Hükümranlık

Hükümranlık


Devlet, genel târifi ile, emretmek hak ve yetkisinin ve o emri uygulama kudretinin bir arada yürürlükte olduğu bir yüksek sosyal nizamdır. Ancak emretme hakkının itaat edenler tarafından “meşru” kabul edilmesi lâzımdır, aksi halde devlet yok, zorbalık vardır. Meşrû tanınan devletlerde, topluluklara göre, çok çeşitli olan hükümranlık şekilleri arasında ortak olmak üzere üç tip tesbit etmek mümkün olmuştur: Gelenekçi, karizmatik, kanunî.

Eski Türk hükümranlık telakkisi, karizmatik (Tanrı bağışı’na dayanan) tip olarak kabûl edilebilir. Bütün vesikalar Türk hükümdarına idare etme hakkının Tanrı tarafından verildiğini (bağışlandığını) göstermektedir: Asya Hun imparatorluğunun ünvanı: “Gök-Tanrı’nın, güneşin, ayın tahta çıkardığı Tanrı kut’u Tan-hu” idi. Gök-Türk hakanları da öyle idi: “Tanrı’ya benzer, Tanrı’da olmuş Türk Bilge Kagan,” “Babam kagan ile anam hatunu Tanrı tahta oturttu”, “Tanrı irade ettiği için, kut’um olduğu için kagan oldum” vb. Uygur Hakanları’nın unvanları da bunu ortaya koyar. Tuna Bulgarları’nda da hükümdar Tanrı tarafından tahta çıkarılmıştır.

Hazar hâkanı, eğer Ibn-i Fadlan’ın bilgileri doğru kabûl edilirse, halktan tecrit edilmiş, âdeta “Tanrı gibi” bir hayat yaşıyordu. Bozkır Türk hükümdarı Tanrı tarafından kut ve ülüg (kısmet) ile donatıldığı için işbaşına gelebilmektedir. Bu tarihî kayıtlardan da anlaşılıyor ki, eski Türk devletlerine siyâsi iktidar kavramı “kut” tabiri ile ifade ediliyordu. Bu itibarla Türk dilinin en eski kültür kelimelerinden biri (2200 yıldan beri mevcut) olan “kut” (yâni Türkler’de siyâsi iktidarın mâhiyeti) ünlü siyaset kitabı Kutadgu-Bilig’de açıklanmıştır. Buna göre, “Kut’un tabiatı hizmet, şiarı adâlettir... fazilet ve kısmet kut’tan doğar... Beyliğe (hükümdarlığa) yol ondan geçer”... “Herşey kut’un eli altındadır, bütün istekler onun vasıtası ile gerçekleşir. ilahîdir... Bey, bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana tanrı verdi... Hükümdarlar iktidarı Tanrı’dan alırlar...” (Kutadgu-Bilig).

Bunlara bakılarak eski Türkler’de karizmatik iktidar görüşü umumi kanaat hâline gelmiş olmakla beraber, arada mühim farklar göze çarpmaktadır: Karizmatik meşrûiyete bağlı topluluklar umumiyetle dinî toplumlar olduğu hâlde Türk siyâsî birlikleri dinî vasıf taşımaz. Peygamberler veya veliler tarafından idare edilen Türk devleti yoktur. Türk hükümdarları, insan üstü varlık da sayılmamaktadır. Hem kendisi, hem halk onun normal bir insan olduğunun farkındadır (kitâbeler). Esasen Türkler’de Kut telakkisi sınırsız bir hâkimiyete imkân tanımamaktadır. İdare yetkisi bazı şartlarla sınırlandırılmıştır. Bunların başında halkı doyurmak, giydirmek, toplamak, çoğaltmak ve huzura kavuşturmak gelir (kitabeler). Türkler’de hükümdarlık alâmeti sayılan büyük resmi ziyafetler ve umumiyetle hâkan sofrasının halka açık tutulması bunun sembolik ifadesidir. “Halka, aç mısın, tok musun, diye sor... Elini açık tut: Bir hükümdar kuldan fakir adını kaldıramazsa nasıl hükümdar olur?”

Kutadgu-Bilig halkın hükümdardan istediklerini: a- İktisadî istikrar, b- Âdil kanun, c- Asayiş, olarak sıraladıktan sonra şöyle der: “Ey hükümdar sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını isteyebilirsin!”

“Bey, iyi kanun yapın, kanuna kendin riayet et ki halk da sana itaat etsin!”

Türk hükümdarı bu vazifelerini yapamazsa kut’unun Tanrı tarafından geri alındığı düşüncesi ile iktidardan düşerdi. Gök-Türk tarihinde genç hükümdar İnal Kagan’a karşı yapılan 716 yılı ihtilali bu gerekçeye dayanıyordu. Diğer taraftan hâkanlık tahtına çıkışta da daima töre hükümleri göz önünde tutulmakta idi.

581'de ölen Gök-Türk hakanı Ta-Po yerine onun vasiyet ettiği Ta-Lo-pien’in hâkanlığını, töreye uymadığı için devlet meclisi red etmişti. Demek ki başlangıçtaki bütün karizmatik görüntüsüne rağmen, Türk hükümranlık telâkkisi kanuna dayanan meşruiyetçi tipi temsil etmekte idi. Ancak siyasî iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlamakla yâni hâkanı Tanrı huzurunda sorumlu tutmakla Türkler, bugün “milli irade” diye ifade edilen, hükümdar üstü “yüksek otorite” (Souverainete, Sovereignty) meselesini, üstün siyasi kültürleri sayesinde daha o çağlarda halletmiş ve insanları hükümdarın şahsi insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmıştı. Bu tarzda bir hükümranlık düşüncesi yukarıda da söylediğimiz gibi, benzeri eski Roma’da görülen ve hükümdarın icraatının millet tarafından kontrolüne imkân veren “imperium” şeklinde tecelli etmekte idi. Bu kontrol meclisler aracılığı ile yapılıyordu. Asya Hun devletinde bir dâimî meclis (danışma kurulu veya devlet meclisi) bir de her yılın 9. ayında güney sınırı civarındaki Ma-yi sahrasında yapılan umumî halk toplantısı vardı ki, bunda memleket meseleleri hakkında umumî müzakereler açılırdı.

Avrupa Hun imparatorluğundaki benzer bir kuruluşa Priskos “seçkinler” veya “seçilmişler” meclisi adını vermektedir. Gök-Türkler’de devlet meclisi herhalde dâimî idi. Çünkü yalnız askerî ve siyasî meselelerin değil, iktisat ve kültür işlerinin de burada konuşulup karara bağlandığı anlaşılıyor. Bilge Kağan’ın kurula getirdiği iki mesele: Türk ülkesinde şehirlerin, Çin’deki gibi, surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm’in yurtta yayılmasının teşviki teklifleri, ünlü “aygucı” (devlet müşaviri) Tonyukuk’un muhalefeti neticesinde red edilmişti.

Bu meclis, Uygurlar’da görüldüğü üzere, gerektiğinde, hânedan dışından dahi han seçebiliyordu. Hazarlar’da bir “ihtiyarlar meclisi vardı

Tuna Bulgarlar’ında bir “millet meclisi” bulunmakta idi. Oğuz Kağan da, mâiyeti ve dâvet ettiği halk ile bir toplantı yaparak “kengeştiler”. “Kengeş” tâbirinin “hâkanın tekliflerini milletin tasvibine sunması” olarak açıklanması, aynı geleneğin Oğuzlar arasında da devam ettiğini gösterir.



Hükümdâr

Bozkır Türk devletlerinde başkanlar çeşitli ünvanlar taşımışlardır: Tan-hu (veya Şan-yü), kagan, kan (han), yabgu, İl-teber vb. Bunlar arasında Türk tarihinde en yaygın olanları han (kral) ve kagan (imparator) idi. Bunların Moğol Juan-juan devletinden Gök-Türkler’e geçtiği hakkındaki iddia eskimiş görünüyor, çünkü “han” ünvanının 3. asırdan beri Türkler’ce bilindiği gibi, Avrupa Hun hükümdarı Attilâ’nın hanımının adında da “han” ünvanı mevcut idi: Arıg-kan.

Yabgu ünvanı Hunlar’dan beri mevcuttu. Hükümdarın törenle ünvanını alırken, zevcesinin de resmen aldığı katun (hâtun) ünvanı da Hunlar’dan beri Türklerce tanınmakta idi. Devlette hâtunlar da söz sahibi idiler. Devlet meclislerine katılırlar bir dereceye kadar formalite olsa da, elçileri ayrıca kabul ederlerdi. 585 ve 726 yıllarında Çin elçilerinin kabulünde Gök-Türk hâtunları hazır bulunmuşlardı. Hâtunların gelecek hâkanların anneleri olmaları sebebi ile, ilk zevce ve asil (yani Türk) olmalarına dikkat edilirdi. Umumiyetle en büyük evlât veliahd tayin edilirdi. Veliahd durumudakiler küçük yaşta iseler amcaların tahta geçmeleri töreye uygundu. Devlet başkanlarının oturduğu başkentte “ordu” deniliyordu.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt