Türklerde İkili Teşkilat

İkili Teşkilat

Eski Türk devletinde arazi iki idari bölgeye ayrılırdı: Sağ-sol, kuzey-güney, doğu-batı, ak (sarı)-kara (Ak-Hun, Sarı Türgiş-Kara Türgiş, Sarı Uygur, Sarı (ak) Oğur, Kara Hazar-Ak Hazar, Kara Macaristan- Ak Macaristan, Kara Kıpçak, İç-dış (Karluklar’da?, Bulgarlar’da), Üç-ok Boz-ok (Oğuzlar’da) Bu bölünmede dâimâ bir tarafın hâkimiyet üstünlüğü tanınırdı.

Bu yön Asya Hunlar’ında sol, Batı Hunlar’ın da, Gök-Türkler’de Uygurlar’da sağ idi. Bölümlerin başındaki idareciler, asıl hükümdarın yüksek hâkimiyeti altında töre hükümlerini görürler, kendi ülkelerini ilgilendiren hususlarda dış münasebetlere girerler, ancak bütün il’le alâkalı meselelerde toplanırlardı. Ordu’lar birleştiği zaman herkes mensup olduğu cihete göre sağ veya sol kanatta yerini alırdı.

Kanat hakanları imparator âilesi mensupları arasından tâyin edilirdi: Uldız, Aybars, Oktar, Atillâ’nın baba tarafından yakın akrabaları idiler. Daha sonraki kanat kıralları İrnek, Dengizik İmparator İlek’in kardeşleri idiler.

Sivil idarede Devlet meclisi üyeleri, buyruklar (nâzır, bakan), iç-buyruklar (saray idaresine bakan) yanında inanç, tarkan, apa, boyla, yula, baga, ataman, tudun, yugruş, külüg, “atı” (Gök-Türkler’de) ve “babacık” (Hazarlar’da), sonraları “atabey” vb. ünvanlarını taşıyan ve hiçbiri verasete dayanmayan devlet büyükleri bulunurdu.


"Çifte Krallık” Meselesi
Türk siyasi kuruluşlarında görülen ikili teşkilat, “çifte kırallık” diye anılan bir görüşün ortaya atılmasına sebep olmuştur. İddiaya göre bölüm başkanlarının hareket serbestliklerine sahip bulundukları, “bir birbirine paralel hükümet icra eden iki hükümdar” olarak ayrı ayrı iktidarı temsil ettikleri bu sistem, aslında, irsî, dinî ve sosyal köklere dayanmakta ve yalnız Türk “göçebelerine” mahsus olmayıp, Kırgızlar, Moğollar, Urallar, Tibetliler, Orta Afrika ve Okyanusya kabileleri arasında da görülmektedir, ancak Türkler’de bu devlet nizamı sayesinde yükselmek gibi bir seçkinlik kazanmış bulunmaktadır.
İlk bakışta çok cazip gelen bu görüş, hiç olmazsa Türk devlet anlayışı ve âmme (kamu) hukuku bakımından şüphesiz tam gerçeği ifade etmemektedir. Çünkü Türkler’de hâkimiyette bir “parelellik” değil, mutlaka bir tarafın üstünlüğü bahis konusudur. Nazarî bile olsa bu husus hâkanlık alâmeti ile belirlenmektedir. Meselâ Gök-Türkler’de altın kurt başlı sancak daima doğu kolunun hükümdarında bulunur, onun sarayının veya otağının önünde dalgalanırdı.

Çin imparatoru, 581 yılında, Gök-Türk hakanlığının batı kolunu doğudan ayırmak istediği zaman oradaki Tardu’ya bir altın kurt başlı sancak göndererek, onu Gök-Türkler’in “hâkan”ı olarak selamladığını bildirmişti. Bu durum diğer Türk devletleri için de böyle idi. Meselâ, Asya Hun Tan-hu’su Mete’nin yanında onunla denk iktidarda başka bir şahıs düşünmek ve Batıda Atilla gibi bir devlet adamının iktidarına ortak birisini tasavvur etmek güçtür.

Diğer taraftan, Türkler’de hükümranlık hakkını karizmatik vasfı da buna mânidir. Bu yönden Hazarlar’da, hemen hiçbir sorumluluğu ve icra yetkisi olmayan hâkan’ın yanında, fiili hûkümdar durumundaki “Bey” veya “Şad” son derece de dikkat çekicidir. Aranan nokta sadece “hüküm sürmek” değil, fakat daha da mühim olarak, bir “meşrûiyet” meselesi olduğuna göre, birden fazla şahsın aynı devlet idaresinde ve aynı kudrette Tanrı bağışı (kut) ile donatılmış kabûl edilmesi müşküldür.

Hâkan yanında yabgu (Gök-Türkleri’de) her bakımdan bir yardımcı, yine hâkan yanında “bey” (Hazarlar’da), “Kündü” yanında “yula” (Macarlar’da) yabgu yanında “Kül-Erkin” (Oğuzlar’da), hükümdarın namına bir icracı durumundadır. Ve esasen Türk siyâsî teşekküllerinde bunların veya “tâbi” bölüm idarecilerinin veya kanat kırallarının, devlete karşı isyanı göze alamadığı müddetce herhangi bir iddiada bulunduğu görülemez.

Karizma’nın babadan oğullara intikal ettiği inancı dolayısıyla, hükümdarın ölümünden sonra evlâtları arasında meydana gelen taht mücadelelerinde ise, içlerinden biri tam başarıya ulaşamadığı takdirde, devlet parçalanmakta, iki veya daha fazla müstakil sahaya ayrılmakta, yeni devletler doğmaktadır (Hunlar’da, Bulgarlar’da, Göktürkler’de, Tabgaçlar’da, Türgişler’de hattâ Kara-Hanlılar’da olduğu gibi).

O hâlde Türk âmme (kamu) hukuku hükümranlık hakkının paylaşılmasını tanımamaktadır. Buna göre de devletin oldukça merkeziyetçi bir karakter taşıması lâzım gelir. Türk devletinin idaresindeki genel tutum da bunu teyid eder mâhiyettedir.

Attila geniş ülkesinin doğusundan Urallar’a kadar olan kısmını oğlu İlek’in idaresine vermişti. 630’dan önce Gök-Türk imparatorluğunun batı kanadı olan Hazar ülkesi Aşına âilesinden bir prensin idaresinde idi. Karluk yabguları Aşına âilesine bağlanmaktadır. Uygur, Türgiş, Oğuz Yabgu devleti gibi nisbeten küçük siyasi teşekküller de şüphesiz aynı tarzda idare edilmekte idi. Mesela Uygur hâkanı Moyen-çur, henüz “Tegin” iken Oğuzlar’ın başında bulunuyordu.

İl-hâkanlık (imparatorluk)’larda durum biraz farklı idi. Çünkü devlete “tâbi” olan birçok ülkeler kendi iç işlerinde serbest idiler. Meselâ Asya Hun imparatorluğunda M.Ö.176 yılında bu durumda olanların sayısı 26 idi. Attila zamanında Batı Hun idaresine “tâbi” Germen, İranlı, Fin-Ugor ve Islav toplulukların yekunu ise 25’in üstünde idi. Yabancılar her halde bütün imparatorlukta (Vassal) devletler hâlinde idiler. Merkeze bağlılıklar ise hâriçte temsilci bulundurmamak, dış münasebetlerini Türk devletleri aracılığı ile yapmak, belirli vergi ödemek ve gerektiğinde askerî destek sağlamaktan ibaretti. Campus Mauriacus savaşında Attila’nın 200 bin kişiyi aşan ordusunda bu “vassal”ların, Türk usulü seri harekete elverişli olmayan yaya destek kuvvetleri asıl Hun ordusundan çok fazla idi.

Türk devletine ancak hükümdarları, kıralları, şefleri vasıtasiyle bağlı olan bu gibi ülkeler, Türk devleti yıkıldığı zamanlarda, kendi kavmî bünyelerinden bir şey kaybetmeksizin tekrar ortaya çıkıyorlardı.



Siyasî Faaliyet
Büyük Türk imparatorluklarında diplomatik temasları yürüten dış işleri idaresi en mühim makamlardan biri idi. Asya Hunları'nın merkezinde çeşitli dillerde konuşan ve yazan kalabalık bir hey'et çalışırdı. Batı Hun imparatorluğunun başkentinde kâtipler, tercümanlar, kuryeler faaliyet halinde idiler. Yazılan yazılara tan-hu'nun veya hakan'ın resmi mühürü basılırdı. Casusluk yapmadıkları müddetçe elçilere dokunulmazdı.
Şüpheli hareketleri görülen yabancı temsilciler hapse atılır veya ülkenin uzak bir yerinde, belirli bir zaman için, ikamete memur edilirdi. Çinliler'in, Hun ve Gök-Türk imparatorlukları içinde ve Bizans'ın Batı Hun imparatorluğunda kesif casusluk faaliyeti görülmüştür. Bunlarla çok uğraşılmış, meselâ imparator Rua, Hun topraklarında tacir, seyyah, oyuncu kisvesi altında, halkı isyana kışkırtan Bizanslılar'ın memlekete girmesini yasaklamış ve bunu, Bizans'la yaptığı andlaşmada hususî bir madde olarak belirtmişti.

Çinliler Türk devletini çökertmek için bilhassa Türk hükümdar ailesi üyelerinin ve idarecilerin aralarını açarak birbirlerine düşürmeğe büyük ehemmiyet vermişlerdir, l. Gök-Türk devletinin Çin tahakkümü altına düşmesinde bu gayretin acı sonuçları kitabelere kadar aksetmiştir. Yazılı antlaşmalara riayet etmeyen Bizans'ın (441, 447 Balkan seferleri bu yüzden yapılmıştı) iki yüzlülüğü Türk-şad tarafından elçilerinin yüzlerine vurulmuştu. Sasanîler de hile ile Türk elçilerini öldürtüyorlardı. Türkler antlaşmalarında, umumiyetle söz vermekle iktifa ederlerdi. Fakat bazan bunu, Türk halkı arasında yaygın olup, karşılıklı dayanışmayı, kan kardeşliği haline getiren, “and içme” töreni ile takviye ettikleri de olurdu.
Türk siyasetinin dış cephesi şüphesiz devletin bekasını sağlamağa ve bu bakımdan öncelikle ticari münasebetleri tanzime yöneltilmişti. Fakat siyasetin dikkate değer bir de iç cephesi vardı. Bu, Türk devlet başkanının vazifeleri arasında gördüğümüz “dağınık Türkleri” toplamak esasına dayanıyordu. Türk tarihinde ilk defa Tan-hu Mete zamanında (M.Ö. 209-174) bu gayeye ulaşıldığı anlaşılıyor. Çünkü o, henüz yakın-doğu ve Avrupa istikametinde göç etmemiş olan Türkler'i, Hun imparatorluğunun Asya'da sağladığı idare birliği içinde toplamış görünmektedir.
Daha sonraları dünyanın birçok yerlerinde tarihî roller oynayan çeşitli Türk kütlelerinin başlangıçta bu Hun devletinde yer aldıkları görüldüğü gibi, Çin, Bizans, Lâtin, Hind ve İslâm kaynakları ile de tesbit edilebilmektedir. “Dağınık Türkleri” toplamak işi, 2. defa olarak Gök-Türk devletinde gözleniyor. Büyük Kağan Kapagan (692-716)'ın ana siyaset çizgisinden biri bu idi. Türk birliğini gerçekleştirmek gayretleri ile o, “adeta çağdaş denebilecek bir siyasî kavrayışa sahip bulunuyordu”. Bilindiği üzere Gök-Türk hakimiyetinin çökmesi üzerine Türkler bir kere daha etrafa yayılmışlardır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt