- Katılım
- 13 Şub 2021
- Mesajlar
- 4,903
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 426
- Puanları
- 83
- Konum
- Türkiye
- Web sitesi
- tarihbilinci.com
- Meslek - Branş
- Tarih Öğretmeni
Yazarın son konuları
OSMANLI CEMİYETİ VE HUKUK
A) OSMANLI CEMİYETİ
Osmanlı Devleti'nde cemiyet iki ana gurup altında ele alınabilir. Bunlardan birincisi Askerî adı altında toplanan ve görevleri icabı vergilerden muaf olan kısım; ikincisi ise şehirliler, köylüler ve göçebe aşiretlerin meydana getirdiği Reâyâ denilen vergi mükellefi guruptu. Bunlara aslında reayadan olup, padişah beratıyla bir kısım vergilerden muaf tutulan ve askerî ile raiyyet arasında muaf ve müsellem reâyâ adıyla anılan bir bakıma serbest bir zümreyi de eklemek gerekir. Osmanlı toplumundaki bu sınıflaşma tâbi oldukları görevleri dolayısıyla olup, bütün kanun ve nizamlar, sınıfların hukukî yapısına paralel bir biçimde ele alınmıştır. Osmanlı toplumu Avrupa'dan farklı olarak sınıflar arasında aşılmaz duvarlarla birbirinden ayrılmamış, padişah beratiyle askerî sınıftan bir kişi reayaya dâhil olurken, reayadan herhangi bir kimse de beratla askerî statüsü kazanmıştır.
a)Askerî Sınıf
Osmanlı Devleti'nde idarî sisteme bağlı olarak bugünkü manada hem askerlik hizmeti yapanlar; hem de memur statüsünde bulunanlar bu sınıfı teşkil etmekteydiler. Bunlardan gerçek anlamda askerlik hizmeti yapanlar, bu hizmetleri karşılığı, devletten yıllık olarak bir yerin veya köyün gelirini kendileri adına toplama yetkisini almışlardı. Bu türden ücret alanlar dirlik (yaygın deyimiyle timar) erbabı olarak bilinen tımarlı sipahiler, sancakbeyleri, beylerbeyileri, vezirler ve Enderun ağaları gibi yüksek devlet memurlarıydı. Osmanlı tarih terminolojisinde Ümera adı verilen dirlik erbabı, ancak vazifede bulundukları süre içinde askerî sıfatınıı taşırlardı. İş hayatına girmeleriyle bu sıfatları kalkar ve raiyyet sınıfına dâhil olurlardı.
Memur sınıfı ise, hizmetleri karşılığı devlet hazinesinden gündelik alanlarla, yine hazineden veya vakıflardan gündelik alanlar olmak üzere iki kısımda mütalâa edilmiştir. Bunlardan birinciler “Ulufe” adıyla gündelik alırlardı ki, Kapıkulu askerleri, Enderun hizmetlileri, kale koruyucuları, subaşılar, asesbaşılar ve benzeri görevliler (Ulufe erbabı) bu sınıf içinde telâkki olunmakta idi. İkinci guruba dahil olanlar ise kadılar, müderrisler, medrese talebeleri ve mezunları ile bunların yanında çalışanlar ve akrabaları olup, ilmiye ismi altında vergilerden muaf tutulmaktaydılar. Bunlar, vazife veya cihet adı altında aldıkları ücretin özelliği dolayısiyle ehl-i cihet olarak da isimlendirilmişlerdir.
b)Reâyâ
Vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçer tabir edilen göçebe aşiretler bu guruba dâhil idiler. Reâyâ olarak sınıflandırılmalarına rağmen bu gurupların iktisadî bakımdan birbirinden farklı yapı ve özelliklere sahip olmaları, her birini ayrı ayrı ele almayı gerektirmektedir.
1-Şehirliler
Osmanlılar'da reâyâ Raiyyet rüsumu adı verilen çift resmi, bennâk, mücerred resimleri, Hıristiyan unsurlardan alınan ispençe, zaman zaman devletin olağanüstü bir durum karşısında yüklediği avârız-ı divaniyye ve öşür gibi vergileri vermek durumundaydı. Buna karşılık Osmanlı şehir ve kasabalarında yaşayan halk, ziraatle meşgul olmadıkları ve şehirlerin büyük bir iktisadî ve sosyal birliğin merkezi olması dolayısıyla, devlet tarafından daha farklı biçimde vergilendirilmiştir. Şehir ahalisi genellikle ticaret, endüstri ve benzeri işler yapan, geçimini ve kazancını bu gibi işlerden sağlayan kimselerden teşekkül etmekteydi. Genelde esnaf olarak adlandırılan bu gibiler, devlet ekonomisine, pazarlarda sattıkları mallar dolayısiyle verdikleri vergilerle katkıda bulunmuşlar, buna bağlı olarak da meydana getirdikleri teşkilâtlar sayesinde idarede söz sahibi olmuşlardır. Özellikle şehirlerdeki esnaf teşkilâtları tarafından mal standardının temini ve tüketiciyi koruma düşüncesi, iktisadî hayatın canlanmasına ve toplum düzenin teminine yardımcı olmuştur.
Osmanlılarda şehirlilerin teşekkülü ve gelişmesi, bir kısım sosyal tesislerin inşası ile yakından alâkalı görülmektedir. Nitekim şehirlerde tesis edilen imaretler, ihtiyaç sahibi her inanç ve milletten kimselerin buralara akın etmesine yol açmıştır. İmaretlerin yanı sıra dinî eserler (cami, mescit, tekke, türbe, zaviye), medrese, han, hamam, hastane, çarşı, fırın, boyahane, salhane, suyolları ve kanalizasyon gibi bir şehrin teşekkülünde rol oynayacak tesislerin yapılmasıyla bu akın artmıştır. Ayrıca şehirlerin, dağ ve ova köylerinin arasında bir pazar ve değişim noktası olması özelliği de bu hususta tesirli olmuştur.
XV. yüzyıl sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında bazı Osmanlı şehirlerinin nüfuslarına gelince: Haleb'in 1519'da yaklaşık 56.000, Selânik'in 1478'de 9.500, Kayseri'nin 1500'de 9.300, Tokat'ın 1455'de 14.400, Sivas'ın 1455'de 2.800, Serez'in 1465'de 4.900 idi.
Osmanlı şehirleri, varlıklarını ve gelişmelerini kuruluş yerlerinin iyi seçilmiş olmasına borçlu idiler. Özellikle yol üzerinde ve ticaret sahalarına (pazar yerleri, iskeleler) yakın alanlarda kurulması nüfuslarının artmasına sebep olmuştur.
2-Köylüler
Şehir halkından ayrı olarak diğer bir üretici sınıf da köylüler yani çiftçilerdi. İmparatorluğun ekonomik yapısı ziraata dayandığından, bu işle meşgul köylülerin devlet açısından ne kadar önemli olduğu aşikârdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemindeki genel yapısı, Osmanlı toplumunun diğer bir unsuru olan konar-göçerleri ziraat sahalarında (mezra) küçük çapta tarımla uğraşmaya zorlarken, bir yandan da onların köyler kurarak yerleşik vaziyete geçmelerine zemin hazırlamıştır. Zira Rumeli'de fütuhatın genişlemesiyle, Anadolu'da büyük bir nüfus potansiyeline sahip konar-göçerler, devlet tarafından güvenlik açısından yeni fethedilen yerlere nakledilmişler ve buralarda köyler tesis ederek yerleşik hale geçmişlerdir. Anadolu'da ise daha Anadolu Selçukları zamanından itibaren köyler teşkil edildiği görülüyor. Beylikler döneminde de toprak Selçuklularda olduğu gibi timar, vakıf, mülk, yurt olarak ayrılmış, bu topraklar üzerinde ziraat yapan köylüler, elde ettikleri mahsulün vergisini vermek suretiyle mükellefiyetlerini yerine getirmişlerdir. Osmanlılar, Anadolu Beyliklerinden aldıkları topraklar üzerinde geçerli olan bu nizamı ilk zamanlarda değiştirmeyerek, olduğu gibi kabul etmişlerdi. Nitekim Osmanlılar'in XVI. yüzyıl başlarında ele geçirdikleri Güneydoğu Anadolu ile Çukurova'da, eskiden beri devam eden kanunları birkaç istisnasiyle aynen aldıkları görülmektedir. Dolayısıyla Osmanlı reayası da bu devlet ve beyliklerde olduğu gibi fetihten sonra devlete ait sayılan topraklar üzerinde ziraat yapmak ve buna karşılık elde ettiği ürünün öşrünü vermekle mükellefti. Ancak köylü, ektiği toprağın, diktiği meyveli ağacın, bağın ve kovanın öşür ve resmini doğrudan doğruya devlet hazinesine vermeyerek, devletin bir hizmet mukabili bu toprakları terk ettiği sâhib-i arza veya vakıf ise vakfa, birine temlik edilmişse o mülk sahibine vermek durumundaydı. Bununla birlikte şurası da belirtilmelidir ki, Osmanlı idaresi, bir müddet geçtikten sonra önceden var olan hükümleri, bazı ihtilâfa ve hoşnutsuzluğa sebebiyet verdiği için kendi kanunlarına göre tadil ederek bu gibi yerlerde Osmanlı kanunlarını geçerli hale getirmiştir. Nitekim Sis (= Kozan)'in Osmanlı topraklarına katılmasından sonra yapılan 1519 tarihli ilk tahririnde Memlûk kanunları aynen bırakılırken, bundan yaklaşık beş yıl sonra yapılan (1523–1524) tahrirde Memluk ve Osmanlı kanunlarının birlikte geçerli kılındığı, 1536–1537 yılına ait tahrirde yer alan kanunnâmede ise tamamen Osmanlı kanunlarının câri olduğu görülüyor. Keza yine 1519 tarihli Behisni (= Besni) kanunnamesindeki kayıttan, reayanın, sancaklarında Osmanlı kanunlarının geçerli olmasını istedikleri ve devletin bunu kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Osmanlı Devleti'nde Müslüman reayadan tekâlif-i örfiyyeden olarak bir çiftlik yere (Bir çiftlik yer arazinin verimine ve sancağına göre değişmekteydi. Meselâ Aydın Sancağı'nda verimli ve sulak arazide altmış dönüm, orta halli arazide seksen dönüm ve az verimli arazide yüzotuz ilâ yüzelli dönüm bir çiftlik sayılmaktaydı. Karaman'da bu miktar iyi yerden altmış, orta yerden seksen veya doksan, verimsiz olduğu takdirde de yüz veya yüz yirmi dönüm bir çiftlik yer olarak kabul edilmişti. Diyarbekir'de ise iyi yerde seksen, orta yerde yüz ve verimsiz yerde yüzelli dönüm bir çiftlik itibar olunmuştur. Osmanlı dönümü normal adımla kırk adım kareden meydana gelmekteydi) olduğundan şer'î vergilerden telâkki edilmektedir. Bir çiftlikten az yeri olup, yarım çift(nîm çift) yere ziraat yapan reayadan ise çift resminin yarısı alınırdı. Eğer sipahi çiftliğin fazla olduğundan şüphelenir ve yerin hakiki yüzölçümünü bilmek isterse ölçer ve fazlası için dönümüne dönüm resmi adı altında muayyen bir vergi alırdı. Defterde çiftlik olarak kayıtlı bir toprak sahipsiz kalırsa, çeşitli kişiler arasında bölünebilirdi. Bu takdirde bu çiftliğin eski haline getirilmesine ve vergilerini ödemeğe istekli bir köylü çıkarsa, kadı kanalıyla bu çiftliğe ait arazi kimin elinde olursa olsun alınır ve o kişiye verilebilirdi. Bir çiftlik en çok nîm çift olarak bölünebilirdi. Bununla birlikte tahrir esnasında (Tahrîr Defterleri Osmanlı idarî teşkilâtının en önemli birimlerinden olan sancaklarda, vergi veren-vermeyen, hâne veya bekâr, dul veya evli, sakat, âmâ, yaşlı her türlü insanın kaydedildiği vergi defterleridir. Bunlarda ayrıca meslekler, mahalle, köy, mezra ve meralar, üretilen ürünler ve buna karşılık ödenen vergiler, sahip olunan hayvanlar, cami, han, hamam, çarşı, zaviye, tekke manastır, kilise ve kervansaraylar, vergi mükellefi ve vergiden muaf tutulanlar, askerî guruplar v.s. yer alırdı.) deftere çift olarak kaydedilmeyenler, sonradan bir çiftlik yere sahip oldukları takdirde çift resmi ödemekle mükelleftiler. Bu kişilerin bennâk, mücerred, dul veya askerî sınıftan olması, hatta sakat ve hastalık gibi özrü bulunması bu hükmü değiştirmezdi. Zira kanunnamede belirtildiği üzere “Resm-i çift arza bağlanmıştım prensibi geçerli idi.”. Verginin tahsil zamanı ise XV. asırda harmandan sonra, XVI. asırdan itibaren ise genellikle Mart ayı olarak kabul edilmiştir. Toprağını ekmeyerek boş bırakan veya başka bir sipahinin toprağına giderek ziraat yapan köylü sipahisine Çift-bozan resmi adı altında bir vergi vermek durumundaydı. Bu vergi, devleri o yılki oradan alacağı öşürden mahrum bırakma karşılığı, tazminat olarak alınırdı ki 75 akça idi.
Reayanın yetişkin bekâr oğlanları mücerret olarak isimlendirilip, ziraat edecek herhangi bir yere sahip olmadıkları takdirde mücerred resmi adı altında 6 akça vergi verirlerdi; bazı bölgelerde ise vergiden muaf tutulurlardı. Mücerred evlenince bennâk adı altında vergi mükellefi olurdu. Bunların ziraat için hiç yerleri olmaz veya yarım çiftlikten daha az yerleri bulunurdu. Kanunnâmelerde, defterde mücerred kaydedilen kimselerin evlendikleri veya bir iş sahibi oldukları anda bennâk resmi vermekle mükellef oldukları yer almaktadır.
Bennâkler, ekinlü (= çiftlü) bennâk ve caba bennâk olarak iki kısma ayrılırdı. Yarım çiftten az yeri olana ekinli bennâk, çifti ve hiç yeri olmayana caba bennâk denirdi. Birincilerden 12 akça, ikincilerden ise 9 akça vergi alınırdı. Caba bennâkler, tapu ile tasarruf edecekleri yerleri olmadığı için mücerretler gibi başkalarının topraklarında işçi olarak çalışabilirlerdi. Ayrıca bağlı bulundukları sipahiden tapusuz, yani bir nevi kiralık toprak alarak işleyebilirler ve bunun için dönüm resmi öderlerdi.
Bennâkler, ekinli olsun caba olsun tahrir esnasında deftere yazılırlar, yani bir sipahiye raiyyet kaydolunurlardı. Bunlar çift sahibi kimselerin aksine başka bir sipahinin toprağına gidip çalışabilirler, ancak raiyyet resmini yazıldıkları sipahiye öderlerdi. Bu takdirde bennâk sipahiye hem işlediği arazinin vergisini, hem de bennâk resmini vermek durumundaydı.
Reâyâ bu vergiler haricinde duruma ve şartlara göre duhan resmi adı altında bir vergi daha öderdi ki, umumiyetle bir sipahinin arazisine geçici bir zaman için gelen, yerleşen fakat ziraat yapmayanlara mahsustu.
3-Konar-göçerler
Aslında reayadan sayılan, fakat hayat tarzları bakımından şehirli ve köylülerden ayrılan konar-göçerler, dolayısıyla yerleşik halkın vermekle mükellef tutuldukları vergileri vermez, buna karşılık kendilerine mahsus bir nizam içinde telâkki olunurlardı.
Kuruluş devrinde bir iskân unsuru olarak yeni fethedilen memleketlerin Türkleştirilmesinde kullanılan konar-göçerler, yerleşik halka nazaran daha disiplinli ve daha savaşçı bir yapıya sahip idiler. Bununla beraber 1357'den itibaren Rumeli'ye geçirilip, I. Bayezid döneminde gittikçe artan bir şekilde devam eden bu nakiller, Rumeli'de önemli miktarda yerleşik bir Türk nüfusu meydana getirmiştir. Nitekim Fatih devrinde yapılmış tahrir defterlerinden Rumeli'ye sevk edilmiş bu aşiretlerin çoktan yerleşmiş ve toprağa bağlanarak köyler kurmuş oldukları anlaşılmaktadır. Öte yandan Anadolu'da da daha Selçuklu Devleti zamanından başlayarak beylikler zamanında da devam eden bir konar-göçer yerleşmesi olduğu kaynaklarda belirtiliyor. Bu durum Osmanlı Devleti tarafından da sürdürülmüştür. Nitekim son yapılan araştırmalarda tahrîr defterlerine göre 24 Oğuz boyuna ait yer adlarının hayli yaygın olduğu görülmektedir. Bunlardan Kayı ismini taşıyan 94, Afşar 86, Kınık 81, Eymir 71, Karkın 62, Bayındır 52, Salur 51, Yüreğir 44, Çepni 43, İğdır 43, Bayat 42, Alayuntlu 29, Kızık 28, Yazır 24, Dodurga 24, Begdili 23, Büğdüz 22, Çavuldur 21, Yıva 19, Döger 19, Karaevli 8 ve Peçenek 4 aded idi. Bunun yanı sıra cemaat kethüdalarının ismini taşıyan oldukça önemli sayılara ulaşan bir köy topluluğunun da var olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Osmanlılar'da ilk kanun metinlerinde yörük veya konar-göçerlerden bahsedilmezken, XV. yüzyıla ait olanlarında onlarla ilgili bazı hükümlere rastlanmaktadır. Kanunî devrinde ise yörük nizamlarını, idarî ve malî mükellefiyetlerini ortaya koyan mufassal yörük kanunnâmeleri ortaya çıkmıştır. Anadolu'da yörük kelimesi ile etnik bir mefhum ifade edilirken, Rumeli'de ordu hizmetinde kullanılan askerî bir teşkilât düşünülmüştür. Yörükler'in Rumeli'de yerleşme ve yayılışlarından bahseden 1456–1467 yıllarına ait Dimetoka, Gümülcine, Firecik, İpsala, Keşan ve Yanbolu havalisine ait emlâk, evkaf ve timarları ihtiva eden tahrîr defterleri bu hususta daha aydınlatıcı olmuştur. XIV. asrın ortalarından itibaren Rumeli'de batı ve kuzey yönlerinde yayılan yörükler, gittikleri yerlerde bir timar, has veya evkaf toprağında raiyyet olarak mükellefiyet altına girmişler veya yağcı, küreci v.s. gibi teşekküllere katılarak ayrı bir hukukî nizama dâhil olmuşlardır. Önceleri cemaat reislerinin isimleriyle anılırlarken, sonradan kesif olarak bulundukları yerlere göre Selanik, Vize, Ofçabolu yörükleri v.s. gibi adlandırılmışlardır.
Konar-göçerler kendi aralarında il veya ulus adı altında gruplandırılmışlardır. Bu da kendi arasında boy, aşiret, cemaat, oymak, mahalle, oba (aile) şeklinde bölümlere ayrılmıştır. Her boyun başında da Bey (Boybeyi) ismi verilen ve boyun idarî işlerini yürüten bir kişi bulunurdu. Konar-göçerler yaşayış tarzlarının bir gereği olarak yaylak-kışlak hareketine bağlı idiler. Onların bu hayat tarzı biraz da hayvanlarına otlak bulmak düşüncesinden doğmuştur. Bununla beraber kısmî de olsa küçük çapta ziraatla meşgul oldukları da görülmektedir. Nitekim bu yüzden, raiyyet oldukları halde yerleşik olanlarla aralarında bazı hukukî ve iktisadî farkların ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Kanunnâmelere göre konar-göçerler, hayat tarzları sebebiyle kimseye raiyyet kaydedilmemiş olup, mükellefleri bennâk, mücerred ve kendi kendine yeten haneden ibarettir. Bunun haricinde konar-göçerlerden alınan ve kanunnâmelerde resm-i meraı, bazılarında resm-i ağnam ve resm-i ganem olarak geçen koyun resmi yerliden, yörükten, eşkinciden ve yüzdeciden olmak üzere birkaç çeşittir. Meselâ 1487 tarihli Hüdâvendigâr Livası Kanunnâmesi'nde “yürükde ve yerlide resm-i ganem iki koyuna bir akçedir” hükmüyle tespit edilmiştir. Ağnam resminin hesaplanmasında kuzulu koyun kuzusuyla, oğlaklı keçi oğlağıyla beraber sayılırdı. Koyunların sayısı 300 olduğu zaman bir sürü tabir olunur ve 5 akça ağıl resmi alınırdı. Buna karşılık XVI. asırda sürülerin bir tımar sahibinin toprağında otlatılması karşılığı alınan yaylak ve kışlak resimleri, ilk devirlerde alınmamaktaydı. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde bu husus, “Koyunlu yerlü ve yürük yayla ve kışla hakkın virmeye” şeklinde tespit edilmiştir.
Konar-göçerlerden bu vergilerden başka resm-i arus (Gerdek resmi) , yave akçası(Sahipsiz tutulan hayvanlara karşılık alınan bir vergi olup “Kaçkun” da tabir edilirdi.) ve bâd-ı hevâ(Bir kimsenin mal ve mülküne, davarına zarar veren kimseden alınan vergidir.) gibi vergi ve rüsumlar da vardı. Bunun dışında savaş malzemesi üreten bazı oymaklar ise, vergileri yerine imal ettikleri ok ve yay gibi silahları devlete vermek gibi bir mükellefiyete sahiptiler.
Konar-göçer ahali bir sipahiden toprak alarak ziraat yaparsa, diğer reâyâ gibi öşür ve sâlârlık (ağalık, kumandanlık) verdikten başka resm-i boyunduruk adı altında 12 akça resim verirdi. Bununla birlikte konar-göçerlerin asıl meşguliyetleri hayvancılık idi. Bu sebeple imparatorluğun et, süt, yağ, peynir, deri gibi ihtiyacını karşılamakta ve yerleşik halkla ekonomik bir bütünlük sağlamakta idiler.
4- Muaf ve Müsellem Reâyâ
Bu grub içerisinde yayalar, yürükler, müsellemler, Cerahorlar, Canbaz ve Tatarlar yer almakta idi. Bunlardan yayalar ve müsellemler Osmanlı Devleti'nin ilk muntazam askerlerini meydana getirmekte olup, yeniçeri ocağının teşkilinden sonra yavaş yavaş geri hizmete alınmışlardır. Yayalar Anadolu eyaletinin çeşitli sancaklarında bulunup, her ocağın bir yayabeyi vardı. Bunlar savaş zamanlarında yol açmak, hendek veya siper kazmak, top çekmek, gülle ve ağırlık nakletmek, askere zahire taşımak gibi hizmetlerde bulunurlardı. Barış zamanlarında ise ihtiyaca göre kale tamiri, madende çalışma, tersane hizmeti gibi işlerde kullanılırlardı. Rumeli'de aynı hizmeti görenlere yörük denirdi.
Yörükler, Tanrıdağı yörükleri, Kocacık yörükleri, Vize yörükleri, Naldöken yörükleri ve Ofcabolu yörükleri gibi bulundukları yerin ismiyle anılırlardı. Savaş Anadolu'da ise yayalar, Avrupa tarafında ise yörükler sefere giderlerdi. Yayalarla yörüklerin sefere giden nöbetlilerine ellişer akça harçlık verilirdi ki, bunlara ellici denirdi.
Müsellemler ise savaş sırasında ordudan bir-iki gün öncesinden ileri gönderilerek yol, köprü ve ormanlıkları açarlardı.
Sınır boylarındaki ahaliden teşkil edilen ve yol açmak, kale yapmak, ordunun geçmesine engel teşkil eden ormanlıkları kesmek, bataklıkları temizlemek, siper kazmak, ordu ağırlıklarını nakletmek gibi işler yapan Cerahorlar da geri hizmet erbabı olarak yer almaktaydı.
Bunlar gibi aynı gaye ile kullanılan Canbaz ve Tatarlar ise ordunun geri hizmetinde çalışan amele grubundandı. Yaptıkları hizmete mukabil avarız vergisinden muaf tutulmuşlardı.
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR