Osmanlı Cemiyeti ve Hukuk

OSMANLI CEMİYETİ VE HUKUK




A) OSMANLI CEMİYETİ

Osmanlı Devleti'nde cemiyet iki ana gurup altında ele alınabilir. Bunlardan birincisi Askerî adı altında toplanan ve görevleri icabı vergilerden muaf olan kısım; ikincisi ise şehirliler, köylüler ve göçebe aşiretlerin meydana getirdiği Reâyâ denilen vergi mükellefi guruptu. Bunlara aslında reayadan olup, padişah beratıyla bir kısım vergilerden muaf tutulan ve askerî ile raiyyet arasında muaf ve müsellem reâyâ adıyla anılan bir bakıma serbest bir zümreyi de eklemek gerekir. Osmanlı toplumundaki bu sınıflaşma tâbi oldukları görevleri dolayısıyla olup, bütün kanun ve nizamlar, sınıfların hukukî yapısına paralel bir biçimde ele alınmıştır. Osmanlı toplumu Avrupa'dan farklı olarak sınıflar arasında aşılmaz duvarlarla birbirinden ayrılmamış, padişah beratiyle askerî sınıftan bir kişi reayaya dâhil olurken, reayadan herhangi bir kimse de beratla askerî statüsü kazanmıştır.

a)Askerî Sınıf

Osmanlı Devleti'nde idarî sisteme bağlı olarak bugünkü manada hem askerlik hizmeti yapanlar; hem de memur statüsünde bulunanlar bu sınıfı teşkil etmekteydiler. Bunlardan gerçek anlamda askerlik hizmeti yapanlar, bu hizmetleri karşılığı, devletten yıllık olarak bir yerin veya köyün gelirini kendileri adına toplama yetkisini almışlardı. Bu türden ücret alanlar dirlik (yaygın deyimiyle timar) erbabı olarak bilinen tımarlı sipahiler, sancakbeyleri, beylerbeyileri, vezirler ve Enderun ağaları gibi yüksek devlet memurlarıydı. Osmanlı tarih terminolojisinde Ümera adı verilen dirlik erbabı, ancak vazifede bulundukları süre içinde askerî sıfatınıı taşırlardı. İş hayatına girmeleriyle bu sıfatları kalkar ve raiyyet sınıfına dâhil olurlardı.

Memur sınıfı ise, hizmetleri karşılığı devlet hazinesinden gündelik alanlarla, yine hazineden veya vakıflardan gündelik alanlar olmak üzere iki kısımda mütalâa edilmiştir. Bunlardan birinciler “Ulufe” adıyla gündelik alırlardı ki, Kapıkulu askerleri, Enderun hizmetlileri, kale koruyucuları, subaşılar, asesbaşılar ve benzeri görevliler (Ulufe erbabı) bu sınıf içinde telâkki olunmakta idi. İkinci guruba dahil olanlar ise kadılar, müderrisler, medrese talebeleri ve mezunları ile bunların yanında çalışanlar ve akrabaları olup, ilmiye ismi altında vergilerden muaf tutulmaktaydılar. Bunlar, vazife veya cihet adı altında aldıkları ücretin özelliği dolayısiyle ehl-i cihet olarak da isimlendirilmişlerdir.

b)Reâyâ

Vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçer tabir edilen göçebe aşiretler bu guruba dâhil idiler. Reâyâ olarak sınıflandırılmalarına rağmen bu gurupların iktisadî bakımdan birbirinden farklı yapı ve özelliklere sahip olmaları, her birini ayrı ayrı ele almayı gerektirmektedir.

1-Şehirliler

Osmanlılar'da reâyâ Raiyyet rüsumu adı verilen çift resmi, bennâk, mücerred resimleri, Hıristiyan unsurlardan alınan ispençe, zaman zaman devletin olağanüstü bir durum karşısında yüklediği avârız-ı divaniyye ve öşür gibi vergileri vermek durumundaydı. Buna karşılık Osmanlı şehir ve kasabalarında yaşayan halk, ziraatle meşgul olmadıkları ve şehirlerin büyük bir iktisadî ve sosyal birliğin merkezi olması dolayısıyla, devlet tarafından daha farklı biçimde vergilendirilmiştir. Şehir ahalisi genellikle ticaret, endüstri ve benzeri işler yapan, geçimini ve kazancını bu gibi işlerden sağlayan kimselerden teşekkül etmekteydi. Genelde esnaf olarak adlandırılan bu gibiler, devlet ekonomisine, pazarlarda sattıkları mallar dolayısiyle verdikleri vergilerle katkıda bulunmuşlar, buna bağlı olarak da meydana getirdikleri teşkilâtlar sayesinde idarede söz sahibi olmuşlardır. Özellikle şehirlerdeki esnaf teşkilâtları tarafından mal standardının temini ve tüketiciyi koruma düşüncesi, iktisadî hayatın canlanmasına ve toplum düzenin teminine yardımcı olmuştur.

Osmanlılarda şehirlilerin teşekkülü ve gelişmesi, bir kısım sosyal tesislerin inşası ile yakından alâkalı görülmektedir. Nitekim şehirlerde tesis edilen imaretler, ihtiyaç sahibi her inanç ve milletten kimselerin buralara akın etmesine yol açmıştır. İmaretlerin yanı sıra dinî eserler (cami, mescit, tekke, türbe, zaviye), medrese, han, hamam, hastane, çarşı, fırın, boyahane, salhane, suyolları ve kanalizasyon gibi bir şehrin teşekkülünde rol oynayacak tesislerin yapılmasıyla bu akın artmıştır. Ayrıca şehirlerin, dağ ve ova köylerinin arasında bir pazar ve değişim noktası olması özelliği de bu hususta tesirli olmuştur.

XV. yüzyıl sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında bazı Osmanlı şehirlerinin nüfuslarına gelince: Haleb'in 1519'da yaklaşık 56.000, Selânik'in 1478'de 9.500, Kayseri'nin 1500'de 9.300, Tokat'ın 1455'de 14.400, Sivas'ın 1455'de 2.800, Serez'in 1465'de 4.900 idi.

Osmanlı şehirleri, varlıklarını ve gelişmelerini kuruluş yerlerinin iyi seçilmiş olmasına borçlu idiler. Özellikle yol üzerinde ve ticaret sahalarına (pazar yerleri, iskeleler) yakın alanlarda kurulması nüfuslarının artmasına sebep olmuştur.

2-Köylüler

Şehir halkından ayrı olarak diğer bir üretici sınıf da köylüler yani çiftçilerdi. İmparatorluğun ekonomik yapısı ziraata dayandığından, bu işle meşgul köylülerin devlet açısından ne kadar önemli olduğu aşikârdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemindeki genel yapısı, Osmanlı toplumunun diğer bir unsuru olan konar-göçerleri ziraat sahalarında (mezra) küçük çapta tarımla uğraşmaya zorlarken, bir yandan da onların köyler kurarak yerleşik vaziyete geçmelerine zemin hazırlamıştır. Zira Rumeli'de fütuhatın genişlemesiyle, Anadolu'da büyük bir nüfus potansiyeline sahip konar-göçerler, devlet tarafından güvenlik açısından yeni fethedilen yerlere nakledilmişler ve buralarda köyler tesis ederek yerleşik hale geçmişlerdir. Anadolu'da ise daha Anadolu Selçukları zamanından itibaren köyler teşkil edildiği görülüyor. Beylikler döneminde de toprak Selçuklularda olduğu gibi timar, vakıf, mülk, yurt olarak ayrılmış, bu topraklar üzerinde ziraat yapan köylüler, elde ettikleri mahsulün vergisini vermek suretiyle mükellefiyetlerini yerine getirmişlerdir. Osmanlılar, Anadolu Beyliklerinden aldıkları topraklar üzerinde geçerli olan bu nizamı ilk zamanlarda değiştirmeyerek, olduğu gibi kabul etmişlerdi. Nitekim Osmanlılar'in XVI. yüzyıl başlarında ele geçirdikleri Güneydoğu Anadolu ile Çukurova'da, eskiden beri devam eden kanunları birkaç istisnasiyle aynen aldıkları görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı reayası da bu devlet ve beyliklerde olduğu gibi fetihten sonra devlete ait sayılan topraklar üzerinde ziraat yapmak ve buna karşılık elde ettiği ürünün öşrünü vermekle mükellefti. Ancak köylü, ektiği toprağın, diktiği meyveli ağacın, bağın ve kovanın öşür ve resmini doğrudan doğruya devlet hazinesine vermeyerek, devletin bir hizmet mukabili bu toprakları terk ettiği sâhib-i arza veya vakıf ise vakfa, birine temlik edilmişse o mülk sahibine vermek durumundaydı. Bununla birlikte şurası da belirtilmelidir ki, Osmanlı idaresi, bir müddet geçtikten sonra önceden var olan hükümleri, bazı ihtilâfa ve hoşnutsuzluğa sebebiyet verdiği için kendi kanunlarına göre tadil ederek bu gibi yerlerde Osmanlı kanunlarını geçerli hale getirmiştir. Nitekim Sis (= Kozan)'in Osmanlı topraklarına katılmasından sonra yapılan 1519 tarihli ilk tahririnde Memlûk kanunları aynen bırakılırken, bundan yaklaşık beş yıl sonra yapılan (1523–1524) tahrirde Memluk ve Osmanlı kanunlarının birlikte geçerli kılındığı, 1536–1537 yılına ait tahrirde yer alan kanunnâmede ise tamamen Osmanlı kanunlarının câri olduğu görülüyor. Keza yine 1519 tarihli Behisni (= Besni) kanunnamesindeki kayıttan, reayanın, sancaklarında Osmanlı kanunlarının geçerli olmasını istedikleri ve devletin bunu kabul ettiği anlaşılmaktadır.

Osmanlı Devleti'nde Müslüman reayadan tekâlif-i örfiyyeden olarak bir çiftlik yere (Bir çiftlik yer arazinin verimine ve sancağına göre değişmekteydi. Meselâ Aydın Sancağı'nda verimli ve sulak arazide altmış dönüm, orta halli arazide seksen dönüm ve az verimli arazide yüzotuz ilâ yüzelli dönüm bir çiftlik sayılmaktaydı. Karaman'da bu miktar iyi yerden altmış, orta yerden seksen veya doksan, verimsiz olduğu takdirde de yüz veya yüz yirmi dönüm bir çiftlik yer olarak kabul edilmişti. Diyarbekir'de ise iyi yerde seksen, orta yerde yüz ve verimsiz yerde yüzelli dönüm bir çiftlik itibar olunmuştur. Osmanlı dönümü normal adımla kırk adım kareden meydana gelmekteydi) olduğundan şer'î vergilerden telâkki edilmektedir. Bir çiftlikten az yeri olup, yarım çift(nîm çift) yere ziraat yapan reayadan ise çift resminin yarısı alınırdı. Eğer sipahi çiftliğin fazla olduğundan şüphelenir ve yerin hakiki yüzölçümünü bilmek isterse ölçer ve fazlası için dönümüne dönüm resmi adı altında muayyen bir vergi alırdı. Defterde çiftlik olarak kayıtlı bir toprak sahipsiz kalırsa, çeşitli kişiler arasında bölünebilirdi. Bu takdirde bu çiftliğin eski haline getirilmesine ve vergilerini ödemeğe istekli bir köylü çıkarsa, kadı kanalıyla bu çiftliğe ait arazi kimin elinde olursa olsun alınır ve o kişiye verilebilirdi. Bir çiftlik en çok nîm çift olarak bölünebilirdi. Bununla birlikte tahrir esnasında (Tahrîr Defterleri Osmanlı idarî teşkilâtının en önemli birimlerinden olan sancaklarda, vergi veren-vermeyen, hâne veya bekâr, dul veya evli, sakat, âmâ, yaşlı her türlü insanın kaydedildiği vergi defterleridir. Bunlarda ayrıca meslekler, mahalle, köy, mezra ve meralar, üretilen ürünler ve buna karşılık ödenen vergiler, sahip olunan hayvanlar, cami, han, hamam, çarşı, zaviye, tekke manastır, kilise ve kervansaraylar, vergi mükellefi ve vergiden muaf tutulanlar, askerî guruplar v.s. yer alırdı.) deftere çift olarak kaydedilmeyenler, sonradan bir çiftlik yere sahip oldukları takdirde çift resmi ödemekle mükelleftiler. Bu kişilerin bennâk, mücerred, dul veya askerî sınıftan olması, hatta sakat ve hastalık gibi özrü bulunması bu hükmü değiştirmezdi. Zira kanunnamede belirtildiği üzere “Resm-i çift arza bağlanmıştım prensibi geçerli idi.”. Verginin tahsil zamanı ise XV. asırda harmandan sonra, XVI. asırdan itibaren ise genellikle Mart ayı olarak kabul edilmiştir. Toprağını ekmeyerek boş bırakan veya başka bir sipahinin toprağına giderek ziraat yapan köylü sipahisine Çift-bozan resmi adı altında bir vergi vermek durumundaydı. Bu vergi, devleri o yılki oradan alacağı öşürden mahrum bırakma karşılığı, tazminat olarak alınırdı ki 75 akça idi.

Reayanın yetişkin bekâr oğlanları mücerret olarak isimlendirilip, ziraat edecek herhangi bir yere sahip olmadıkları takdirde mücerred resmi adı altında 6 akça vergi verirlerdi; bazı bölgelerde ise vergiden muaf tutulurlardı. Mücerred evlenince bennâk adı altında vergi mükellefi olurdu. Bunların ziraat için hiç yerleri olmaz veya yarım çiftlikten daha az yerleri bulunurdu. Kanunnâmelerde, defterde mücerred kaydedilen kimselerin evlendikleri veya bir iş sahibi oldukları anda bennâk resmi vermekle mükellef oldukları yer almaktadır.

Bennâkler, ekinlü (= çiftlü) bennâk ve caba bennâk olarak iki kısma ayrılırdı. Yarım çiftten az yeri olana ekinli bennâk, çifti ve hiç yeri olmayana caba bennâk denirdi. Birincilerden 12 akça, ikincilerden ise 9 akça vergi alınırdı. Caba bennâkler, tapu ile tasarruf edecekleri yerleri olmadığı için mücerretler gibi başkalarının topraklarında işçi olarak çalışabilirlerdi. Ayrıca bağlı bulundukları sipahiden tapusuz, yani bir nevi kiralık toprak alarak işleyebilirler ve bunun için dönüm resmi öderlerdi.

Bennâkler, ekinli olsun caba olsun tahrir esnasında deftere yazılırlar, yani bir sipahiye raiyyet kaydolunurlardı. Bunlar çift sahibi kimselerin aksine başka bir sipahinin toprağına gidip çalışabilirler, ancak raiyyet resmini yazıldıkları sipahiye öderlerdi. Bu takdirde bennâk sipahiye hem işlediği arazinin vergisini, hem de bennâk resmini vermek durumundaydı.

Reâyâ bu vergiler haricinde duruma ve şartlara göre duhan resmi adı altında bir vergi daha öderdi ki, umumiyetle bir sipahinin arazisine geçici bir zaman için gelen, yerleşen fakat ziraat yapmayanlara mahsustu.

3-Konar-göçerler

Aslında reayadan sayılan, fakat hayat tarzları bakımından şehirli ve köylülerden ayrılan konar-göçerler, dolayısıyla yerleşik halkın vermekle mükellef tutuldukları vergileri vermez, buna karşılık kendilerine mahsus bir nizam içinde telâkki olunurlardı.

Kuruluş devrinde bir iskân unsuru olarak yeni fethedilen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılan konar-göçerler, yerleşik halka nazaran daha disiplinli ve daha savaşçı bir yapıya sahip idiler. Bununla beraber 1357'den itibaren Rumeli'ye geçirilip, I. Bayezid döneminde gittikçe artan bir şekilde devam eden bu nakiller, Rumeli'de önemli miktarda yerleşik bir Türk nüfusu meydana getirmiştir. Nitekim Fatih devrinde yapılmış tahrir defterlerinden Rumeli'ye sevk edilmiş bu aşiretlerin çoktan yerleşmiş ve toprağa bağlanarak köyler kurmuş oldukları anlaşılmaktadır. Öte yandan Anadolu'da da daha Selçuklu Devleti zamanından başlayarak beylikler zamanında da devam eden bir konar-göçer yerleşmesi olduğu kaynaklarda belirtiliyor. Bu durum Osmanlı Devleti tarafından da sürdürülmüştür. Nitekim son yapılan araştırmalarda tahrîr defterlerine göre 24 Oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğu görülmektedir. Bunlardan Kayı ismini taşıyan 94, Afşar 86, Kınık 81, Eymir 71, Karkın 62, Bayındır 52, Salur 51, Yüreğir 44, Çepni 43, İğdır 43, Bayat 42, Alayuntlu 29, Kızık 28, Yazır 24, Dodurga 24, Begdili 23, Büğdüz 22, Çavuldur 21, Yıva 19, Döger 19, Karaevli 8 ve Peçenek 4 aded idi. Bunun yanı sıra cemaat kethüdalarının ismini taşıyan oldukça önemli sayılara ulaşan bir köy topluluğunun da var olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Osmanlılar'da ilk kanun metinlerinde yörük veya konar-göçerlerden bahsedilmezken, XV. yüzyıla ait olanlarında onlarla ilgili bazı hükümlere rastlanmaktadır. Kanunî devrinde ise yörük nizamlarını, idarî ve malî mükellefiyetlerini ortaya koyan mufassal yörük kanunnâmeleri ortaya çıkmıştır. Anadolu'da yörük kelimesi ile etnik bir mefhum ifade edilirken, Rumeli'de ordu hizmetinde kullanılan askerî bir teşkilât düşünülmüştür. Yörükler'in Rumeli'de yerleşme ve yayılışlarından bahseden 1456–1467 yıllarına ait Dimetoka, Gümülcine, Firecik, İpsala, Keşan ve Yanbolu havalisine ait emlâk, evkaf ve timarları ihtiva eden tahrîr defterleri bu hususta daha aydınlatıcı olmuştur. XIV. asrın ortalarından itibaren Rumeli'de batı ve kuzey yönlerinde yayılan yörükler, gittikleri yerlerde bir timar, has veya evkaf toprağında raiyyet olarak mükellefiyet altına girmişler veya yağcı, küreci v.s. gibi teşekküllere katılarak ayrı bir hukukî nizama dâhil olmuşlardır. Önceleri cemaat reislerinin isimleriyle anılırlarken, sonradan kesif olarak bulundukları yerlere göre Selanik, Vize, Ofçabolu yörükleri v.s. gibi adlandırılmışlardır.

Konar-göçerler kendi aralarında il veya ulus adı altında gruplandırılmışlardır. Bu da kendi arasında boy, aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Her boyun başında da Bey (Boybeyi) ismi verilen ve boyun idarî işlerini yürüten bir kişi bulunurdu. Konar-göçerler yaşayış tarzlarının bir gereği olarak yaylak-kışlak hareketine bağlı idiler. Onların bu hayat tarzı biraz da hayvanlarına otlak bulmak düşüncesinden doğmuştur. Bununla beraber kısmî de olsa küçük çapta ziraatla meşgul oldukları da görülmektedir. Nitekim bu yüzden, raiyyet oldukları halde yerleşik olanlarla aralarında bazı hukukî ve iktisadî farkların ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Kanunnâmelere göre konar-göçerler, hayat tarzları sebebiyle kimseye raiyyet kaydedilmemiş olup, mükellefleri bennâk, mücerred ve kendi kendine yeten haneden ibarettir. Bunun haricinde konar-göçerlerden alınan ve kanunnâmelerde resm-i meraı, bazılarında resm-i ağnam ve resm-i ganem olarak geçen koyun resmi yerliden, yörükten, eşkinciden ve yüzdeciden olmak üzere birkaç çeşittir. Meselâ 1487 tarihli Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi'nde “yürükde ve yerlide resm-i ganem iki koyuna bir akçedir” hükmüyle tespit edilmiştir. Ağnam resminin hesaplanmasında kuzulu koyun kuzusuyla, oğlaklı keçi oğlağıyla beraber sayılırdı. Koyunların sayısı 300 olduğu zaman bir sürü tabir olunur ve 5 akça ağıl resmi alınırdı. Buna karşılık XVI. asırda sürülerin bir tımar sahibinin toprağında otlatılması karşılığı alınan yaylak ve kışlak resimleri, ilk devirlerde alınmamaktaydı. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde bu husus, “Koyunlu yerlü ve yürük yayla ve kışla hakkın virmeye” şeklinde tespit edilmiştir.

Konar-göçerlerden bu vergilerden başka resm-i arus (Gerdek resmi) , yave akçası(Sahipsiz tutulan hayvanlara karşılık alınan bir vergi olup “Kaçkun” da tabir edilirdi.) ve bâd-ı hevâ(Bir kimsenin mal ve mülküne, davarına zarar veren kimseden alınan vergidir.) gibi vergi ve rüsumlar da vardı. Bunun dışında savaş malzemesi üreten bazı oymaklar ise, vergileri yerine imal ettikleri ok ve yay gibi silahları devlete vermek gibi bir mükellefiyete sahiptiler.

Konar-göçer ahali bir sipahiden toprak alarak ziraat yaparsa, diğer reâyâ gibi öşür ve sâlârlık (ağalık, kumandanlık) verdikten başka resm-i boyunduruk adı altında 12 akça resim verirdi. Bununla birlikte konar-göçerlerin asıl meşguliyetleri hayvancılık idi. Bu sebeple imparatorluğun et, süt, yağ, peynir, deri gibi ihtiyacını karşılamakta ve yerleşik halkla ekonomik bir bütünlük sağlamakta idiler.

4- Muaf ve Müsellem Reâyâ

Bu grub içerisinde yayalar, yürükler, müsellemler, Cerahorlar, Canbaz ve Tatarlar yer almakta idi. Bunlardan yayalar ve müsellemler Osmanlı Devleti'nin ilk muntazam askerlerini meydana getirmekte olup, yeniçeri ocağının teşkilinden sonra yavaş yavaş geri hizmete alınmışlardır. Yayalar Anadolu eyaletinin çeşitli sancaklarında bulunup, her ocağın bir yayabeyi vardı. Bunlar savaş zamanlarında yol açmak, hendek veya siper kazmak, top çekmek, gülle ve ağırlık nakletmek, askere zahire taşımak gibi hizmetlerde bulunurlardı. Barış zamanlarında ise ihtiyaca göre kale tamiri, madende çalışma, tersane hizmeti gibi işlerde kullanılırlardı. Rumeli'de aynı hizmeti görenlere yörük denirdi.

Yörükler, Tanrıdağı yörükleri, Kocacık yörükleri, Vize yörükleri, Naldöken yörükleri ve Ofcabolu yörükleri gibi bulundukları yerin ismiyle anılırlardı. Savaş Anadolu'da ise yayalar, Avrupa tarafında ise yörükler sefere giderlerdi. Yayalarla yörüklerin sefere giden nöbetlilerine ellişer akça harçlık verilirdi ki, bunlara ellici denirdi.

Müsellemler ise savaş sırasında ordudan bir-iki gün öncesinden ileri gönderilerek yol, köprü ve ormanlıkları açarlardı.

Sınır boylarındaki ahaliden teşkil edilen ve yol açmak, kale yapmak, ordunun geçmesine engel teşkil eden ormanlıkları kesmek, bataklıkları temizlemek, siper kazmak, ordu ağırlıklarını nakletmek gibi işler yapan Cerahorlar da geri hizmet erbabı olarak yer almaktaydı.

Bunlar gibi aynı gaye ile kullanılan Canbaz ve Tatarlar ise ordunun geri hizmetinde çalışan amele grubundandı. Yaptıkları hizmete mukabil avarız vergisinden muaf tutulmuşlardı.
 
OSMANLI HUKUKUNUN GENEL YAPISI


A) OSMANLI HUKUKUNUN ŞER'Î VE ÖRFÎ KARAKTERİ

Osmanlı hukukuyla ilgilenen araştırıcılar arasında en fazla tartışılan konuların başında bu hukukun genel yapısı ve şer’i örfî karakteri gelir. Bu konuda Osmanlı hukukunun tam anlamıyla İslâm hukukunun bir uygulaması olduğundan tutun da İslâm hukukundan çok sınırlı ölçüde istifade etmiş tamamen orijinal ve farklı bir hukuk teşkil ettiğine kadar birbirinden çok farklı iddialar ileri sürülmüştür. Araştırıcılar tarafından bu kadar farklı sonuçlara varılmış olması mevcut tarihî ve hukukî belgelerin farklı bilgiler vermesinden ziyade bunların farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır.


Şurası bir gerçek ki Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla birlikte yeni ve orijinal bir hukuk sistemi başlamış değildir. Bu devleti kuranlar birçok şeyin yanı sıra o zamana kadar Türk ve İslâm devletlerinde işlemekte olan ve büyük ölçüde müştereklik arz eden bir hukukî yapıyı da tevarüs etmişlerdi. Ancak Osmanlıların almış oldukları bu hukukî mirası hiç değişikliğe uğratmadan uyguladıklarını düşünmek mümkün değildir. Altı asırlık bir süreç içinde ihtiyaç duyuldukça bu hukukî yapıda gerekli değişiklikler ve ilâveler yapılmıştır. Bu değişikliklerin sonrasında bile Osmanlı hukukuyla daha önce tarih sahnesinde yer alan veya çağdaşı olan İslâm ve Türk devletlerinin hukukları arasında büyük ölçüde bir paralellik daima var olmuştur. O halde Osmanlı hukuku denince İslâm hukuku, Roma hukuku, Anglosakson hukuku gibi bütün esasları ve kurumlarıyla kendine has bir hukuk anlaşılmamalıdır. Diğer İslâm ve Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti'nde de hukuk esas itibariyle İslâm hukukundan oluşmaktadır. Bu, İslâm dininin sadece bir inanç ve ibadet esaslarından oluşmayıp hukuku da içine almak üzere hayatın bütün yönlerini düzenleyen bir sistem olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple İslâmiyet'i kabul eden milletler bu kabulün bir gereği olarak İslâm hukukunu da benimsemişlerdir. Bu dinî ve hukukî realite Osmanlılar için de geçerlidir. Ancak Osmanlılar İslâm hukukunu uygularken zamanın gerektiği düzenlemeleri ve ilâveleri yapmaktan geri durmamışlardır.


Bunu yaparken İslâm hukukunun devlet başkanına tanıdığı geniş takdir ve düzenleme yetkisinden yararlanmışlardır. Osmanlı padişahlarının münferit ferman ve kanunlarıyla yapılan bu düzenlemeler zaman içerisinde önemli bir yekûna ulaşınca oluş biçimine bakılarak kendi içinde bir bütün olarak değerlendirilmiş ve ayrı bir isimle anılmaya başlanmıştır. Klasik fıkıh kitapları içinde yer alan ve geçmiş dönemlerde devletin müdahalesinden bağımsız olarak oluşan hukuka şer’i hukuk, padişahların emir ve fermanlarıyla oluşan hukuka da örfi hukuk adı verilmiştir. İşte Osmanlı hukuku esas itibariyle şer’i hukuk ile bunun yanında zaman içerisinde oluşan örfî hukuktan ibarettir.


Tarihî kaynaklarda örfî hukuk terimine İlk defa Fatih döneminde rastlanmaktadır. Bu dönemin tarihçisi Tursun Bey şer’i hukukun yanı sıra örfî hukukun varlığından da söz etmektedir. Aynı döneme ait başka kaynaklarda da bu ayırımdan bahsedilir. XV. asırda Osmanlı idaresindeki Mısır'da yaşamış olan bir haham Osmanlılarda şer'î ve örfî olmak üzere iki çeşit hukuk sisteminin var olduğunu belirtmektedir. İlk örfî verginin bir pazar vergisi (bâc) olarak Osman Gazi zamanında konulduğu göz önüne alınırsa örfî hukukun devletin kuruluşuyla birlikte ortaya çıkmaya başladığını söylemek yanlış olmaz.


Örfî hukukun sadece Osmanlı Devletine has olmayıp diğer İslâm devletlerinde de mevcut olduğu ve ortaya çıkışının çok daha öncelere gittiği anlaşılmaktadır. XIV. yüzyılda yazıldığı anlaşılan bir İlhanlı fermanı suçluların ber vech-i şeriat ve yasa cezalandırılmalarından söz etmektedir. Yine Bağdat Mercâniye Medresesi'ndeki 758 (1357) tarihli bir kitabede yer alan "Dîvân li-fasli'1-kadâya'ş-şer'iyye ve'1-yarguciyye" ifadesi şer'î ve örfî davaların görüldüğü bir mahkemenin varlığını haber vermektedir. Yargu Moğolca'da "hüküm ve yasa(yasağ)", yargucu da bunu uygulayan kimsedir. Aynı şekilde Memlükler'de, İran'da ve Hindistan'daki İslâm devletlerinde farklı isimler taşısa da bir örfî hukukun varlığı bilinmektedir. Muhtemelen Osmanlılarda örfi hukuku doğuran sebepler diğer İslâm devletlerinde de şekil ve muhtevaları farklı bile olsa benzer düzenlemeleri gerekli kılmıştır.


Tursun Bey şer'î hukuku anlattıktan sonra örfî hukuku "Yani bu tedbir ol mertebe olmazsa belki mücerred tavr-ı akl üzere nizâm-ı âlem-i zahir için meselâ tavr-ı Cengiz Han gibi olursa sebebine izafe ederler siyâset-i sultanî ve yasâğ-ı pâdişâhî derler ki örfümüzce ona örf derler" diye tarif etmektedir. Bu tarif ışığında örfî hukuku şer'î hukukun yanı sıra padişah irade ve fermanlarıyla oluşan hukuk diye tanımlayabiliriz. Buna "örf-i pâdişâhî", "örf-i münîf-i sultanî" de denmektedir. Mahkeme kayıtlarından ibaret olan sakkın da bu ikili ayırıma parelel olarak şer'î ve kanunî(adî) sak diye ayrıldığı görülmektedir. Aynı ayırım tekâlîf-i şer'iyye tekâlîf-i örfîyye ve rüsûm-ı örfiyye şeklinde Osmanlı vergi hukukunda da vardır.


Örfi hukuk denince ilk bakışta isminin hatıra getirdiği gibi bir örf ve âdet hukuku anlaşılmamalıdır. Gerçi örfî hukuk normları konurken en azından hukukun belli alanları bakımından yerleşmiş örf ve âdetlerin, hukukî teamüllerin dikkate alındığı olmuştur. Osmanlılar fethettikleri ülkelerin hukukî yapılarını birden bire değiştirip yerleşik halkı tamamen yabancısı oldukları bir hukuk sistemiyle baş başa bırakmak yerine, mevcut hukukî örf ve âdetleri belli süre içinde yürürlükte bırakıp zaman içerisinde Osmanlı hukukuyla bütünleştirmeyi hukuk realitesi açısından daha elverişli görmüşlerdir. Ancak bütün bu hukukî esasları mahkemelerde mecburen uygulanan normlar haline getiren bunların örf ve âdete dayanmış olmaları değil, padişahların irade ve fermanlarına dayanmalarıdır. O halde örfî hukuk bir kanun hukukudur.


ÖRFÎ HUKUK VE KANUN


Örfî hukukun teşekkül tarzı yukarıda verilen tariften de anlaşılacağı özere şer'î hukukunkinden farklıdır. Bilindiği gibi şer'î hukuk müctehid hukukçuların İslâm hukukunun kaynaklarına dayanarak fıkıh usulü ilmindeki esaslar çerçevesinde yapmış oldukları ictihadlara dayanmaktadır. Bu hukukun oluşma sürecinde dört halife (Hulefâ-yi Râşidîn) dönemi hariç devletin bir müdahalesi veya katkısı söz konusu olmamıştır. Bu tarz bir oluşumun İslam hukukunun teşekkül dönemine ait siyasî ve hukukî sebepleri ve yine bu hukukun muhteva ve uygulamasına yönelik önemli sonuçları olmuştur. Örfî hukuk ise hukukçuların ilmî ictihadlarıyla değil, padişahların koydukları kanunlarla teşekkül etmiştir. Kanun koyma sadece Osmanlılar'a has bir uygulama da değildir. Osmanlılar'ın dışında Türk-Moğol siyasî ve idarî geleneklerinin hâkim olduğu Irak, İran ve Hindistan'daki İslâm devletlerinde de benzer uygulamalara rastlanmaktadır. Cengiz yasası, Timur tüzükatı, Uzun Hasan ve Alâüddevle Bey kanunları ile Alemgîr tarafından kabul edilen ceza kanunnâmesi buna örnektir. Alemgîr (1658-1707) tarafından kabul edilen ceza kanunnâmesi geç dönemde yapılan bir tedvin olmakla birlikte Hindistan gibi uzak bir bölgede kabul edilmiş olmasına rağmen Osmanlı kanunnâmeleriyle paralellik göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bu durum İslâm öncesinde Türkler'de ve Moğollar'da var olan töre ve yasak geleneğinin etkisini düşündürmektedir.


Osmanlı Devleti'nde örfî kanunların hazırlanmasında devletin en üst kademelerinde yıllarca tecrübe kazanmış devlet adamlarından oluşan Dîvân-ı Hümâyun'un ve özellikle örfi hukuktan sorumlu bulunan nişancıların önemli rolleri vardır. Divanda yapılan görüşmeler ve nişancıların faaliyetleri sonucu şekillenen hukukî esaslar padişahların tasdikleriyle kanun haline gelmekte ve uygulamaya girmektedir. Padişahlar tarafından konan kanunların yürürlük süreleri de esas itibariyle bunların hayatlarıyla sınırlıdır. Bu sebeple her padişah değişikliğinde yürürlükte kalması istenen kanun ve imtiyazların yenilenmesi gerekmektedir.


Örfî hukukun bir anda değil uzun bir süreç içinde ihtiyaca göre yavaş yavaş şekillendiği bilinmektedir. Bu teşekkül sırasında özellikle arazi ve vergi hukuku alanlarında mevcut örf ve âdetler ve mahallî şartlar göz önüne alınarak bütün ülkeye şamil tek bir kanun yerine, her bölgenin şartlarına uygun liva (sancak) kanunları hazırlanması yoluna gidilmiş ve bu kanunlar o bölgenin tahrir defterinin başına dercedilmiştir. Ayrıca zaman içerisinde oluşan bu esaslar çeşitli padişahlar döneminde genel kanunlar halinde bir araya getirilmiştir. Hükümdarlar tarafından konulan hukukî esasların genel kanunnâmeler halinde bir araya getirilmesi bilindiği kadarıyla ilk defa Osmanlılar döneminde görülmektedir, öte yandan belirli konulardaki hukukî esaslar, Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi, Sofyalı Ali Çavuş Kanunnâmesi, Ayni Ali Efendiye ait Kavânîn-i Âl-i Osman Der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Dîvân, Hezârfen Hüseyin Efendice ait TeUûsü'l-beyân fi kavânvn-i Âl-i Osman adlı eserlerde olduğu gibi özel tedvinlere de konu olmuştur. Gerek resmî ve gerekse özel tedvinler şeklinde ortaya çıkan bu kanunnamelerin Osmanlı hukukunun düzenli uygulanmasında önemli rolleri olmuştur. Özel tedvinlerin mevcudiyeti ve Osmanlı hukukunun işleyişinde müsbet bir rol oynamaları ilk bakışta yadırganabilirse de bunların belli bir konuda çeşitli şekiller altında resmen ısdar edilen kanunları bir araya topladığı göz önüne alınırsa, resmî nüshalardan çok farklı olmadığı ve kadılara önemli uygulama kolaylıkları sağladığı kabul edilir. Esasen daha sonra göreceğimiz üzere şer'î hukuk sahasında da başvurulacak resmî bir kaynak mevcut değildir. Kadılar hükümlerini Hanefî mezhebindeki muteber kitaplara dayanarak vermektedirler. Bu noktada şer'î hukuk ile örfî hukuk arasında bir paralelliğin bulunduğu söylenebilir. Ancak kanunnâmelerin tamamen veya büyük çoğunlukla özel çalışmaların mahsulü olduğu iddiasını bugün artık savunmak mümkün değildir. Fâtih, II. Bayezid, Yavuz ve Kanunî dönemlerinde resmen kanunnâmeler tedvin edildiği bilinmektedir. Leyszâde tarafından kaleme alınan Fâtih'e ait Teşkilât Kanunnâmesi'nin bizzat padişahın "fermân-ı celîlleri üzere nazm u inşâ" edildiği mukaddimede beyan edildiği gibi, kanunnâmenin resmî karakteri "sûret-i hatt-ı hümâyun" şeklindeki başlıktan da anlaşılmaktadır. XVI. asra ait bir adaletnâmede de Kanunî tarafından tanzim edilen kanunnamenin her şehirdeki mahkemelere gönderildiğinden ve kadıların bunu uyguladıklarından bahsedilmektedir. Ayrıca Manisa İl Kütüphanesi'nde bulunan bir kanunnâmenin mukaddimesinde yer alan hükümde kanunnâmenin onun hükümlerinden haberdar olmak isteyen kadıların talebi üzerine Anadolu'daki muhtelif vilâyetlere gönderildiği belirtilmektedir. Bütün bunlar Osmanlı Devletinde özel tedvinlerin yanı sıra resmen de kanunnâme tedvin edildiğini ve bu uygulamanın yaygın olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki II. Bayezid ve Kanunî dönemi kanunnâmelerinin resmî nüshaları günümüze kadar da gelmiştir.


Padişahlar tarafından kanun konmaya ve bunların genel kanunnâmeler halinde toplanmasına neden ihtiyaç duyulduğuna gelince; bu konudaki esas sebebin ehl-i örf denilen askerî ve idarî yetkililerin keyfî cezalar vermesi, dilediği gibi vergi koyması ve para cezası(cerîme) toplamasına ve benzeri davranışlara engel olma, yani kanun hâkimiyetini sağlama ihtiyacı olduğu söylenebilir. Bir kanunnâme nüshasının haşiyesinde kanunnamelerin hedefinin halkı idarecilerin zulmünden kurtarmak olduğunun belirtilmesi dikkat çekicidir. Çeşitli kanunnâme metinlerinde de kadıların ve ehl-i örfün kanuna aykırı iş yapmamaları konusu ısrarla ernredilmektedir. 947 (1540) tarihli Malatya livası kanununda bundan sonra "ehl-i örf olanlar bu kanundan tecavüz eylemeyeler" denilmektedir. Yine aynı kanunda suçlulardan alınacak para cezaları konusunda kanuna müracaat edilip burada belirtilenden fazla alınmamasından bahsedilmektedir. Benzer bir hüküm Boz-ulus kanunnâmesinde de vardır. Yine 978 (1570) tarihli Halep livası kanunnâmesinde işlenen suçlar konusunda "Kanûn-ı Osmânî'ye müracaat edilmesi, siyaset cezasına müstahak olanlardan bu cezaya mukabil para cezası(bedel-i siyâset) alınmaması emredilmektedir. Ayrıca kanun hâkimiyetinin sağlanması için bunların halka duyurulmasına da özen gösterilmiş ve kanunnamelerin bir suretinin maktu bir fiyat mukabilinde halka intikal ettirilmesi imkânı getirilmiştir. Zaman zaman kanunnamelerde bu yolda hükümlere rastlanmaktadır. Yavuz tarafından Manisa'daki Şehzade Süleyman'a gönderilen siyasetnâmede mezkûr kanunnâmenin münâdîler vasıtasıyla halka bildirilmesi ve tanıtılması ernredilmektedir. Bir başka kanunnâmede bunun Bağdat'ta halka duyurulması istenmektedir. Adaletnâmelerde de benzer hükümlere rastlanmaktadır. Bütün bunların Osmanlı Devleti'nde hukukun hâkimiyetini güçlendirdiği inkâr edilemez.


Osmanlı Devleti'nde yerleşmiş bu kanunnâme geleneğine rağmen Tanzimat dönemine kadar bir hukuk dalının bütünü içine alan bir kanunlaştırma veya tedvin faaliyetine rastlanmaz. Bu durum örfî hukuk alanının her padişaha ve ortaya çıkan yeni hukukî ve sosyal şartlara göre devamlı değişikliğe açık bulunması, keza zaman zaman yapılan kısmî tedvinler sebebiyle böyle kapsamlı bir kanunlaştırmaya acil bir ihtiyacın duyulmamış olmasıyla izah edilebilir. Ayrıca XV. asırdan sonra, böyle bir tedvini gerçekleştirmede birinci derecede rol oynayacak olan hukukçuların çok fazla yetişmemiş olması da tedvin faaliyetinin ortaya çıkmasını engellemiştir denilebilir.


C) ÖRFÎ HUKUKUN DOĞUŞ SEBEPLERİ


Osmanlı Devleti'nde İslâm hukukunun yanı sıra bir de örfi hukukun ortaya çıkışının İslâm hukukunun teşekkül biçimi ve Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu siyasî, idarî ve hukukî şartlarla yakın ilişkisi vardır.


Her şeyden önce Hulefâ-yi Râşidîn döneminden sonra Emevîler'in hilâfet idaresini saltanata çevirmeleri ve böylece kamu ve özellikle anayasa hukuku alanında fiilî (de facto) bir durum yaratmaları İslâm hukukçularının bu sahadaki ilmî ictihadlannının uygulanma şansını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Onlar da fıkhî mesailerini uygulama şansı bulunan diğer alanlara çevirmişlerdir. Bunun sonucu olarak İslâm hukuku daha çok özel hukuk ile kamu hukukunun bazı alanlarında gelişmiş, devletin esas teşkilâtı ve idarî yapısı gibi alanlarda aym seviyede gelişememiştir. Bu durumu klasik fıkıh kitaplarında müşahede etmemiz mümkündür. Evlenme, boşanma, miras, her türlü hukukî işlemler, zekât öşür gibi şer'î vergiler, had ve kısas suçları konusunda çok geniş bölümler ihtiva eden bu eserler devletin siyasî ve idarî yapısı ve işleyişi konusunda çok sınırlı bilgiler vermektedir. Bunda belirtilen alanlarda Kitap ve Sünnet'te bağlayıcı ve teferruata inen esaslardan ziyade tavsiye niteliğindeki emirlerin ve genel prensiplerin mevcut oluşunun da etkisi olsa gerektir. Ayrıca sahip oldukları siyasî ve idarî tecrübe ve bilgileriyle kendilerini bu alanı düzenlemede daha yetkili kabul eden devlet adamlarının hukukçuların kendilerini sınırlayacak veya fazla teorik kalabilecek çözümlerini arzu etmemiş ve bu sebeple de İslâm hukukçularını bu alana sokmayı istememiş olmaları da mümkündür. Öte yandan Osmarihlar'ın daha önceki Türk devletlerinden gelen zengin bir devlet kurma ve idare etme geleneğini devralmış olmaları da kamu hukukunun şekillenmesinde belirli ölçüde rol oynamıştır. İşte sayılan bütün bu âmiller bu alanın hükümdarın doğrudan söz sahibi olduğu örfi hukuk kaideleriyle düzenlenmesi sonucunu doğurmuştur. Bunu yaparken Osmanlılar Selçuklu, İlhanlı ve Abbasî Devleti'nin siyasî ve idarî mirasından da büyük ölçüde yararlanmışlardır.


İslâm hukukunun teşekkül dönemlerinde fakihlerin çok dikkate değer bir ilmî mesai ortaya koydukları bilinmektedir. Özellik rey ekolünde (ehlü'r-re'y) bulunan mezheplerin farazi problemler üreterek bunlara uygun çözümler ortaya koymaları İslâm hukukuna ayrı bir zenginlik vermiştir. Bunun sonucu olarak belli bir süre yeni ictihadlara ihtiyaç duyulmamıştır. Gerek bu hukukî vakıa ve gerekse sonraki dönemlerde öncekiler kadar büyük hukukçuların yetişmemiş olması artık yeni ictihadlara gerek ve imkân olmadığı şeklinde bir anlayışı ortaya çıkarmış ve ictihad kapısının kapandığı yaygın bir kanaat olarak kabul edilmiştir. Bu durum İslâm hukukunda belli bir durgunluğa yol açmış ve yeni ictihadlara ihtiyaç duyulduğu dönemlerde de hukukçuların bundan uzak durdukları ve çekimser davrandıkları görülmüştür. Bunun sonucu olarak bu boşluğu doldurmak maksadıyla örf ve âdete veya devlet adamlarının siyasî ve idarî maslahatı göz önüne alarak verdikleri emir ve iradelerine dayanan bir hukuk ortaya çıkmaya başlamıştır.


Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu malî, askerî ve idarî şartlar devletin bu şartlara uygun hukukî düzenlemeler yapmasını gerekli kılmıştır. Tekâlîf-i şer'iyye denilen zekât, öşür, haraç, cizye gibi şer'î vergilerin devletin giderlerini karşılamaması üzerine çeşitli isimler altında örfi vergilerin (tekâlîf-i örfiyye) konması buna örnektir. Keza tarım arazüerinin güçlü toprak saMplerinin ortaya çıkmasına yol açacak şekilde tek elde toplanmasını veya vergüerinin tahsilini güçlendirecek biçimde küçük parçalara bölünmesini önleyecek bir tarzda çiftçilere dağıtılması ve bunun zaman içerisinde aynı şekilde sonraki nesillere intikalini sağlama ihtiyacı, bu toprakların mîrî arazi olarak devletin mülkiyetinde bırakılması, sadece tasarruf hakkının kullananlara devredilmesi ve bu tasarruf haklanın başkalarına devir (ferağ) ve mirasçılarına intikaUerinin belirtilen hedeflere ulaşacak şekilde düzenlenmesi mecburiyetini doğurmuştur. Geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunan devlette sükûn ve asayişin zaman zaman zorlukla temin edilmesi ağır bir ceza politikasını, devletin malî darlık içinde bulunduğu dönemlerde para cezalarının, donanmada kürekçiye ihtiyaç bulunduğu dönemlerde de kürek cezalarının ağırlık kazanmasını gerekli kılmış, devlet de ihtiyaca uygun bu düzenlemeleri yapmaktan geri kalmamıştır.


İslâm hukukunun özellikle Kitap ve Sünnet tarafından teferruatlı olarak düzenlenmemiş alanlarda devlet başkanına belirli bir takdir hakkını tanımış olması Osmanlı padişahlarının uzun asırlar boyunca özellikle ceza hukuku ve malî hukuk alanında yaptıkları düzenlemelere müsait bir zemin hazırlamıştır. Bilindiği gibi had ve kısas suçlarının aksine ta'zîr suçları denen çok geniş bir suç kategorisinin düzenlenmesi İslâm hukukunca devlet başkanına bırakılmıştır. Hangi fiillerin suç sayılacağı ve ne gibi cezalara çarptırılacağı belli esaslar dâhilinde devlet başkanı tarafından belirlenir. Keza şer'î vergiler dışında yeni vergilerin konulmasında da devlet başkanının takdir yetkisi vardır. İşte Osmanlı padişahları her iki alanda kendilerine tanınan yetkiyi düzenli bir biçimde kullanmışlardır. Osmanlı kanunnâmelerinin önemli bir bölümünün cezaî ve malî düzenlemelere ayrılmış olması da bunu göstermektedir. Bunlar, padişahların irade ve fermanlarıyla oluşum şekilleri göz önüne alınarak örfî hukuk içinde mütalaa edilmişlerdir.


D) ŞER'Î VE ÖRFÎ HUKUKUN BİRBİRİYLE İLİŞKİSİ


Osmanlı Devleti'nin esas itibariyle İslâm hukukuna dayandığı, örfî hukukun yukarıda belirtilen birtakım siyasî, hukukî ve idarî şartlar sonucu zaman içerisinde ortaya çıktığı göz önüne alınınca bu hukukun şer'î hukukla çatışmamasına itina gösterilmesini makul bir düzenleme şekli olarak kabul etmek gerekir. Aksi bir çözüm hukukî hayatta çekişmelere ve ikiliklere yol açardı. Bu sebeple şer'î ve örfî hukukun birbiriyle çatışma veya rekabet içinde belli bir uyum içinde bulundukları görülmektedir. Her şeyden önce örfî hukuk şer'î hukukun birtakım hükümlerini ortadan kaldırmak veya değiştirmek iddiasıyla ortaya çıkmış değildir. Bilakis şer’i hukukun tanıdığı yetki çerçevesinde veya bu hukukun düzenlememiş bulunduğu alanlarda hüküm koyması söz konusudur.


Osmanlı padişahları şer’i hukukun ayrıntılı olarak düzenlemiş bulunduğu alanlarda kanun koymamaya, diğer alanlarda kanun kayarken de bu hukukun genel prensiplerine ters düşmemeye belli bir itina göstermişlerdir. İlk örfî vergi olan pazar vergisinin (bâc) konması sırasında Osman Gazinin Allah'ın emri değil diye böyle bir vergiye karşı çıktığı, ancak şer'î esaslara aykırı olmadığını anladıktan sonra bunu kabul ettiği tarihî kaynaklarda belirtilmektedir. Kanunnâmelerin şer'î hukuka uygunluğunun şeyhülislâm tarafından kontrol edildiği yolunda var olan bazı tarihî rivayetler, bir kısım araştırıcılar tarafından reddedilmesine rağmen tamamen ihtimal dışı değildir. Çok sonraki bir dönemde hazırlanmış olmasına rağmen Arazi Kanunnâme sinin padişahın iradesine iktiran etmeden önce incelenmek üzere bir kere de şeyhülislâmlığa gönderildiği bilinmektedir. Arazi Kanunnâmesini hazırlayan heyetin mazbatasından anlaşıldığı kadarıyla kanunnâmenin "Bâb-ı fetvâpenâhî ile bi'1-muhâbere iktizâ-yı şer'îsine dahi tatbik olunarak" hazırlanması bir tarafa, Meclis-i Tanzimat'ın mazbatasından anlaşıldığı üzere bununla da yetinmeyerek incelenmek üzere şeyhülislâmlığa gönderilmiştir. "Arazi Kanunnâmesi'nin ahkâmı mesâil-i şer'iyyeye tatbik ve kâffe-i ta'bîrâtı mustalahât-ı şer'iyyeye tevfik lâzım geleceği cihetle evvel emirde bir kere heyetle dahi manzûr-ı hazret-i şeyhülislâmî olmak lâzımeden olmağın kanunnâme-i mezkûr taraf-ı müşârun ileyhe gönderilmişti. Ba'del-mütâlaa zam ve ilâvesi münâsib görülen bazı mevâddı hâvî bir kıta müzekkire ile iade buyurulmuş olmağın mevâdd-ı mezkûre dahi ber mûceb-i müzekkire zam ve ilâve kılınmış olmasıyla...". Aynı uygulama Mecelle için de söz konusu olmuştur. Mecelle cemiyetince tanzim olunan mazbatada Mecelle'nin mukaddimesiyle ilk kitabının hazırlanmasından sonra bir nüshasının şeyhülislâmlığa gönderildiği ve yapılan "ihtârât" doğrultusunda "ta'dilât-ı lâzıme"nin yapıldığından bahsedilmektedir. Mecelle'nin İslâm hukuku alanında hazırlanan bir kanun olduğu ve şeyhülislâmlığa gönderilmesinin normal bir uygulama sayılabileceği ileri sürülse bile, tamamen örfî hukuk alanında bir düzenleme sayılması lâzım gelen Arazi Kanunnâmesi için bu prosedürün uygulanmasının izahı güçtür. Bu uygulama örfî hukuk için ilk dönemlerde de böyle bir geleneğin bulunabileceğini düşündürmektedir.


Bu yönde müstakar bir uygulama bulunmasa bile örfî hukuk normlarının konması sırasında bunların şer'î hukuka uygunluğunun göz önünde bulundurulduğunu düşündürecek örnekler vardır. Topkapı Sarayı ve Başbakanlık arşivlerinde bulunan ve muhtemelen padişah veya sadrazam tarafından istenmiş bulunan birçok fetvada hukukî problemlere uygulanacak İslâm hukuku esasları öğrenilmek istenmektedir. Öte yandan 978 (1570) tarihli Halep livası kanununda Halep'teki vakıf ve mülk arazilerde farklı öşür uygulamalarını çözmek için Halep Hüsrev Paşa Medresesi müderrisi Dede Halife'den fetva alınıp ona göre ferman sâdır olduğunun eski defterde kayıtlı olduğu belirtilmektedir. Bu örnek kanunların hazırlanma merhalesinde fetvalardan istifade edildiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Bazı hukukî meselelerde şeyhülislâmlığın görüşünün alınmasının gerekli olduğunu belirten hatt-ı hümâyunlar da vardır. Keza Şeyhüislamlann görüşlerinin alındığının başka örneklerine de rastlanmaktadır. Bütün bunlar Osmanlı padişahlarında İslâm hukukuna uyma yönünde belli bir titizliğin mevcut olduğunu ortaya koymaktadır.


Örfî hukuk normlarının konmasında önemli rolleri bulunan ve bu sebeple kendilerine "müftî-i kanun" denen nişancıların daima medrese menşeli olan ve İslâm hukuku öğrenimi görmüş bulunan ulemadan seçilmesi, keza örfi hukukun oluşmasında önemli bir role sahip bulunduğu anlaşılan Dîvân-ı Hümâyun'da şer'î hukukun iki önemli temsilcisi Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin yer alması, örfî hukukun daha hazırlık merhalesinde şer'î hukukla uyumuna dikkat edildiğini düşündürmektedir. Nişancı ve kazaskerlerin Divan'daki rollerinin yanı sıra ehl-i şer'i oluşturan başta şeyhülislâm olmak üzere, kadı ve müftülerin örfî hukuk esaslarının şer'î hukuk prensiplerine uygun olması konusunda önemli rollerinin bulunduğunu da unutmamak gerekir. Özellikle şeyhülislâmların padişahların şer'î hukuka aykırı kanun ve uygulamalarına zaman zaman karşı çıktıkları olmuştur. Meselâ kapitülasyonlarla Osmanlı tebaası olmayan gayri müslimlerin (müste'men) şehadetierinin kabul edilmesine Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi "Nâ meşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz" diyerek açıkça karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışların hemen olmasa bile belli bir süre içinde tesirli olduğu ve şer'î hukuka aykırı uygulama ve kanunların değiştirildiği görülmektedir. Esasen Osmanlı Devleti'nde her iki hukukun aynı kaza mercii tarafından uygulanması, bir diğer ifadeyle örfî hukuk için ayrı mahkemeler kurulmayıp şer'iyye mahkemelerince tatbik edilmesi bu iki hukukun belli bir bütünlük içerisinde yürütülmesinde müsbet bir rol oynamıştır.


Şer'î ve örfi hukukun bu bütünlüğü elimizde mevcut bulunan XVI. asra ait kanunnâme ferman ve hükümlerde şer' ve kanunun daima birlikte zikredilmesinde de müşahede edilmektedir. 977 (1569) tarihli Eğriboz livası kanunu "Livâ-ı Eğriboz'da şer'-i kavîm ve kanûn-ı kadîme muhalif ve mugayir olmağla def ve ref olunan envâ-ı hâdise ve bideât-ı mütehaddiseyi beyân ve ayan ider" başlığını taşımaktadır. Yine aynı kanunda, adı geçen livanın "şer'-i şerif ve kanûn-ı münîfe riâyet" olunarak vergilendirilmesinden bahsedilmektedir. 952 (1545) tarihli Serim livası kanununda "muktezâ-yı şer' ve kanun üzere" çiftliklerine mutasarrıf olan kimselere "hilâf-ı şer'-i şerif ve mugâyir-i kanûn-ı münîf' kimsenin müdahale etmemesi emredilmektedir. Aynı şekilde 991 (1583) tarihli Yeni İl livası kanununda da Yörük taifesiyle ilgili olarak "hilâf-ı şer' ve mugâyir-i kanun" olan işlerin yasaklanmasından söz edilmektedir. 10 Rebîülevvel 967 (10 Aralık 1559) tarihli Milan ve Göl kadılarına yazılan bir hükümde bir arazi tecavüzü davasının "şer' ve kanun ile" fasledilmesi, Evâhir-i Şa'bân 953 (1546) tarihli bir fermanda ise "muktezâ-yı şer' ve kanun üzere" hükme bağlanan davanın tekrar görülmesi sırasında "şer'-i kavime muhalif ve kanûn-ı kadîme mu-gâyir" iş yapılmaması emredilmektedir.


XVII. asra ait teşkilât kanunlarında da şer'î ve örfi hukuk daima beraberce zikredilmektedir. Nitekim Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesinin muhtelif yerlerinde şer'î hukukla birlikte daima örfi hukuk da bahse konu olmuştur. Meselâ veziriazamların yetkilerinden bahsedilirken "cemî-i kazâyâ-yı şer'iyye ve örfiyyenin istimâ' ve icrası içün bizzat cenâb-ı pâdişâhîden vekü-i mutlak" olduğu belirtilmektedir. Keza veziriazamın Dîvân-ı Hümâyun'da "muktezâ-yı şer'-i şerif ve kanun üzere mesâlih-i ibadullahı" görmesinden, aynı işi ikindi divanlarında yapmasından, çarşamba ve cuma divanlarında "şer' ve kanun üzere fasl-ı husûmet ve kat'-ı niza" etmesinden, sair vezirlerin bir yere giderken yolda "dava dinleyüp def-i mezâlim için şer'-i şerif ve kanun üzere buyruldu" vermelerinden söz edilmektedir. Bütün bu belgelerde yer alan kanundan maksat anlaşılacağı üzere örfi hukuk esaslarının bütünüdür. Bu örnekler bu iki hukukun birbirine paralel mütalaa edildiklerini ortaya koymaktadır. Kemalpaşazâde de bir fetvasında "şer'an caiz değildir ve hem men' olunmuştur cânib-i sultandan" diyerek bu paralelliği vurgulamaktadır.


Ancak bütün bunlar şer'î ve örfi hukukun tam bir uyum içinde olduğu, diğer bir ifadeyle örfi hukuk esaslarının tam anlamıyla şer'î hukuka uygun olarak konduğu anlamına da gelmemelidir. Bilakis zaman zaman bu esasların şer'î hukuka aykırı olarak konduğu da varittir. Bu kaideler konurken bazan fetva almak bazan da İslâm hukukunun tanıdığı bir yetki kullanılıyormuş gibi gösterilmek suretiyle zahiren İslâm hukukuna riayet edilmiştir. Ancak aynı riayetin gerçekten yapıldığını söylemek zordur. Örnek olarak ceza hukuku verilebilir. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu siyasî ve sosyal şartların etkisiyle örfi cezaların İslâm hukukunun tasvip etmeyeceği şekilde arttırıldığı görülmektedir. II. Bayezid ve Kanunî dönemi ceza kanunlarında yer alan ırza geçen kimsenin tenasül uzvunun (içmek, içmik, emcik ?) kesilmesi, keza zina eden kadının kadınlık organının dağlanması, bazı suçluların kazığa vurulması, beytülmâlden mal çalmaya teşebbüs ederken yakalanan kimsenin "gayra ibret için" katline, keza adam öldüren katile maktulün yakınlarının kısas talebinde bulunup bulunmayacakları beklenmeden sâî bi'1-fesâd diye ölümüne hükmedilmesine fetva verilmesi buna örnektir. Bilindiği gibi zina suçu sabit olursa iki şekilde cezalandırılmaktadır; recm ve dayak. Burada zorla ırza geçme sebebiyle cezanın ağırlaştırılmak istendiği ve ta'zîren bu cezanın verildiği anlaşılmaktadır. Ancak doğuracağı sonuçlar ve İslâm hukukunda her zaman gözetilen suç ve ceza dengesi göz önüne alındığında böyle ağır bir cezanın İslâm hukukuna uygunluğu tartışılabilir. Aynı mülâhazalar çok sık rastlanmamakla birlikte ölüm cezasının bir türü olarak uygulanan kazığa vurma cezası için de söylenebilir. Beytülmâlden yapılan hırsızlığa gelince, bu tür hırsızlıkta Hanefilerce mülk şüphesi var diye el kesme ile cezalandırılmaması bir tarafa, bu suç tamamlansaydı verilecek ceza çok daha hafifti. Tamamlanmamış bir suça tamamlanmış bir suç için öngörülenden daha ağır bir cezanın verilmesi İslâm hukuku bakımından savunulamaz. Sarayda adam öldüren kimsenin kısası için maktulün yakınlarının kısas talepleri beklenmeden saraydan kaçabileceği var sayımıyla katline hükmedilmesi de İslâm hukukuna zoraki bir şeklî uygunluk sağlamaktadır. Esasen özellikle XVI. yüzyıldan sonra, ehl-i şer'in faaliyetinin artmasıyla bazı kanunname maddelerinin şer'î hukuka uygun olmadığı gerekçesiyle değiştirilmesi, zaman zaman aykırılıkların meydana geldiğini ortaya koymaktadır.


Osmanlı tarihi boyunca devamlı bir mücadele içinde bulundukları müşahede edilen ehl-i şer' ile ehl-i örfün bu noktada da bir çekişme içerisinde oldukları ve bu mücadelede XVI. asırdan itibaren ehl-i şer'in daha ağır basmaya başladığı görülmektedir. Nitekim Evâil-i Zilka'de 1107 tarihli bir hükümde ehl-i şer'in etkisiyle bundan böyle hükümlerin önceden olduğu gibi şer' ve kanuna uygun olarak değil, sadece şer'a uygun olarak verilmesi ve hükümlerde böylece belirtilmesi istenmektedir. Ancak hemen belirtelim ki ehl-i şer' ile ehl-i örf arasındaki bu mücadele iki hukuk sistemi arasında olmaktan daha çok, yürütme ile yargı güçleri arasındadır ve hâkimiyet alanlarını genişletmeye yöneliktir. Osmanlı Devletinde ehl-i örf hemen daima hem yürütme ve hem de yargı alanında dilediği gibi hareket etme, özellikle asayişi sağlamak için suçlu saydığı kimselere ağır örfî cezalar verme arzusunda olmuştur. Buna mukabil ehl-i şer' de ehl-i örfün icraatını hukuk çizgisine çekmek istemiştir. Şöyle ki, ehl-i örf suçluluğu kadı tarafından sabit olmadıkça hiçbir kimseyi cezalandıramayacağı için istedikleri hücceti vermeleri için kadılara baskı yapmışlar, onlar da güçleri yettiği sürece buna direnmişlerdir. Bu da her iki grup arasında bütün Osmanlı tarihi boyunca süregelen bir mücadeleyi doğurmuştur. Ebussuûd Efendi'nin bir fetvasında "Eğer örfî kazâyâ ise ehl-i şer'in ana alâkası olamaz" diğerinde "Ehl-i örf ile ittifak eden âdil olmaz" demesi bazan gizli bazan açıkça süregelen bu mücadelenin izlerini taşımaktadır.


E) ŞER'Î VE ÖRFÎ HUKUKUN SAHALARI


Şer'î ve örfî hukukun sahaları denince bundan iki hukukun kesin çizgilerle birbirinden ayrıldıkları ve hukuk sahalarını paylaştıkları anlaşılmamalıdır. Osmanlı hukukunun bütünlüğü içerisinde hemen her sahada şer'î ve örfî hukuk esaslarının yan yana bulunduğu görülür. Ancak şer'î hukukun daha çok hususi hukuk sahasını ayrıntılı bir biçimde düzenlediği, kamu hukuku alanının özellikle esas teşkilât hukuku sahasının hususi hukuk kadar teferruatlı düzenlenmediği bir gerçektir. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti'nde şahıs, aile, miras, eşya, borçlar, ticaret hukuku gibi İslâm hukukunca ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiş hususi hukuk alanlarında şer'î hukuk esasları hâkim olmuştur. Şu kadar var ki, zaman içerisinde ve ihtiyaç duyuldukça bu alanlarda da örfî düzenlemelerin yapıldığı görülmektedir. Nikâhların mahkemelerce veya kadıların verdiği izinle din adamlarınca kıyılması örneğinde olduğu gibi aile hukuku, icâreteynli ve mukataalı vakıfların tasarruf ve intikaliyle ilgili düzenlemelerde olduğu gibi vakıf hukuku, mîrî arazinin devletin mülkiyetinde olan topraklar olmasından istifade edilerek mutasarrıfların mirasçılarına intikalinin ferâiz esaslarından farklı olarak düzenlemesinde olduğu gibi miras hukuku, keza mîrî arazinin tasarruf ve başkalarına devrine ait esasları belirlemesinde görüldüğü gibi eşya ve toprak hukuku alanlarında sayıları hiç de az olmayan örfî düzenlemelere rastlanmaktadır.


Esas teşkilât, idare, ceza, vergi hukuku gibi kamu hukuku alanlarında da şer'î ve örfî hukukun yan yana bulunması söz konusudur. Ancak kabul etmek gerekir ki bu alanlarda örfi hukukun payı hususi hukuktaki payına nispetle daha fazladır. Osmanlı devlet adamları devletin temel siyasî çatısını, merkez ve taşra yapısını oluştururken bir taraftan eski Türk devletlerinden tevarüs ettikleri geleneklerle, diğer taraftan Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Memlüklerden gelen İslâmî mirasın kendi zamanlarına ve şartlarına uygun bir sentezini ortaya koymayı başarmışlardır. Aynı şekilde ceza hukuku alamda bir taraftan şer'î had ve kısas cezalarını uygularken, diğer taraftan devlet başkanlarına tanınan ta'zîr yetkisi çerçevesinde örfî bir ceza hukuku ortaya koymaya da muvaffak olmuşlardır. Aynı durum vergi hukuku alanında da söz konusudur. Sayıları sınırlı şer'î vergiler (tekâlîf-i şer'iyye) alınmaya devam ederken yeni malî kaynaklara duyulan ihtiyaç sebebiyle birçok örfî vergi de (tekâlîf-i örfiyye) konmuş ve tahsil edilmiştir.
 
MAHKEMELER

Osmanlı adliye teşkilâtı hukukî esasları İslâmın ilk dönemlerinde ortaya konan adlî yapının Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Memlüklü devletleri vasıtasıyla işlenerek ve gelişerek gelen bir şeklini oluşturmaktadır. Bu bakımdan Osmanlı adliye teşkilâtı ile adı geçen devletlerin teşkilâtları arasında büyük bir benzerlik vardır. Ama bu durum yine de Osmanlı adlî yapısının öncekilerin bir kopyası olduğu ve hiçbir değişiklik ihtiva etmediği anlamına gelmez. Bilakis kadıların yapmış oldukları görev ve sahip bulundukları yetkiler, mahkemelerin işleyişi, tâbi oldukları hukukî esaslar, diğer İslâm devletlerinde var olan kadılkudâtlık, mezâlim, hisbe, şurta gibi idarî ve kazâî kurumların aldıkları şekil ve yerlerine kurulan müesseseler bakımından Osmanlı adliye teşkilâtının kendine has bir yapısı vardır. Bu sebeple Osmanlı hukukuna tahsis edilen bu bölümde mahkemelerin ayrıca ele alınması gereklidir. Bunu yaparken normal kaza mercii olan şer'iyye mahkemeleriyle diğer yargı organlarını ayrı ayrı ele almak zarureti vardır.

A. ŞER'İYYE MAHKEMELERİ

1. Yapısı ve İşleyişi

Şer'iyye mahkemeleri (meclis-i şer') Osmanlı Devletinin başlangıcından Tanzimat dönemine kadar uzun asırlar her türlü hukukî ihtilâfların çözüldüğü bir merci olmuştur. Burada bir kadı ve mahkemenin bulunduğu yerin büyüklüğüne göre sayıları değişen muhtelif yardımcılar görev yaparlar. İslâm hukukunda teorik olarak toplu hakimli mahkemeler mümkün olmakla61 ve uygulamada az da olsa bu tür mahkemelere raslanmakla62 birlikte, tatbikat genel olarak tek hakimli mahkemeler şeklinde olmuştur. Ancak kadıların ilmî görüşlerinden istifade ettikleri müftüler ve mahkemelerde yargılamayı bir neyi müşahit gözüyle izleyen şuhûd veya şühûdü'1-hâl denilen görevliler tek hakimli İslâm adliye teşkilâtına kendine has bir zenginlik kazandırmıştır.J
Osmanlı Devleti'nde kadılar ilk kuruluş yıllan hariç diğer İslâm devletlerinde benzer örnekleri görüldüğü gibi belirli sürelerle sınırlı olarak tayin edilmişlerdir. Bu süre XVI. asırdan itibaren 3 yıl, daha sonra 2 yıl, XVII. asrın sonlarından itibaren de 1 yıl olmuştur. Kaza süreleri bir yılla sınırlı olanlar mevleviyet denilen büyük kadılıklardır. Küçük kadılıkların görev süreleri de sonraki yıllarda iki yıldan 20 aya indirilmiştir. Kadıların sürekli olarak hâkimlik yapıp öğretim (tedris) faaliyetlerinden uzak kalmalarının ilmî yönden aleyhlerine olacağı, belli bir bölgede uzun süre görev yapmalarının ve yöre insanlarını yakınan tanımalarının da yargılama sırasında tarafsız davranmalarına menfi yönde etki edebileceği gerekçeleriyle, bazı İslâm hukukçuları aynı yerde sürekli kadılık yapmayı mahzurlu görmüşlerdir. Osmanlı Devleti'nde bu gerekçelere ilâve olarak medreselerden mezun olan hukukçulara yeterli sayıda hâkimlik kadrosu bulunamayışını da eklemek gerekir . Görev süresi sona eren (ma'zul) kadı, tayin olacağı yeni bir kadılık boşalıncaya kadar İstanbul’da beklemek zorunda idi. Ancak bu uygulamanın kadıları görevde bulunmadıkları sürede (zamân-ı infisâllerinde) tedris faaliyetine yönlendirdiği veya onların fazla tanıma imkânı bulamadığı yöre insanlarına karşı tarafsız kalmalarını sağladığı şüphelidir. Bilakis ne kadar olduğu belli olmayan ve hayli de uzun süren bir müddet işsiz kalmalarının bazı kadıları görevlerini suiistimale ve işsiz kalacağı süre için hazırlıklı olmaya ittiği görülmüştür. XVII. asrın başlarında bir kadının görev süresinin dolmasını bekleyen on kadar kadı adayının bulunması kadrosuzluğun hangi boyutlarda olduğunu ve açıkta bekleyen ne kadar kadı adayının bulunduğunu göstermektedir. Bir müctehid hukukçu olan ve bu sıfatla başkadı konumunda bulunan halifenin bizzat yargılama yapması teorik olarak mümkün ve uygulamada karşılaşılmakta ise de bu durum İslâm hukuk tarihinde yargı ile yönetimin bir arada yürütülmesi sonucunu doğurmamıştır. Gerçi İslâm'ın ilk dönemlerinde bazı idarecilerin aynı zamanda kadılık görevini de yaptıkları böylece yargı ile yürütmeyi şahıslarında birleştirdikleri görülmüştür. Ancak ilk zamanlarda karşılaşılan bu istisnaî örnekler bir tarafa bırakılacak olursa, genelde İslâm hukuk tarihinde yargı, yönetimden ayrı ve bağımsız olarak şekillenmiştir. Bu gelişme sonraki dönemlerde de aynı istikamette devam etmiş ve doğrudan doğruya halife veya başkadı tarafından tayin edilen ve bölgelerindeki yöneticilerden bağımsız olarak yargı görevini yerine getiren ve yine doğrudan merkeze karşı sorumlu ve ona muhatap olan kadılardan oluşan adlî teşkilât İslâm devletlerinde daima karşılaşılan bir hukukî vakıa olmuştur. Aynı uygulama Osmanlı Devleti için de söz konusudur. Kazasker veya şeyhülislâm tarafından tayin edilen kadılar, bölgelerindeki idarecilerden bağımsız olarak yargı görevini yerine getirmişler, yöneticilerin kendilerine müdahaleleri veya yargı görevini bizzat yürütmeleri esas itibariyle söz konusu olmamıştır. Veziriazamın başkanlık ettiği Divan-ı Hümayun, cuma ve çarşamba divanlarının hukukî anlaşmazlıklarla ilgilenmeleri bu uygulamaya aykırı gibi görünmekte ise de, normal bir mahkemeden daha farklı olan ve çok sayıda görevleri bulunan bu divanlarda hukuk davaları muhtemelen bizzat veziriazam tarafından değil, burada yetkili bir kadı tarafından görülmektedir. Her üç divanda da yetkili bir kadının mutlaka hazır bulunmasının başka bir izahı olmasa gerektir. Bu divanların ilk ikisinde kazasker, çarşamba divanında da İstanbul kadıları daima hazır bulunmaktadır.
Yargının yürütmeden bağımsız olmasının sonucu olarak kadılarla beylerbeyi, sancak beyi gibi ehl-i örf arasındaki ilişki bir astlık üstlük ilişkisi değildir. Bir diğer ifadeyle kadı görevini ifa ederken bunlara bağımlı olarak çalışmamaktadır. Her biri diğeriyle iş birliği içerisinde olan fakat birbirinden bağımsız çalışan birer kamu görevlisidir. Ehl-i örfün görevi sanıkları yargılanmak için mahkemede hazır bulundurmak ve verilen hükmü infaz etmektir. Bu bağımsızlığın sonucu olarak kadı merkezle yazışmak istediği zaman bölgesindeki en yüksek ehl-i örf kanalıyla değil, doğrudan yazışmaktadır. Böyle bir düzenleme şeklinin yargının bağımsızlığı (istiklâl-i mehâkim) ilkesine daha uygun düştüğü söylenebilir. Beylerbeyi veya sancak beylerinin askerî dediğimiz devlet memurlarıyla ilgili bazı davalarda hazır bulunmaları, ancak muhakemeye müdahale etmemeleri de, kadıların bağımsızlıklarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

2. Görevleri
Kadıların görevlerini iki bölüme ayırarak incelemek gerekir. Zira normal yargı görevlerinin yanı sıra birçok idarî görev de kadılar tarafından üstlenildiği gibi, bazı İslâm devletlerinde noterlik benzeri kurumlarca yapılan işlemler Osmanlı Devleti'nde kadılarca yapılmıştır. Bu durum kadıların hem görevlerini hem de etkinliklerini arttırmıştır.

a) Yargı Görevleri
Kadıların yaptığı görevler arasında en önemlisi şüphesiz bir hâkim olarak yaptıkları yargı görevi gelir. Kadı beratlarında "istimâ-ı deâvî ve fasl hususunda şer-i kavimden inhiraf göstermeye"veya "icrâ-yı ahkâm-ı şerâî-yi nebeviyye ve infaz-ı evâmir ve nevâhî-i ilâhiyye mütemessik olup şer-i kavimden tecâvüz eylemeye" gibi ifadelerle belirtilen bu görevi kadı, tayin edildiği bölge hudutları içinde ve vazifeli olduğu sürece yürütmek mecburiyetindedir. Görev hudutları ve süresidışında kadının vermiş olduğu hükümler geçerli (nafiz) değildir.
Kadılar görevlerini ifa ederken sadece şer'î davalara değil örfî davalara da bakmakla yükümlüdürler. Osmanlı Devleti'nde örfî davalara bakmakla görevli bulunan özel bir mahkeme hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Esasen bu uygulama önceki İslâm devletlerinin hukukî geleneklerine de uygun düşmektedir. Daha önce zikri geçen Bağdat Mercûniye Medresesi'ndeki kitabede yer alan "Dîvân li-faslı'l-kadâya'ş-şer'iyye ve'l-yarguciyye" ifadesi, İlhanlılar'da da her iki tür davanın aynı hâkim tarafından yargılandığını göstermektedir. Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde kadıların yanı sıra bir başka hâkimin mevcudiyeti bilinmemektedir. Bazı İslam devletlerinde var olan mezâlim divanları örfi hukuku uygulayan bir mahkeme değil, farklı bir kuruluşu ve özel yetki ve görevleri bulunmakla birlikte İslâm hukukunu uygulayan mahkemelerdir. Osmanlılar'a ait çeşitli hukukî belgelerde kadıların hükümlerini şer' ve kanuna uygun olarak vermeleri lüzumundan bahsedilmesi, bunların daha önce de belirtildiği üzere, hem şer'i hem de örfî hukuk alanında yetkili olduklarını göstermektedir. Bu bakımdan örfî hukukla ilgili hüküm ve fermanlar ile bunların bir araya toplanmasıyla meydana getirilen kanunnameler, kadılara da düzenli olarak gönderilmiş ve uygulamaları istenmiştir.
Osmanlı Devleti'nde kadıların yetki ve sorumluluğu hukuk ve ceza davalarını içine almaktadır. Şer'iyye sicil defterlerinde her iki tür davanın zengin örneklerine rastlanmaktadır. Askerî denen devlet memurlarının bazı davalarına ise kazaskerler bakmaktadır. Bazı kadılıklar belirli tür davalarda ihtisas mahkemesi özelliği taşımaktadır. Eyüp Mahkemesi su haklan konusunda ihtisas kazanmış bir mahkeme görünümündedir. Öte yandan mahkemelerin bazı tür ceza ve hukuk davalarına bakmaktan alıkonulduğu da olmaktadır. Mirasla ilgili bazı davalarda mahallî mahkeme değil Dîvân-ı Hümâyun yetkilidir. Kapitülasyonlarla yabancılara verilen imtiyaz gereği müste'menlerin davalarına ise Osmanlı mahkemeleri değil, kendi konsolosluk mahkemeleri bakmaktadır. Gayri müslim din adamlarıyla ilgili ceza davalarında da mahallî mahkemeler değil Dîvân-ı Hümâyun yetkili kılınmıştır. Ruhanî reisler dışındaki gayri müslimlerin ceza davalarına ise şer'iyye mahkemeleri bakmaktadır. Gayri müslimlerle ilgili hukuk davalarına gelince, bu tür davalardaki yargı yetkisi daha sonra görüleceği üzere cemaat mahkemelerine bırakılmıştır. Kadıların görevleriyle ilgili bütün bu düzenlemeler yargı görevinin zaman, mekân vesair hususlarla tahsis edilebilmesi imkânından doğmaktadır. Bu tahsis imkânı, daha sonra görüleceği üzere, bir bölgede belli bir mezhebin uygulanması veya kadının belli davalara bakmaktan alıkonulması gibi düzenlemeleri de mümkün kılmıştır.
Ceza davalarında kadılarla beylerbeyi, sipahi, subaşı, gibi ehl-i örfün yakın bir iş birliği söz konusudur. Kısas ve diyet gibi şahıs haklarının ihlâlinin ön planda olduğu ve takibi şikâyete bağlı olan suçlarda mağdurun kendisi veya yakınlarının bizzat şikâyetçi oldukları, kamu hakkının ihlâlinin ağır bastığı ve takibi şikâyete bağlı olmayan zina vs. suçlarda ise, suçtan zarar görenlerin yanı sıra kamu düzenini sağlamakla görevli ehl-i örfün de doğrudan doğruya meseleye müdahale ettiği ve sanık durumunda bulunan kimseleri mahkemeye getirdikleri görülmektedir. Zaman zaman sipahilerin suçluları hâkim kararı olmadan cezalandırmalarına veya belirli bir para karşılığında salıvermelerine de rastlanmaktadır. Bu sebeple yukarıda geçtiği üzere kanunnamelerde ve adaletnâmelerde hâkim kararı (kadı marifeti) olmadan kimsenin cezalandırılmaması veya salıverilmemesi üzerinde titizlikle durulmuştur. Bu bakımdan Tyan'ın kadıların genel olarak ceza davalarında sınırlı bir role sahip olduklarını veya cezaî yargının kadının görev alanı dışında kaldığını söylemesi, en azından Osmanlılar bakımından gerçeği yansıtmamaktadır. Ne var ki, Osmanlı tarihi boyunca kadıların ehl-i örfün keyfî ceza verme arzularıyla devamlı bir mücadele içinde oldukları ve bu mücadelede zaman zaman birinin bazan da diğerinin galip geldiği görülmektedir. Adaletnâmelerde bu konu üzerine ısrarla durulmasından ehl-i örfün fırsat buldukça bu esası ihlâl ettiği anlaşılmaktadır. Kadıların bazan davanın selâmeti bakımından yetkili oldukları halde belli ceza davalarına bakmaktan kaçındıkları ve davayı Dîvân-ı Hümâyun’a havale ettiklerine de rastlanmaktadır. Özellikle şikâyetçi olunan kimsenin bölgenin güçlü bir kamu görevlisi olması durumunda böyle bir uygulama adaletin temininde en emin yol olarak görülmüştür.
Her türlü hukukî anlaşmazlıklarda tarafların mahkemeye bizzat gelerek haklarını aramaları mümkün olduğu gibi, vekiller aracılığıyla davalarını takip etmeleri de imkân dâhilindedir. Batı hukukunda benzer görevleri üstlenen ve tamamen profesyonel bir mahiyeti olan avukatlık kurumu, Osmanlı hukukunda bulunmamakta ise de vekiller Osmanlı hukukunda yaygın bir uygulama alanına sahiptir. Özellikle kadınların taraf olduğu davalarda bir yakının onun vekili olarak mahkemede davayı takip ettiği görülmektedir. Taraflar ister bizzat davalarını takip etsinler, isterse vekiller vasıtasıyla kadıya başvursunlar, kendi bölgelerindeki kadıya (toprak kadısına) başvurmak zorundadırlar.
Mahkemelerin vermiş olduğu kararların bizzat halifeler veya üst mahkeme mevkiindeki bazı divanlar tarafından temyiz veya istinaf mahkemeleri gibi denetlendiğinin örneklerine rastlanmakta ise de, İslâm adliye teşkilâtında yargı esas itibariyle tek dereceli olarak düzenlenmiştir.

b)Diğer Görevleri
Yargı görevlerinin yanı sıra kadılar birçok idarî görevi de üstlenmişlerdir. Bir diğer ifadeyle kadılar bulundukları idarî birimde özellikle küçük yerlerde yürütmeyle İlgili birçok görevleri yerine getiren ve devletin doğrudan doğruya kendisine muhatap olduğu birer idarecidirler. Aynı zamanda kadılar çarşı pazarı, satılan malları, bu mallarda bulunması gerekli vasıfları, fiyatları denetleyen, narh koyan ve bugün büyük ölçüde belediyeler tarafından ifa edilen birçok görevi yerine getiren bir mahallî yöneticidirler. Onların bu konudaki en büyük yardımcıları ihtisab ağası veya muhtesib denen görevlilerdir. Keza kadılar mahallindeki vakıfların şartlarına uygun yönetilmesini, vergilerin kanunnâme hükümlerine uygun toplanmasını denetleyen, imam, hatip, vaiz gibi görevlileri tayin eden, para ayarlarının kalpazanlar tarafından bozulmaması için gerekli tedbirleri alan, has ve timarları teftiş eden birer kamu görevlisi de olmaktadır. Osmanlı ordusunun sefer sırasında ihtiyaç duyduğu malzemenin temini gibi lojistik hizmetler de keza kadıların görevleri arasındadır. Bütün bu görevlerine vakıfların kurulması ve senetlerinin tanzimi, köle azadı, vasiyetnamelerin düzenlenmesi, terekenin taksimi, alım satım, kıra, vekâlet, rehin, nikâh akitleri gibi her türlü hukukî işlemlerin yapılması boşanmaların tescili gibi bugün bir kısmı noterler, evlenme ve nüfus memurları tarafından yapılan hizmetler de eklenirse, Osmanlı Devleti'nde kadının ne kadar çeşitli kazâî, idarî, mülkî, askerî vs. görevleri üstlendikleri görülmektedir. Bütün bu yaptığı işlerle kadı yargı ve yürütmeyi kendisinde birleştirmiş olmaktadır. Ancak bu birleşme hukuk tarihinde daha önce örnekleri görüldüğü gibi, yürütme fonksiyonunu üstlenen, kimsede değil, yargı fonksiyonun üstlenen kimsede olmaktadır. Hukuk devletinin gerçekleşmesi noktai nazarından bunun önemli olduğu vurgulanmalıdır. Bu durum Tanzimat dönemine kadar devam etmiş, bu dönemden sonra kadıların idarî görevleri tayin edilen vali, kaymakam vesair idarecilere devredilerek uhdesinde sadece kazâî görevler bırakılmıştır.
Kadılar yapmış oldukları yargı görevleri ve mahkemelerce yapılan her türlü hukukî işlem için taraflardan miktarları kanunnâmelerde belirtilen bir harç almakta ve geçimlerini bu harçla sürdürmektedirler.

3. Kadıların Yardımcıları
Gerek hukukî ve gerekse idarî bütün bu görevleri ifa ederken kadılara yardımcı olan birçok görevli bulunmaktadır. Burada bunlardan sadece yargılamada yardımcı olan görevliler ve vazifeleri üzerinde kısaca durulacak, beylerbeyi, subaşı, muhzırbaşı gibi suçluların yakalanmasında veya kadının verdiği hükmün infazında rol alan görevlilerden bahsedilmeyecektir. Yine burada yargı görevini ifa ederken, kadıların sıkça başvurduğu ve yardımlarından büyük ölçüde istifade ettiği müftüler hakkında daha sonra müstakil olarak üzerinde durulacağı için bilgi verilmeyecektir.

a)Nâibler
Kadıların yargı görevini ifa ederken yardımına başvurdukları görevlilerin başında nâibler gelir. Bunlar kadılar tarafından belirli bir süre veya belirli bir iş için tayin edilen yardımcılardır; kadıların verdikleri yetki çerçevesinde görevlerini ifa ederler. Belirli bir işi yapmak için görevli olanlar, genellikle bir keşif veya mahkemenin yetki alanına dahil bölgede sair bir görev için vazifelendirilirler. Belli bir süre için nâib tayin edilenler ise kadının görevi başında olmadığı zamanlarda ona vekâleten görev yaparlar. Bu vekâlet kısa bir süre için olabileceği gibi uzun bir süre için de olabilir. Bu ikinci tür vekâletin Osmanlılar'da en çok karşılaşılan örneği, çoğu kere uzak bir bölgeye kadı tayin edilen kimsenin kaza mahalline gitmeyerek İstanbul'da kalması ve yerine bir nâib göndermesidir. Keza emekliye ayrılan kadılara arpalık olarak verilen kaza bölgelerine çoğu büyük kadılıklarda bulunmuş olan asıl hâkim gitmez, yerine bir nâib gönderirdi. Kaza görevini vekâleten yürüten bu tür nâibler topladıkları harçlardan anlaştıkları miktarı asıl kadıya vermekteydiler. Kadılık kurumunun yozlaşmasına yol açan bu uygulama hem ehliyetli olmayan kimselerin zaman zaman kadılık yapmalarına yol açmış, hem de asıl kadıya da pay vermelerinden dolayı nâiblerin çeşitli suistimallere yönelmelerine sebep olmuştur.

b)Şuhûdü'l-hâd
Kadıların bir diğer yardımcısı mahkemelerde yargılamaya bir anlamda müşahit sıfatıyla katılan şühûdül-hâldir. Diğer İslâm devletlerinde de varlığına şahit olduğumuz ve içlerinde zaman zaman ileri gelen hukukçuların da yer aldığı bu tür şahitler, mahkemeye intikal eden hukukî ihtilâfın şahitleri değil, mahkemede yapılan yargılamanın müşahitleridir. Şühûdü'l-udûl, udûlü'l- müslimîn de denilen ve o kaza bölgesinin ileri gelenleri arasında seçilen sayıları beş altı veya daha fazla olan bu şahitler muhakemenin işleyişine veya karara herhangi bir şekilde müdahele etmez, sadece kadıların adil karar vermesinde varlıklarıyla dolaylı olarak etkili olurlar. Şühûdü'l-hâlin bu şekilde dolaylı etki etmesi ve kararın yine tek kişi olan kadı tarafından verilmesi İslâm hukukunda içtihadın ferdî olması anlayış ve uygulamasıyla yakından ilişkilidir. Bu yönüyle Şühûdü'l-hâl bazı Batı hukuklarında var olan ve hâkimin kararına doğrudan etki eden jüriden farklı olmaktadır. Öte yandan kadıların o bölgenin ileri gelenlerinden seçilen bu kimselerin çeşitli alanlarda müşavirliğinden istifade etmeleri de söz konusudur. İslam adliye teşkilatında ilk asırlarda ortaya çıkan bu tür şahitlik Mez'e göre kurumlaşmasını dördüncü hicri asırda tamamlamıştır. O dönemlerde bu tür şahitlik bir nevi hakim stajyerliği olarak da işlev görmüş ve şahit olmak için kadıda bulunması gereken şartlar aranmıştır,
Şer'iyye sicil defterlerindeki kararların altında bu şahitlerin isim ve imzaları da bulunmaktadır, şühûdül-hâl olarak zaman zaman eski kadıların, hatta kazaskerlerin görev yapması bu görevin ne kadar önemsendiğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir84. Şûhûdü'1-hâl arasında yer alan kimseler davanın taraflarına göre değişiklik de göstermektedir. Yeniçerilerin taraf olduğu davalarda Şühûdü'1-hâl arasında bir iki yeniçerinin, ulemâdan birisinin davasında Şühûdü'1-hâl arasında bu kesimden bir iki kimsenin yer aldığı görülmektedir85. Sistematik bir temyiz yolunun bulunmadığı ve ancak istisnaî olarak Dîvân-ı Hümâyun'un bu görevi üstlendiği Osmanlı Devleti'nde ve genel olarak İslâm devletlerinde mahkemede daima hazır bulunan şühûdü'l-hâlin ne kadar önemli bir denetim görevi ifa ettiği açıkça görülmektedir.

c) Kassâmlar
Kadıların yaptıkları önemli görevlerden birisi de, ölen kimselerin geride bıraktıkları mallarını (terike) İslâm miras hukuku ,(ferâiz) esasları çerçevesinde mirasçılara paylaştırmaktır. Bu görevi kadı adına bu işle görevli yardımcısı olan kassâmlar yapar. Kamu görevlilerinin miras taksimleri ise kazasker kassâmları tarafından yapılır ve kazaskere düşen harç (resm-i kısmet) onun adına tahsil edilir.
Kadılar ve kazaskerlerin bu miras taksimlerinden binde belli bir oranda aldıkları pay onların gelirlerinde önemli bir yekûn tutmaktadır. Bu sebeple zaman zaman kadılarla kazaskerler arasında miras taksiminin kimin yetkisine dahil olduğu konusunda uyuşmazlık çıkmıştır87. Keza bazı kadıların belirli aralıklarla kaza bölgesindeki yeleşim birimlerini dolaşmaya (devre) çıktığı ve yeni ölmüş kimselerin terekelerini mirasçılardan talep gelmediği halde taksim etmek ve böylece harç almak istediği görülmektedir. Bu tür zorlamalar da muhtemelen kadılıkların belirli sürelerle sınırlı olmasının bir sonucudur.

d) Kâtipler
Mahkeme kâtipleri de yargılama sırasında kadının önemli bir yardımcısıdır. Kadının vermiş olduğu kararlan bunlar için belirlenmiş usule (sak usulüne) uygun olarak deftere geçiren ve hukuk metinlerini yazma konusunda yetişmiş olan bu yardımcılar aynı tür davalann hemen daima aynı şekilde yazılmasında ve böylece yargılama sırasında bir eksikliğin olmamasında önemli roller üstlenmişlerdir.

B)DÎVÂN-I HÜMÂYUN
Osmanlı hukukunda sistematik bir temyiz usulü bulunmamakla beraber, padişah divanının bir yüksek mahkeme olarak zaman zaman kadıların kararlarını temyiz mahkemesi gibi denetlediği görülmektedir. Aynı şekilde bazı davaları, keza normal mahkemelerin bakmaktan kaçınıp divana havale ettikleri anlaşmazlıkları ilk ve son derece mahkemesi olarak yargıladığına da rastlanmaktadır. Esasen Dîvân-ı Hümâyun böyle bir yargılamayı yapmaya elverişli olarak kurulmuş, en yetkili hâkim sıfatıyla Rumeli ve Anadolu kazaskerleri burada yer almıştır. Davalara kaide olarak Rumeli kazaskeri bakmakta, işlerin yoğun olduğu günlerde veziriazamın isteği üzerine Anadolu kazaskeri de dava dinlemektedir.
Özellikle örfî ceza davalarıyla kamu görevlilerinin taraf oldukları davalarda divanın adil bir yargılama bakımından önemli bir fonksiyon icra ettiği görülmektedir. Bu yönüyle Dîvân-ı Hümâyun diğer İslâm devletlerinde rastlanan mezâlim mahkemelerinin görevlerini üstlenmiştir. Padişah tarafından da her an denetlenmesi söz konusu olan divanın Osmanlı Devleti'nde kanun hâkimiyetini sağlama bakımından önemli bir rol üstlendiği inkâr edilemez.
Dîvân-ı Hümâyun'a başvurmak isteyenler dilekçe ile veya bizzat veyahut da vekilleri aracılığıyla başvurabilirlerdi. Bunun yanı sıra bizzat padişaha başvurmak da mümkündü, özellikle cuma selâmlığı sırasında görevliler padişahın geçtiği yol üzerinde toplanan kimselerin başvuru dilekçelerini toplarlardı. Bunlar daha sonra gereği yapılmak üzere padişah tarafından divana havale edilirdi.
Dîvânda duruşmalı veya duruşmasız olarak yapılan yargılamada kadılar tarafından verilen kararlar hukuka aykırı bulunduğunda çoğu defa aynı mahkemeye, bazen da başka bir mahkemeye tekrar yargılanmak üzere geri gönderilmekteydi. Bu iade sırasında Dîvân zaman zaman dava ile ilgili reyini ihsas ederdi. Bizzat kendisinin kesin hüküm verdiği durumlarda ise karar süratle icra ve infaz edilirdi. Bütün bunların yanı sıra Dîvân-ı Hümâyun adlî şikâyetlerin yoğun bulunduğu bölgelere soruşturma yapmak üzere özel kadılar (mehâyif müfettişi) da gönderirdi.

C. VEZİRİAZAM DİVÂNLARI
Dîvân-ı Hümâyun'un dışında veziriazamın başkanlığını yaptığı bir dizi divan daha vardır ki, bunlar da zaman zaman adlî veya idarî mahkeme olarak görev yapmaktadırlar. Bunların başında cuma divanı gelir. Bu divana veziriazamdan başka kazaskerlerin katılması huzur murafaası da denen cuma divanının şer'î ve örfî hukuk alanlarında önemli bir yargılama görevini yaptığını ortaya koymaktadır.
Veziriazam bu divanda şikâyetleri dinler ve gerek görürse Rumeli kazaskerine de dinletirdi. Diğer önemli bir divan da çarşamba divanıdır. Bu da veziriazamın başkanlığında İstanbul, Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılarının iştirakiyle toplanan bir divandır. Bu divanda veziriazam cuma divanında olduğu gibi halkın şikâyetlerini dinler ve gerek görürse kadılara dava dinletirdi. İşleyişleri hakkında fazla ayrıntılı bilgi sahibi olmadığımız bu divanlardan cuma divanında Dîvân-ı Hümâyun'da görülemeyen bazı hukukî ihtilâflar halledilmekte, çarşamba divanında ise İstanbul'da oturmakta olan kimselerin şikâyetleri ve hukukî ihtilâfları dinlemekteydi.

D) KAZASKER DİVANLARI
İlk defa Abbâsüer'de ortaya çıkan başkadılık (kadı'l-kudâtlık) kurumunun yerini, Osmanlı Devleti'nde İslâm'ın ilk asırlarında ordu kadılığı olarak kurulmuş bulunan kazaskerlik kurumu almıştır. Kazaskerlik bir idarî kurum olarak kadı tayinleriyle ilgilenmiş, Rumeli, Kuzey Afrika ve Kırım'daki kadılar Rumeli kazaskeri, Anadolu'daki kadılar da Anadolu kazaskeri tarafından tayin edilmişlerdir. Ancak kazaskerlerin özellikle mevleviyyet denilen büyük kadılıklara tayin yetkisi zaman içinde şeyhülislâmlık kurumuna geçmiştir. Bu idarî görevlerinin yanı sıra kazaskerlerin kazâî görevleri vardır. Onların Dîvân-ı Hümâyun üyesi olarak yapmış oldukları kazâî görevlerden daha önce bahsedilmişti. Bunun dışında kazaskerlerin bir de kendi divanları bulunmaktadır ki salı ve çarşamba günleri hariç kendi konaklarında akdettikleri bu divanlarda, onlar genel olarak askerî diye isimlendirilen kamu görevlileriyle ilgili davalara bakmakta idiler. Askerî teriminin ilk anda zihinlere getirdiği gibi kazaskerleri diğer İslâm devletlerinde kadı'l-asker, kadı'l-cünd veya kadıleşker isimleriyle anılan ordu kadısı olarak düşünmemek gerekir. Görev alanları ordu kadılarınınkinden çok daha geniştir. Askeri terimi Osmanlılar'da ordu mensuplarını içine aldığı gibi, ücretlerini devlet hazinesinden alan bütün kamu görevlilerini de içine alır. İşte bu guruba giren görevlilerin belli davalarına kazaskerler bakmakta idiler. Yine kazaskerler bu gruba dâhil olan kimselerin terekelerini kassâmları aracılığıyla taksim ederlerdi. Kanunlarda kazaskerlerin gerek miras taksimiyle gerek diğer davalarla ilgili olarak alacakları harçların miktarları belirtilmektedir. Gerçi kazaskerler padişahların bizzat sefere katıldıkları ilk dönemlerde onlarla birlikte sefere katılırlar ve bu esnada ordu kadılığı yaparlardı. Ancak daha sonra padişahların bizzat sefere katılmaları usulü terkedildiğinden kazaskerler de sefere gitmez olmuştur. Onun yerine ordu kadısı adıyla o sefere has olmak üzere bir kadı tayin edilirdi.

E) DİĞER MAHKEMELER
Osmanlı Devleti'nde şer'iyye mahkemelerinin ve yukarıda belirtilen divanların yanı sıra gerek vezîriâzamların, gerekse diğer vezirlerin ülke içerisinde çoğu zaman sefer vesilesiyle seyahat ederken geçtikleri yerlerde divan kurup dava dinlediklerine de rastlanmaktadır. Bu divanlarda muhtemelen idarî şikâyetler veziriazam veya diğer vezirlere duyurulmakta, hukukî ihtilâflar söz konusu olduğunda da divanda hazır bulunan o bölge kadısının yardımlarından istifade edilmektedir. Ayrıca eyaletlerde beylerbeyinin başkanlığında kurulan paşa divanlarını da belirli kazâî görevleri olan divanlardan saymak gerekir. Lonca ve benzeri meslek teşekküllerinin kethüda, yiğitbaşı, kâhya vs. muhtelif isimlerle anılan idarecilerinin o meslek grubu içinde çıkan ufak tefek anlaşmazlıkları çözdüğü de bir vakıadır. Keza tarikat şeyhlerinin benzer bir rolü üstlendikleri söylenebilir. Hz. Peygamber soyundan gelen seyyid ve şerifler üzerinde nakîbüleşrafların belli kazâî yetkilerinin olduğu da bilinmektedir, öte yandan idarî-malî davalarda defterdarların1, çarşı pazarların inzibatıyla ilgili konularda muhtesiblerin belirli kaza yetkileri bulunmaktadır. Ancak bütün bu divan ve mahkemelerin kazâî yetkilerinin sınırlı olduğu veya daha çok hakem mahiyetinde bulunduğu da bir gerçektir. Osmanlı Devleti'nde esas yargı mercii kadıların görev yaptığı şer'iyye mahkemeleridir. Esasen Osmanlı Devletinin İslâm adliye teşkilâtına getirmiş olduğu en önemli değişiklik çeşitli isimler altındaki kaza mercilerinin sayısını ve etkisini azaltarak kadıları en etkili kaza mercii olarak ortaya çıkarmak olmuştur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt