. Mumcu'nun belirttiği gibi, “Bu iki zıt prensibi ancak böyle bağdaştırabilmek zorunda olduğuna inandığını göstermiştir”.

Osmanlı Devleti'nin büyümesine paralel olarak, onun hükümdarının unvanları da gelişmekteydi. I. Murad'a kadar, Bey ve Gazi olan hükümdarlar, onunla birlikte Melîkü'l-muazzam, Hâkânü'l-mükerrem, Sultan b. Sultan olmuşlardı.

Kayserlerin payitahtını almakla kendisini Roma İmparatorluğu'nun meşru vârisi sayan Fâtih ise, “Her şeyden evvel Gazi Sultan sıfatını benimsemekle beraber, şahsında İslâm, Türk ve Bizans hükümdarlık ananelerini meczederek klasik Osmanlı pâdişâhı tipini” oluşturmuştu.

İran'a karşı mücadele eden, Mekke ve Medine'yi imparatorluğa katan Yavuz Sultan Selimle de padişah isimlerinin basma Emirü'l-mü'minîn ve Hâdimü'l-Harameyn sıfatları eklenecekti. Böylece Osmanlılar'da devlet ve hâkimiyet anlayışı daha İslâmî bir karakter kazanmıştı. Zaten Kanunî Süleyman'dan itibaren artık Osmanlı padişahları için Halîfe-yi rûy-i zemîn ve Halîfe-tü'1-müslimîn yani yeryüzünün ve Müslümanların halifesi unvanları kullanılmaya başlanmıştır. Burada dinî otorite ile siyasî otorite sıkı sıkıya birbirine bağlı gözükmektedir. Ancak II. Abdülhamid döneminde (1876–1909) ve daha sonra, Osmanlı hükümeti “Müslümanların halifesi” sıfatını siyasî maksatlar için kullanmak istemiş ve yeni bir yorumla halife bütün Müslümanların dinî lideri gibi telâkki olunarak siyasî otoriteden tecrit olunmuştur.

Osmanlılar'ın klasik dönemlerinde hükmetme yetkisinin padişahlara kimler tarafından verildiğini göstermek için, IV. Mehmet (1640-1687) 'in cülus fermanındaki bazı ifadeler çok dikkat çekicidir. Bu fermanı H. İnalcık, şu şekilde özetlemektedir: “Tanrı'nın inâyetiyle ve şahsımdaki istidat sayesinde sultan olup vezirlerin, ulemanın ve halkın reyleriyle saltanat tahtına oturtuldum ve camilerde hutbede ve sikke üzerinde ismim zikrolundu, siz valiler ve kadılar bu yazıyı alır almaz derhal şehir ve köylerde halka cülusumu ilan edip hutbeyi adıma okutturasınız”.

Yukarıdan beri anlatılan gelişmelerdeki ve özellikle son ifadelerdeki İslâmî ruhu sezmemek mümkün değildir. Bununla birlikte, padişahların elinde bulunan bu hakimiyetin halk üzerine nasıl yansıdığını anlatmaya geçmeden önce, Kur'an ve Sünnet'teki hakimiyetle ilgili görüşü kısaca hatırlatmak yerinde olacaktır.

İslâm'ın temel inancı, Allah'ın birliğine imandır. Bu iman toplumun bütün temayüllerini bir merkeze yöneltir. İnsan hayatının her bölümünde ikiliğin ortadan kaldırılmasını hedef alır. Bu birlik inancı Kur'an'da sık sık tekrarlanır. Allah'tan başka tanrıların varlığı sözkonusu olsaydı, âlemin hercümercden kurtulamayacağı vurgulanır. İslâm'a göre insan hayatı bir bütündür, bölünmez. Her şeyde birlik aranır. İnsan ile insan arasında tam bir hukuk eşitliğine ******üren niyette birlik, bir merkeze yönelmede birlik, aynı kanuna riâyetten doğan birlik, İslâm'ın temel prensiplerinden birkaçıdır. İslâm devletinin sosyolojik temeli, yukarıda bahsettiğimiz insanlar arasındaki eşitliğin tabii neticesi olan sözleşmedir. Akabe biatleri, Medineliler ve Muhacirler arasındaki kardeşlik sözleşmesi, Medine'de Müslümanların ve yahudilerin siyasî bir topluluk kurarak Peygamberi en yüksek merci olarak tanımaları, bu siyasî sözleşmelerin ilk örnekleridir. Her şeyin Allah'ın insana bir emaneti olduğu inancı da İslâm devletinin esas prensiplerinden biridir. Mülk Allah'ındır, insan tasarruf ettiği şeylerde sadece intifa hakkına sahiptir. Kur'an'ın birçok yerinde, iktidarın Allah tarafından verildiği, dolayısıyla istediği kişiye iktidarı devredebileceği belirtilmektedir. İnsan yalnız bir hissedardır ve elinde ne tutarsa onu Allah ve hakikatte bütün topluluğun menfaati için tutar. “İslâm akidesine göre hiçbir kimse otokrat (müstebid, mutlak hükümdar) olamaz. Siyasî iktidarın bu manada esası vekâlettir ve şüphe yok ki bu bir mesuliyeti gerektirir. Bundan başka mutlak hâkimiyet veya mülkiyet fikri ister siyasî, ister şahsî mânâsında olsun İslâm'ın ruhuna tamamiyle yabancıdır; zira her şeyin sahibi Allah'dır ve bu itibarla dünyevî mânâsında Topluluk (cemiyet) dur ve onu kullanan şahıs tarafından emanet olarak tutulur. Bu tahdid siyasî iktidarı elinde tutan herkese de şamildir. Emaneti yüklenecek kişilerde aranacak temel şart ehliyet ve liyakattir. İslâm'da siyasî iktidarı elinde bulunduran kişi veya kişiler, Kur'an tarafından beyan edilen umumî prensipleri kabul etmek ve iktidara mukaddes bir emanet gibi bakmak ve iyi fiil ve hareketlerde bulunmak mecburiyetindedirler. Bu çerçeve içinde, yöneticiler, şahsî menfaatleri için değil fakat cemiyetin yararına olmak şartıyla kanunlar yapmakta serbesttirler. Kanunlar adaletin teminatıdır. Sosyal, siyası ve ekonomik hayatın temeli adalettir.

Her şeyden önce bir İslâm devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, hâkimiyeti altında bulunan ülkeler üzerinde yaşayan topluluklarla olan münasebetlerini yukarıda özetlemeye çalıştığımız esaslar çerçevesinde düzenlemeyi ana görevi saymaktaydı. Yönetimi altında bulunan insanların şer'î kanunlar çerçevesinde sevk ve idare edilmesi Allah tarafından kendisine emanet edilen Halife-Sultan, bu emaneti tek başına gerçekleştiremeyeceğinden her seviyede yetenekli yardımcılar bulmak zorundaydı, diğer bir ifadeyle devlet görevlerini kabiliyetli ve ehliyetli kişilere tevdi etmek mecburiyetindeydi. Emaneti ehline teslim etmek nazariyede kalmamış, Osmanlı Devleti gelişmesinin doruk noktasına çıktığı dönemlerde bu nazariye uygulamada da kendisini göstermişti, daha doğrusu o, bu uygulama sayesinde sağlam bir idarî sistem kurabilmişti. Bu duruma yabancı yazarlar bile tanıklık etmektedir. XVI. asır ortalarında Avusturya İmparatorunun elçisi Busbecq şöyle yazmaktadır:

“Biz huzurda iken büyük bir kalabalık vardı. Vilâyet beylerbeylerinden birçoğu hediyeleriyle gelmişlerdi. Bütün hassa süvarisi, sipahiler, gurebalar, ulûfeciler burada bulunuyordu. Birçok da yeniçeri vardı. Bu koca mecliste hiçbir adam yoktur ki, haiz olduğu mevkii ve rütbeyi kendi şahsî liyakat ve cesaretine borçlu bulunmasın. Hiç kimse sırf filanın neslinden gelmiş olmak dolayısıyla diğerlerinden mümtaz bir mevkie çıkmaz. Her adama uhdesindeki vazife ve memuriyete göre hürmet edilir. Bundan dolayı, burada merasimde tefevvuk kavgası yoktur. Herkesin ifa ettiği vazifeye göre tayin edilmiş bir mevkii vardır. Herkese bizzat sultan vazife ve memuriyetlerini tevcih eder. Bunu yaparken ne zenginliğe ehemmiyet verir, ne boş rica ve dualara. Bir namzedin haiz olabileceği nüfuz ve şöhreti hiç düşünmez. Yalnız liyakate bakar, seciye arar, fıtrî kabiliyet ve istidadı düşünür. İşte bu suretle her adam istihkakına göre mükâfat görüyor. Memuriyetlerin başında o vazifeleri görmeye hadim, kimseler bulunuyor. Türkiye'de herkes kendi mevkii ve ikbalinin banisidir. Sultanın hükmü altında en yüksek mevkilere çıkmış olanlar çok kere çobanlıktan yetişmişlerdir. Bunlar böyle küçük mevkiden doğmuş olmaktan utanmak şöyle dursun, bilâkis bunu bir iftihar vesilesi telâkki ederler. Ecdatlarına ne kadar az borçlu bulunurlarsa kendilerini müftehir olmakta o kadar haklı görürler. Türkler insanlarda meziyetin irs tarikiyle intikal ettiğine, bir miras gibi elde edildiğine inanmazlar. Bunu kısmen Allah'ın bir ihsanı, kısmen de çalışmanın, zahmetin ve gayretin mükâfatı diye telâkki ederler. Nasıl güzel sanatlara, musikiye yahut riyaziye ve hendeseye istidat ırsî bir şey değilse, bir oğul nasıl mutlaka babasına benzemek lâzım gelmezse seciyesinin de irsi olmadığına, bir oğlun babaya benzemek lâzım gelmediğine, meziyetleri kendisine Cenab-ı Hak tarafından bahsedildiğine kanidirler. İşte bu suretle, Türklerde şeref ve makam, idarî mevkiler liyakat ve maharetin mükâfatıdırlar. Namussuz, tembel ve atıl olanlar hiçbir zaman yükselmezler, ehemmiyetsiz ve hakir bir halde kalırlar. Türklerin neye teşebbüs ederlerse muvaffak olmalarının, hâkim bir ırk haline gelmelerinin ve her gün hükümetlerinin hudutlarım genişletmelerinin hikmeti bundadır”.

Busbecq'in bu ifadeleri, Osmanlılar'ın İslâm'daki emaneti ehline verme prensibine ne derece riayet ettiklerini açık bir şekilde göstermektedir. Diğer taraftan, emaneti elinde bulunduran, yani yönetimde herhangi bir göreve tayin olan kişilerin mutlaka adaletle hareket etmeleri de İslâm geleneğinden Osmanlılara devrolunan ve hâkimiyetin uygulanmasında temel kavram niteliği taşıyan en önemli unsurlardan birisidir. Burada ehemmiyetle belirtmek gerekir ki, Osmanlı öncesi İslâm devletlerinde olduğu kadar Osmanlılar'da ve hatta Türkiye dahil bugün bütün İslâm dünyasında da, her hafta bütün camilerde okunan hutbeler şu âyet-i kerîme ile tamamlanmaktadır: “Şüphesiz ki Allah, adaleti, iyiliği, yakınlardan (ihtiyaç sahiplerine) vermeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, (aklın, örfün ve şer'in hoş görmediği) kötülüğü ve her çeşit zulmü ve (haksız) tecavüzü meneder. Dinleyip anlay asınız diye size öğüt verir”. Sürekli olarak tekrarlanan böyle bir uyarının sosyolojik açıdan her seviyedeki halk üzerinde yapacağı tesirin ne derece büyük olacağını tahmin etmek güç değildir. İşte bu ve benzeri hükümler tarihî süreç içinde gelişerek Türk hâkimiyet felsefesinin temel unsurlarından birini oluşturmuştur. Orta Asya'da Kaşgar Türk-İslâm kültür ortamında kaleme alınmış olan Kutadgu Bilig'de yer alan, İran'da, diğer İslâm ülkelerinde ve Osmanlılarda sık sık rastlanan adaletle idare etme anlayışı, “dâire-i adliye” yani adalet dairesi veya hakkaniyet çemberi denen bir formülle izah edilmiştir. Bu formüle göre,

1. Devlet ve mülk, yani ülke ve insanı birleştirerek devlet kuracak iktidara sahip olmak, diğer bir ifadeyle hâkimiyeti elde bulundurmak, sağlam bir orduyu gerektirir,

2. Ordunun teşkili ve bakımı hükümdarın servet sahibi, devletin zengin olmasına bağlıdır,

3. Devletin zengin olması için, halkın zengin ve müreffeh olması şarttır.

4. Halkın refahı ve zengin olması da kanunların adil olmasına bağlıdır,

5. Devlet ve mülk olmadan adaleti sağlamak da mümkün değildir.

Bunlardan biri yok oldu mu, herşey yok olur, ne devlet kalır ne de mülk yani hâkimiyet .

Daha önce de belirtmeye çalıştığımız gibi, Devlet, bir milletin siyasî, askerî, hukukî, vs... müesseselerinin bütünüdür. İşte bu “adalet dairesi” veya “hakkaniyet çemberi”nde, Osmanlılar'a göre, bu müesseselerin varoluş gerekçelerini ve birbirleriyle olan ilişkiler ağını görmekteyiz. Bu ilişkilerde temel rolü adalet kavramı ve müesseseleri oynamaktadır. Gaye ise halkın mutlu kılınması, refah içinde yaşatılmasıdır. Diğer müesseseler ise, bu gayeye ulaşılabilmesi için adaletin gerçekleştirilmesine yardımcı olacak müesseselerdir. Bu müesseseler halkasının kilit noktasını Osmanlı anlayışına göre, adaletin teşkil ettiğini gösteren en büyük delil, halkaya adalet dairesi veya hakkaniyet çemberi denilmesidir. Nitekim bu teorik anlayışın uygulamaya da yansıdığını görmekteyiz.

Her şeyden önce, Osmanlı Devleti'nin bir hukuk devleti olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Şer'î hukuku devletin temeli olarak kabul eden Osmanlı yöneticileri, kendi örf ve adetlerinden hareketle bu hukuku geliştirmiş ve yeni kanunlar ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, Fatih ve bilhassa Kanunî tarafından yapılan ve toprak rejimi, İmparatorluğun umumî emniyeti ve cezaî müeyyidelerle ilgili olan kanunlar, Osmanlı tarihinde meşhurdur. Sultan Süleyman, Kanunî lâkabını kanun yapıcılığından almıştır. Örften hareketle kanun yapılmasını gerekçe göstererek Osmanlı hukukunu, şer'î hukuk ve örfî hukuk diye ikiye ayırmak, kanaatimize göre, sunî bir ayırımdır. Zira bizzat örf, İslâm hukukunun kaynakları arasında bulunmaktadır . Hatırdan çıkartmamak gerekir ki, Osmanlı hukukçularına göre de, örfe dayalı kanun yapılabilmesi için, İslâm hukukunun diğer kaynaklarının dışında kalmış bir durumun ortaya çıkması, bu konuda Müslümanlar arasında yaygın bir tutum ve anlayışın yaşamakta olması, padişahın iradesinin bu istikamette bulunması, ortaya konulacak hükmün İslâm toplumunun hayrına ve adalete uygun olması gerekiyordu. Böyle bir kanunlaştırma hareketi, zamanla gelişen ve değişen şartlar içinde ortaya çıkan yeni meselelerin İslâm hukuku esprisi içinde, İslâm hukukunun kaynaklarından biri olan örfe dayanarak çözümlenmesi ve İslâm hukukunun geliştirilmesi demekti. Nitekim, H. İnalcık da, Osmanlı Devletinin kuruluşundan iki yüz yıl sonra şer'î hukukun devletin her türlü çalışmasına egemen olduğunu savunmakta ve delil olarak da şeyhülislâmların her tür devlet fermanı için fetva vermeleri olgusunu ileri sürmektedir.

Bu konuda E. Kuran, “Yakın Doğu memleketleri XV, XVI ve XVII. asırlarda, Osmanlı Türkleri'nin idaresi altında, Avrupalı tarihçilerin «Pax ottomana» adını verdikleri uzun bir barış dönemi yaşamışlardır. Bu geniş topraklarda meritokrasi esasları tatbik ediliyor, adalet hüküm sürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu pek tabiî ki, bir İslâm devletiydi ve şeriat hükümlerine tâbiydi. Ancak, Osmanlı padişahları pratik mülahazalarla devleti örfî kanunlarla idare ediyorlar, Ebussuud Efendi gibi, devlet menfaatini gözönünde bulunduran şeyhülislâmlar, verdikleri fetvalarla sözkonusu kanunları serileştiriyorlardı” demektedir ki, şüphesiz, padişahların “pratik mülahazalarla” örfî kanunlara başvurması, şeyhülislâmların devletin, daha doğrusu kamunun menfaatini ön planda tutması ve fetvalarıyla örfî kanunları serileştirmeleri, yine İslâm hukukunun temel esasları çerçevesinde ve bu hukukun kendilerine verdiği yetkilerle gerçekleşiyordu.

Tanınmış bir İslâm hukuku araştırıcısı olan J. Schacht, bir araştırmasında, Osmanlı vakıasının İslâm hukuk tarihinde çok önemli bir olay olduğunu, Türkler'in İslâm'ı diğer milletlerden daha ciddiye aldıklarını, İmparatorluğun başlangıçta zıt eğilimlere sahne olmasına rağmen “onaltıncı yüzyılın başlarında; İslâm bilginlerini ve özellikle İslâm hukuku uzmanlarını teşkil eden ulema tarafından temsil olunan Sünnî İslâm'ın zafere ulaştığını; Osmanlı sultanlarının İslâm hukukunu cemiyet üzerindeki nüfuzu bakımından en yüksek derecesine ulaştırdıklarını; onların, adaletin tevziini tamamıyla şeriata dayandırdıklarını, hatta sivil idarenin en küçük birimini kadının selâhiyeti altında bulunan kaza olarak kabul ettiklerini; Ebussuud'un Osmanlı İmparatorluğu'nun idarî hukukunu teşkil eden kanunu şeriatla uzlaştırmayı” başardığını vurgulamakta ve şöyle devam etmektedir:

“Osmanlı Sultanları, yalnız kutsal hukuka bağlılıkları ile değil, aynı zamanda kendi teşri'î faaliyetleri ile de temayüz etmişlerdir. ... Osmanlı sultanları büyük bir samimiyetle gerçek kanunları teşkil eden kanun ve kanunnâmeleri koymuşlar, bu şekilde yapmakla hukuku ihlâl etmediklerine veya ona zıt bir davranışta bulunmadıklarına, fakat onu dini bakımdan hiçbir farkı olmayan yasalarla tamamladıklarına inanmışlardır. Gerçekte bu Osmanlı kanunnâmelerinin en eskisi olan Mehmed II (1451-1481 )'nin kanunnâmesi, sık sık İslâm hukukuna başvurur ve onun kavramlarını şerbetçe kullanır”.

J. Schacht'ın şu değerlendirmesi de son derece dikkat çekicidir: “Osmanlı İmparatorluğunda XVI. yüzyılda hukuk nizamı, sadece birlik arz etmesi bakımından bile, çağdaş Avrupa'da hâkim olan hukuk düzeninden çok üstündü; fakat sonraları imparatorluğun gerilemesi, ona mutlak bir surette ters bir etkide bulundu. Mahmud II (1808-1839)'nin güçlü bir şekilde başlatmış olduğu ıslahat teşebbüsleri, zarurî olarak şeriatla çatışmaya yol açtı. Mahmud'un halefi olan Abdülmecid (1839-1861) tarafından çıkarılan Gülhâne hatt-ı hümâyununda (1839 yılı nihâyetinde) Müslüman ve Müslüman olmayanlar ilk defa birlikte “tebe'a” adını almışlardır. Bunu takip eden yıllarda, Avrupa'daki örneklerine uygun olarak Tanzimat hareketi başlamıştır. Bu hareketin önemli ilk işi ticaret kanunnamesinin ilanı olmuş ve hukuk konularının biri diğerini takip ederek, İslâm hukuku çerçevesinden çıkmıştır”.

Bu mütalaalar göz önünde bulundurulduğu zaman, klasik dönem Osmanlı hukukunu şer'î ye örfî hukuk diye ikiye ayırmanın doğru olmadığını, bunun Türk örfünü de özümleyen bir Türk-İslâm hukuk sentezinden ibaret bir bütün teşkil ettiğini vurgulamak gerekmektedir. İşte bu hukukun uygulanması için, bütün Osmanlı ülkesi, aslında adlî bir birim olan ve kaza denen kadılıklara ayrılmıştı. Burada da “hakkaniyet çemberi” felsefesinin, idarî teşkilâtlanma ve müesseseleşme üzerindeki, diğer bir ifadeyle hâkimiyetin halka yansımasındaki tesirini görmekteyiz.

Bilindiği gibi, kaza, kadının yargı alanına giren bölge manasına gelmektedir. Her kazanın başında bir kadı bulunmaktaydı. Osmanlı kadısı, hem hâkim, hem mülkî âmir hem de belediye reisi görevleriyle yükümlü bir kişiydi. Gerçekten kadı, her şeyden önce, şer-i şerif de denen mahkemenin başkanıydı. Bu mahkeme halk arasındaki her türlü hukukî ve cezaî ihtilafları halletmeye yetkiliydi. Noterlik işleri de burada yapılmaktaydı. Kadı, adlî işleri yürütebilmek için, naipler, kâtipler, hademeler, muhzırbaşı ve muhzırlar gibi geniş bir yardımcılar kadrosuna sahipti. Osmanlı mahkemesinin en dikkat çekici unsurlarından birisi, muhakemenin yapılış tarzını gözlemekle yükümlü olup, şühûdü'l-hâl adını taşıyan ve müderrisler, ayan, eşraf gibi şehrin ileri gelenleri arasından seçilen beş altı kişilik bir gruptur. Kadı davaya baktığı sırada bu kişilerle müşaverede bulunabilmekteydi. Bilhassa bunlar, hukukun örfî yönleri ve mahallî âdetler konusunda kadıya yardımcı olmaktaydılar.

Mahkemenin kararları hakkında, müftülükten veya şeyhülislâmlıktan görüş istenebilir veya dâva Divan'da gördürülebilirdi. Bu müesseseler, bir bakıma, birinci, ikinci ve üçüncü derecede temyiz müessesesi fonksiyonunu icra etmekteydiler.

Osmanlılar'ın bu adalet sistemi, “hakkaniyet çemberi” dedikleri devlet anlayışlarına da uygun olarak, gerçekten, İmparatorluğun kuruluş ve yükselişinde, XV. ve XVI. asırlarda halkın refah içinde yaşamasında son derece müessir olmuştur. Hattâ S. Shaw kadıları, Osmanlılar'ın çöküşünü geciktiren faktörler arasında saymakta ve bu konuda şöyle demektedir:

“... Şaşırtıcı olan şey, çöküş döneminde imparatorlukta salgın halini alan karışıklıklar ve başkaldırılar değil, imparatorluğun daha üçyüz yıl bütünlüğünü koruyabilmesi ve zaman zaman kaybettiği itibarı ele geçirerek modern çağların başlangıcına kadar Avrupa'nın büyük bir gücü olarak kalabilmesidir”. Bu karışıklıklar ve isyanlar karşısında, Osmanlı toplumunun “temel yapısı, anarşinin en kötü etkilerine karşı halk kitlelerinin dayanmasını sağlayabilmişti. Pek çok yerde kadılar ve dinî liderler, mahallî idarecilerin başlıca yardımcıları olarak mühim vazifeler ifa etmişlerdir”.

Osmanlı adliye teşkilâtı hakkındaki bu kısa açıklamalar, Osmanlı hâkimiyet anlayışının teorik bir unsurunu teşkil eden hakkaniyet çemberinin, uygulamadaki etkisi hakkında bize bir fikir verecek niteliktedir. Ancak konunun çok daha geniş boyutlar içinde tahlil edilmesi gerekir. Özellikle; bir taraftan, siyasetnamelerden ahlâk kitaplarına kadar, devlet ve hâkimiyet ile ilgili bilgi ihtiva eden ve Osmanlılardan bize kalan bütün teorik kitaplar sistemli bir şekilde tahlil edilerek, Osmanlıların teorik devlet ve hâkimiyet anlayışları ortaya konulurken, diğer taraftan da, Tahrir Defterlerinden Şer'iye Sicillerine kadar uzanan vesikalar külliyatı da tahlil edilerek, Osmanlı devlet. ve hâkimiyet anlayışının uygulanış biçimleri de açık seçik gün ışığına çıkarılmalı, ve teori ile uygulama arasında mukayeseler yapılmalıdır. Bu tür çalışmalar, burada bir kaçını sıralayacağımız başka soruların ortaya çıkmasına da zemin hazırlayacaktır: Teorik anlayış ve uygulama arasında imparatorluğun başlangıcından sonuna kadar uyum sağlanabilmiş midir? Özellikle adalet, devletin teşekkülünde rol oynayan diğer faktörler arasındaki önceliğini ne zamanlar ve ne ölçüde koruyabilmiştir? Bunlar arasında rol değişikliği olmuşsa, meselâ ordunun güçlendirilmesi veya servet biriktirilmesi, adaletin gerçekleştirilmesinin ve halkı mutlu kılmanın vasıtaları olmaktan çıkıp başlı basma gayeler haline gelmişse, bunun sebebi nedir?

Ortaya koymaya çalıştığımız kontekst içinde, bunlara benzer yüzlerce soru birbirini takip edebilir. Ancak, bu soruların çözümünü uzun vadeli çalışmalarda ele almak üzere bir yana bırakarak, şimdi burada klasik dönemde Osmanlı hâkimiyetini ayakta tutan devlet teşkilâtının bir panoramasını çizmek yerinde olacaktır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt