Yıldırım Bayezıt

YILDIRIM BAYEZID
(1389-1402)
Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız


Kosova Meydan Savaşı'nda Murad Hüdavendigâr şehid düşünce Bâyezid'in hükümdarlığı ilân edilir. 29 yaşında ve Sultanönü Valisi iken savaşa iştirak etmişti. Herhalde bir zaferle, babasını tebrik ederek biteceğini sandığı bu müthiş harbin, babasının şehâdetine kadar varacağım hesap etmemiştir. Şimdi büyük bir zaferin coşkusunu büyük bir acıyla nasıl yaşayacak Allah bilir!
"Ela gözlü, arslan simâlı, kumral sakallı, derileri kırmızıya mail, ak, müdevver ve berrak, heykel gibi sağlam ve güçlü-kuvvetli, cenk ve savaş günlerinde korkusuz" diye tarif ediliyor.
Yıldırım lâkabını aldığını bildiğimiz Bâyezid'in cesur resmi gözlerimizin önünde canlandırılmaya çalışılmaktadır. Zaman ilerledikçe, cesaretinin aklı fikri göz ardı ettiğini de göreceğiz. İşte o zaman duygularımız değişecek...
Şimdi Murad'm şehâdetiyle beraber yaşanan hengâmeye kısa bir göz atmak lâzım. Hüdâvendigâr'ın ebedî âleme göçüşü, bizim katil dediğimiz kendi milletinin kahraman ilân ettiği, Miloş'un hançeriyle olmuştu ya. Vezirlerin veyeni hükümdarın öfkesi ile hemen, Despot Lazar ve iki oğlunun esareti sona erdirildi. İdamları için fazla beklemeye lüzum görülmedi.
Şimdi bakalım, Bâyezid'in ilk icraatı ne olacak, neler yapacak?
Üç kardeşinden biri Savcı Bey idi. Asi oldu, babasının hışmına uğradı (1385). Bir kardeşinin adı İbrahim'dir, kendisiyle alâkalı malûmat yok. Ve bir kardeşinin adı Yakub'dur, o da Bâyezid gibi vali iken, Karesi'den Kosova'ya savaşa gelmiştir, aslanlar gibi de savaşmıştır. Hatta son düşmanların peşine düşmüş, onları kovalarken babası şehit olduğundan, yakınında değildir. İsmail Hami Danişmend'e göre Yakub Bey'in veliaht olma ihtimali daha fazladır. Bâyezid Bey yakınında olduğu için babasının vefatından hemen sonra kendisini hükümdar ilân ettirmiş. Devamını, aynı kaynaktan takip edelim: Biraz canımız sıkılır ama ne yapalım, olan olmuştur:
"Birinci Bâyezid saltanatını sağlayabilmek için müthiş bir hileye teşebbüs ederek, Yakub Bey'i ordugâha davet ettirmiş: Oruç Bey bu meseleyi şöyle anlatır: "Yakub Çelebi'ye haber gönderdiler, gel seni baban ister diyüp getürdüler, çadır içinde kaydını gördiler!"
Hammer, bazı Osmanlı tarihçilerinin, bu öldürülme olayını Bâyezid'e sorulmadan, vezirlerle ordu kumandanlarının yaptığını anlatıyor. Âşıkpaşaoğlu şu kadar yazıyor: "Yakub Çelebi tarafı da düşmanı kırmıştı. Geldiler: "Gel, baban seni ister" dediler. Gelince onu dahi babası gibi ettiler."
Bâyezid tek başına kaldı. Acılarıyla ve arzularıyla...
Yıldırım Bâyezid, kardeşi Yakub Çelebi'yi ortadan kaldırmakla vicdanına kanlı bir ateş düşürmüş; bu yetmiyor gibi, askerlerden bir kısmı da kendisinden soğumuştu. Onların tekrar gönlünün alınması, Bâyezid için kolay olmasa gerek. Bir de, haberin Anadolu’ya yayılması Karamanoğlu'nun eline önemli bir fırsat vermiş ki; Bâyezid aleyhine faaliyete geçip, haksız yere Yakub Çelebi'yi öldürmesini, katilliğini etrafa anlatarak bir karşı cephe oluşturmaya başlamıştı.
Yabancı yazarlara arasıra müracaat hoşumuza gidiyor. Hammer'ın kaynağının çok mühim kısmı bizim yerli yazarlarımız olduğu halde, yorumundaki farklılıktan mıdır ne ise onun kitabına bakmadan geçilmiyor. Diyor ki: "Bâyezid'in saltanatı insanlığın tarihi gibi kardeş ölümüyle başlar. Osmanlı hanedanından hiçbir Padişah bu kadar kanlı bir berâat-i istihsal (iyi bir başlangıç) ile cülus etmemiş idi..." aynen böyle diyor. Sanki düzinelerle Pâdişah'tan sonrasını anlatır gibi. Bâyezid dördüncü Pâdişâh oluyor. Birinci zaten çok geniş bir ailenin reisi gibiydi. İkinciye derviş meşrep bir kardeş kalmıştı ve henüz paylaşılamayacak bir şeyleri yoktu. Üçüncü sıradakinin -bu hususta, karnesi pırıl pırıl değildi. Bâyezid'in durumu, aslında, şartlar ciddiyetle ele alınınca tek yapılacağı yapmış gibi görünüyor. Tâc'üt-Tevârih yazan Hoca Saâdeddin Efendi'nin sözü kısa, biz, biraz daha kısaltarak alıyoruz. "Fitne katilden beterdir." Bu Peygamber Efendimizin bir hadisidir. Yapılan, kardeş feda etmelerin temeline bu hadis-i şerif oturtuluyor...
Yıldırım Bâyezid Kosova zaferiyle kendi cülusunu fetihnamelerde İslâm ülkelerini bildirdi. Babasının tahtını da yiğitliğini de devralmıştı. Savaş kaldığı yerden devam edecek.
"Timurtaş Paşa'yı Lâzar'ın vilâyetini zapt için hesaba gelmez asker ile gönderdi. Üsküp vilâyetinin ve etrafının idaresini de İshak Bey'in efendisi olan Paşa Yiğit adlı kumandanlarına havale eylediler. Firuz Bey'e de Vidin eyaletini verip o taraflara akın etmeye memur buyurdular. Evrenos Bey'i, eskiden beri hükümet yeri olan Serez'e irsal edip, Varna ve Çitroz hisarlarının fethine hizmet etmesini tembih eyledi. "Bu işleri gördükten sonra, her biriniz vakit geçirmeden ardımsıra geliniz, zira yine Kamanoğlu'nun ahd'i bozarak Hamid İli'ni yağma ile ehli İslama eziyet ettikleri haberi yüce saltanat eşiğimize arz olunmuştur. Bu kötü yaratılışlı ile Aydın, Saruhan ve Menteşe vilâyetlerinin hâkimleri ittifak ederek nifak çıkarmakta oldukları öğrenilmiştir."dedi.
Sultan Bâyezid ordularını böyle talimatlarla vazifelendirip, "kendisi de Karatova gümüş madenlerini zaptetti. Üsküp şehrine Türkleri yerleştirdi."

Yıldırım Bâyezid'in Sırp Prensesi Olivera ile Evlenmesi
Kosova'da hezimete uğrayan Sırpların öldürülen kralı Lâzar'ın oğulları Stefan, Etienne ve Vuk'la anlaşma imzalayan Bâyezid, her sene haraç alacak, ayrıca, emredildikçe askerleriyle beraber Sırp Prensleri Bâyezid'in yanında savaşacaklar. Bir de kız kardeşleri Olivera'yı pâdişâha nikâhlayacaklardı. Bu anlaşmalarla Bâyezid Sırp milletinin de gönlünü kazanmış ve uzun süre, savaşlarda Sırp askerinden istifade etmiştir. Sonu hüsran olsa da, Timur'a karşı Ankara Meydan Savaşı'nda da Sırp askerinin çok yardımı dokunacaktır. Bu Prenses Olivera ile yapılan evlenme merasimi bir camide gerçekleşmiş ise de, Prenses, sonradan Bâyezid'i içkiye müptela etmiştir. "Bundan evvelki ecnebi prenseslerinden farkı, ailesi ve memleketiyle mütemâdi teması ve Bâyezid'i devlet mukadderatına tesir edecek derecelerde içki ve eğlenceye alıştırması olarak" gösterilen Sırplı gelinin Pâdişâha zararlı olduğu sanılıyor.

Yıldırım Bâyezid'in İlk Anadolu Seferi (1390)
Karamanoğlu Alâeddin Ali Bey, Kosova Savaşı'nda Murad Hüdâvendigar'ın şehid düşmesiyle Saruhan, Aydın, Menteşe ve Germiyan Beylerini Bâyezid aleyhine kışkırtmaya başlamıştı. Aynı şahıs, kayınpederine karşı gelip, dersini almış, özür dileyerek kurtulmuştu. Şimdi de kayınbiraderine hileler hazırlıyor, "Bâyezid Yakub Bey'i öldürmüştür hesap soralım" diyordu.
Osmanlı'nın büyümesinden rahatsızlık duyan diğer beylikler de Karamanoğlu'nun tahrikine yatkındırlar. Önce Germiyanoğlu II. Yakub Bey kızkardeşine çeyiz olarak verilen Kütahya'yı işgal etti. Diğer çeyizlik şehirleri de almak için uğraşırken kara Tatarlar'ın Reisi Mürüvvet Bey Kırşehir'i zaptederek Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin'e teslim etmiştir. Dolayısıyla da Anadolu'da düşman artmıştır. Sadece Kastamonu'daki Çandaroğlu sadakatten ayrılmayıp, Bâyezid’e yardımcı asker gönderdi. Bu Çandaroğlu II. Süleyman Paşa'dır ve Bâyezid'in amcası Süleyman Paşa'nın damadıdır.
Bâyezid Kütahya'ya gelir. Ordusunda Bizans ve Sırp birlikleri dahi vardır. Germiyanoğlu Yakub Bey el öpüp özür diler. Vezir Hisar Bey'in maiyetinde Edirne'nin İpsala kasabasına gönderilir. Beyliği de Osmanlı Devleti'ne katılır. Sıra Aydın Beyliği'ndedir; sonra Menteşeoğlu ve Manisa'da... Bunlar da teker teker "cezalandırılır. Başlarında bulunanların hayatları bağışlanır ama toprak affı yoktur. Toprakları Osmanlı devletine katılır. Bu sayede bir sürü şehirle beraber Aydın, Menteşe ve Saruhan'm donanmaları da Osmanlı donanmasına katılarak, deniz gücü bir hayli artırılır.
Anadolu'da Türk birliğinin temini için çok önemli adımlar atılmış demektir. Böylece Karamanoğlu da ders almış olmalıdır. Bâyezid Saruhan tahtını veliaht Şehzade Süleyman'a, Aydın tahtını da ikinci oğlu Ertuğrul'a emanet eder. Neşri Tarihi Karamanoğlu'yla olan münasebeti şöyle anlatıyor. Sadeleştirip kısaltarak veriyoruz:
Hünkâr Rumeli'de iken işitti ki, Karamanoğlu gelip il basmış. Hünkâr Anadolu'ya geçip Aydın ve Menteşe ilini fethetti. Hamid ili halkı gelip Karamanoğlu'ndan şikâyet etti. Karaman'a çıkan Hünkâr Karamanoğlu'nu bulamadı. Çünkü kaçmıştı. Harman mevsimi idi. Askere dedi ki "Sakın ha kimsenin malına zarar gelmeye" Asker halka gelip, "bize arpa saman satın" dediler ve kaç kişi bu askere satış yaptıysa parasını aldılar, iyi muamele gördüler. Şehir halkı baktı ki bunlar çok dürüst insanlar. "Tilki gibi ine girip yatmakla olmaz" deyip elçi gönderdiler Bâyezid'e. Çarşamba Suyu'ndan ötesi kendilerine kalması şartıyla, beri tarafı hünkâra vermeye razı olduklarını söylediler. İstekleri kabul edildi. Alınan yerlerin idaresi Beylerbeyi San Timurtaş Paşa'ya bırakıldı. Böylece, Anadolu harekâtı tamamlanmış oluyordu. Bu seferle Karamanlılar'dan kazanılan Niğde, Akşehir ve Aksaray hiçte küçümsenecek gibi değildi. Kayseri'nin, Develi'nin, Karacahisar'm da Bâyezid'e bırakıldığı Âşıkpaşaoğlu Tarihi'nde yazılıdır.
Anadolu'da bulunan beyliklerle mücadele, devamlı olarak büyükten yana kazanılıyor, diğerleri yaptıkları her huysuzluğun cezası olarak birçok kayıplara uğruyorlardı. Ne var ki, Yıldırım'ın zaman kaybına tahammülü yoktu. Kardeş beylikler çok değerli olan zamanı israf ettiriyorlar, Bizans'la, İstanbul'un fethiyle ilgili teşebbüsten uzaklaştırıyorlardı. Yıldırım'ın en büyük öfkesi bundan yanadır.
Başı durulur durulmaz Avrupa'ya geçer Yıldırım…Venedik ile Ceneviz, zamanın önemli devletleridir. Bâyezid bu devletlerle çatışmayı göze alarak, İstanbul'a yardım ulaştıracak yollan kontrol altında tutmaya çalışır. Çünkü onun için en önemlisi İstanbul'dur. İstanbul'da yönetim iflas durumunda, halk isyan halinde; bazıları dinini değiştirecek kadar ne yapacağını bilemez vaziyettedir. Bu kargaşadan istifade edilerek, Surlar boyunca yerleştirilen askerle Bizans, Bâyezid'in sıkı takibine girer. (1391.)
İstanbul devamlı muhasara altında tutulacak... Vakti gelince de darbe vurulacaktır. Bâyezid bir tek işle oyalanmaz. Savaşsız geçen günlerini hayır eserleri yaptırarak doldurur. Fethedilen şehirlere ebedi Türk mührünün vurulması, oralara inşâ edilen cami, tekke ve imaret gibi eserlerle mümkün olacağı için, bu hizmetler ihmâl edilmez.
Bâyezid Han'ı tarih kitaplarından takip etmek çok zor. Bir bakıyorsunuz Batı'da Silistre'de, Eflak'te; bir bakıyorsunuz Selanik'te, sonra Bursa'da. Bir savaşta, bir cami inşaatinde. Yıldırım lakaplıdır ve "dindar Padişah" olarak anılıyor...

Tamir Edilen İstanbul Surları'nın Yıktırılması
Haşmetli Bizans Kaplan postundan soyunmuştu. Bâyezid'in izni olmadan taş üstüne taş koyamıyordu. Anadolu'da geçen günler, Bâyezid'in bu taraflara bakamayacağı gibi algılanmış olacak ki, İmparator Beşinci Yoannis Paleologos surların yıkılan duvarlarının tamiriyle uğraştı. Yedikule'nin iki tarafındaki harap kuleleri eskisinden daha sağlam duruma getirdi. Yapılan işler korkuyu bertaraf edebilmiş değil. Anlaşılmaması için azami gayret gösterildi. Hatta İmparator bazı kiliseleri yıktırmış, bir takım süslemelerle kale tahkimini örtmeye çalışmıştı.
İmparator Bâyezid'den habersiz kale tamiri yaptırırken, oğlu İkinci Manuel Paleogolos Osmanlı Ordusu'nda savaşlara katılıyordu. Yaptığı işten haber alındı ve Bâyezid "derhal dedi, bütün tahkimatı eski haline getireceksin; yoksa oğlunun gözlerine mil çektiririm" Bu tehdit tesirini gösterdi. Bütün emek ve masraftan boşa giden İmparator'un acıklı hali elbette kendi tarafı için dayanılmaz bir durumdur. Yıldırım Bâyezid kendi milletinin istikbalini düşünüyor, acınacak vaziyete zemin hazırlamaktansa acımasız olmayı yeğliyordu.
Bizans'ın İmparatoru ihtiyardı. Başına gelen elemleri kaldıracak takati yoktu. Surların yıktırılmasından sonra kendi de yıkıldı. Onun ölümü duyulur duyulmaz Bâyezid'in yanında rehine olarak bulunan oğlu İkinci Manuel Bursa'dan gizlice İstanbul'a kaçtı ve babasından boşalan tahta oturdu. Kendi açısından haklılık sayılabilse bile, Bâyezid yönünden bir yanlışlık yapmıştı. İzin istemesi gerekirdi Manuel'in. İzinsiz hareketine sinirlenen Yıldırım Bâyezid, hemen bir elçi gönderdiği Manuel'e ağır bir nota verdi:
"Eğer emirlerime itaat edip rahat yaşamak istiyorsan şehrin kapılarını kapatır, içeride istediğin gibi saltanat sürersin. Şehir haricinde ne varsa hepsi benimdir." dedi. Ayrıca, İstanbul'da bir Türk Mahallesi, bir cami ve bir mahkeme kurulması, buraya tayin edilecek Kadı ile Türkler'in davalarının görülmesi Bâyezid'in emirlerinden idi. Ve daha önce ödenen haraca devam edilmesi...

İstanbul'un İlk Muhasarası (1391)
Yeni İmparator Bâyezid'in isteklerini önemsemedi. Bâyezid blöf yapmamıştı; bunu ispat için ordusunu İstanbul üzerine yürüttü. Şehrin etrafını Bizanslılar'dan temizlediler. Kale duvarları arasına hapsedilen insanlar sıkıntılı günler yaşamaya başladı. Muhasaranın yedi ay sürmesi Bizans'ı kıtlıkla boğuşma durumunda bıraktı. İmparator hatasını anladığında, çekilen acıların telafisi imkânını araştırmaya başladı.
İmparator'un çare arayışı ve Yıldırım Bâyezid'in İstanbul'u devamlı daralan bir çember gibi sıkması sürüp gidiyordu. Bu arada Macar Kralı Sigismond Bulgaristan'a hücuma hazırlanıyordu. Sultan Bâyezid durumdan haberdar olunca Rumeli'ye asker göndermek lüzumunu düşünüyordu. İmparator, her halükârda, boğazını sıkan kuvvetli mengenenin gevşemesi için fedakârlığa hazırdı. Yeniden görüşülen ve anlaşmaya varılan duruma göre:
Bizans 700 ev verecek, bununla bir Türk mahallesi kurulacak. Sirkeci'de bir mahkeme ve buraya Osmanlı Devleti'nin Kadı tayini. Bir cami yapılması. Önceki İmparator'un ödediği haracın devam ettirilmesi, şehir dışındaki bağlardan bostanlardan elde edilen hâsılatın onda birinin Osmanlı hazinesine terki. Sade bu kadar değil. Bir Türk askeri mıntıkası ve burada 6000 kişilik Türk garnizonu yerleştirilmesi varılan anlaşmanın gereklerinden idi. Bundan sonra İstanbul, "sun'i" bağımsızlığını böyle devam ettirecek. Türk tarafı da dâimi sahiplenmek için her an fırsat bekleyecek.

Romanya'nın Türk Hâkimiyetine Girmesi (1391)
Akıncıları Edirne'den Eflak tarafına sevk eden Sultan, arkadan kendisi de gider ve Mirçe'nin kuvvetlerini akıncıları sıkıştırmış vaziyette bulur. Kısa bir savaşta Mirçe'yi mağlûp ederek teslim alır ve Bursa'ya gönderir. Arkuş Ovası'nda kazanılan bu savaşın neticesi:Önceden esir düşenlerin mallarıyla beraber iadesi, Osmanlı hazinesine her sene üç bin duka altın; Pâdişâha otuz at, yirmi av kuşu şahin ve Macarlarla yapılacak savaşlarda yardım. Bu taahhütlerden sonra, Mirce memleketine gönderilir. Onun da istekleri vardır ve akla yatkın isteklerdir. Bâyezid Han tarafından kabul edilir. Bunlar: Tuna'nın sol sahiline, yani Eflak arazisine Müslüman ahali yerleştirmemesi ve cami yaptırmamak.
Tabii ki; Mirce memleketine döner dönmez yapılan anlaşmayı unutarak, Osmanlı Devleti aleyhine Macarlarla işbirliğine girecektir... Bu Romanya Voyvoda-sı'nın, canını kurtarmaktan daha aziz bir düşüncesi yoktur.

Bâyezid savaşıyor, memleketinin sınırlarını genişletiyor. Bu hususta gösterdiği başarırının hiç tartışılacak yanı yok. Yalnız, son zamanlarda, başka bir hususta eleştiriler gelmektedir. Sultan Bâyezid babasında, dedesinde görülmedik alışkanlılar edinmiştir. Sofralar donatılıyor, Sultan, hiç yakıştırılmayan bir fiil işliyor. Bu konudan rahatsız olup da, bunu açığa vuranlar, doğrudan Pâdişah'ı hedef alamıyorlar, suçlu arıyorlar ve buluyorlar. İki suçlu var, Pâdişâh bunların sevkettiğj yolda gidiyor. Birincisi Pâdişah'm eşi Sırp Prensesi Olivera Despina, ikincisi Vezir-i Âzam Çandarlızâde Ali Paşa. Tâcüt Tevârih yazan Hoca Saadeddin Efendi Prensesi şöyle tasvir ediyor:
Sultan Bâyezid'in hareketliliği, savaşlardaki başarısı devam edip giderken, onun aleyhine kullanılan davranışları da eksik değildir. Hoş olmayan iş ve yaşayışına, tarihçilerin buldukları abalılar da mevcuttur.
"Güzeller göğünde yeni doğan ay gibi parmakla gösterilir, gülistanda yeni boy atmış taze bir gonca gibi öğülürdü. Peri suretindeki bu kızın parıldayan saçları gönüller için tuzak, amber gibi kokular saçan ağzı derdlerin acılığını kesen deva, tazelikten alacağını almış, melek yüzlü bir dilber idi..." Bu güzel kızı Padişaha veren ağabeyinin öğütleri de şöyle: "Pâdişâhın özel hayatına karışırsan, ona yakın ve sırdaş olabilirsen, baş başa kaldığınız bir sırada Las diyarından Semendire ile Güvercinlik kalelerini sana doğrulukla hizmet etmekte olan, emirlerine uyan kardeşime armağan eylesen, onu pek çok yücelteceğin gibi ben cariyeni de sevdiğine işaret olur, diyerek yalvarıp yakar. Kerem ve ihsan duygularını harekete geçir."
Hoca Sâdeddin Efendi konuyu uzatır. Prensesin "cilvelenmesi" "yemekler, içki âlemleri" ve der ki, Hoca Sâdeddin: "Padişah memleket konularından el çekti. Ol zülfü kâfirin sözüne bağlandı, birkaç gün adeta Padişahlığını unuttu."
Hoca Saadeddin Efendi'nin sözleri kısa kesilmiştir.
Onun büyüklük şanına gölge düşürücü bir usul olmasa, bulunduğu çağın geçerli üslûbu olsa da biz açık saçık aşk romanı tarzındaki tasvirlerinden hoşlanmadık. Bir de bir suçu işleyene değil de işlettiği varsayılana saldırılması adil değildir diye düşünüyoruz. Pâdişâhlar anlatılırken, onlar tarafından yapılan bir hata, işlenen bir günah illâ ki birilerinin sırtına yapışıyor. Sultan'a ait eksiler başka birinin hanesine kaydediliyor. Herhalde, Osmanlı Hanedanı’nın kalplere yerleşen sevgisi, önemli bir yanlışın onlara yakıştırılmasına mani oluyor. Yıldırım Bâyezid'in içkiye müptela oluşu gerçek sayılır, hafifletici sebepler aranır, bu, vefakârlıktan numunedir. Eski tarihçiler içki meselesinde hemfikirdir:
Aşıkpaşaoğlu da "Bâyezid Han içki meclisi kurmayı Sırp kızından öğrendi. Ali Paşa'nın da yardımı ile şarap ve kebap meclisi kuruldu" dedikten sonra. Osmanlı Hanedanı'nda eskiden gayrımeşru işlerin olmadığını söyler ve "Ne zaman ki Halil geldi, Tük Rüstem geldi, Mevlâna Rüstem dediler. (Bu Rüstem Karaman'dan gelip Sultan Orhan'a esir vergisi koyduran adam) bunlar âleme hile karıştırdılar. Halil'in oğlu Ali Paşa vezir olunca onun zamanında Dânişmendler dahi çok oldu. Bu Osmanlı Hanedanı sağlam bir aile idi. Onlar gelince hileli fetvalar çıkardılar. Takvayı kaldırdılar..." Aşıkpaşaoglu Çandarlı zade Ali Paşa'yı sevmez, biraz daha kötüler ve "Bu Ali Paşa zevkine düşkün kişiydi. Adamları da zevke düşkün oldular. Kadıların fesatları ortaya çıktı" dedikten sonra, çok enteresan sayılacak bir olayı anlatır.
Kadı'ların haksız hükümleri, halktan rüşvet almadan iş görmemeleri yüzünden, "Hak ve adalet anka'yi kaf oldu" diyor tarihçi. Kadıların kötülüğü için vezire şikâyete gelenler, "başlarına gelenleri anlatsalar o, bu çaresizlere eziyet ve zâlimlere de yardım ederek, doğruyu bırakır, batılı tutar idi." diyor.Hatta der Solakzâde, "Fısk ü fücur, irtikap ve sapıklık ile zalimlerin zulmü kadıların üzerinde öyle bir mertebeye ulaştı ki, herkesin canına geçip, sipah ve riayet (halk), kalabalık bir halde menzili yüce Pâdişâh'ın dergâhına gelerek şikâyette bulundular. Sultan Bâyezid gaflet uykusundan uyanarak, mazlumların feryadından haberdar ve doğru yola yöneldikte, tazallüm ve şikâyetlerin nihayet kadılardan olduğunu öğrenince, bu kadıların teftişi için ülkeye derhâl güvenilir adamlar gönderdi. Kısa zaman içinde yalan icraat yapan kadılardan pek çoğu yakalanarak zincire vuruldu."
Yıldırım Bâyezid halka zulüm eden bu kadıları bir eve hapsederek evvela bunların yakılmalarını emreder. İşin ucu Ali Paşa'ya dayandığı için, aracı olmaya kalkarsa da cesaret edemez. Pâdişâhın Habeşi bir nedimi var ki, rahatça görüşüp konuşabilir. Ali Paşa yirmi bin akçe vâad ederek Nedim'i Pâdişâha gönderir. Nedim ile Pâdişâh'm konuşmalarını yine Solak-zâde'den aktaracağız:
"Habeşî Nedim Padişahın huzuruna geldi. İstanbul'a gitmek için icazet istedi."
"Yıldırım Bâyezid Han'ın "İstanbul'da işin nedir?" sualine.
"Pâdişâh için yüz adet keşiş getireyim. Bu kadılar yandıktan sonra onların yerlerine nasb edersiniz. Tâ ki yerleri boş kalmaya. Padişahımızın nazarında makbul olalar!"
Cevabını verdi.
Yıldırım Bâyezid:
"— Benim kullarım var iken, keşiş getirmeye ihtiyaç yoktur. Kaza mensıplarını bundan sonra ben kendi kullarıma veririm." dedi.
Habeşî Nedim:
"— Kadılar serî ve naklî ilimlerde bilgili ve faziletli olmaları lâzımdır. Senin kulların ise, ümmîdir. Nasıl kadılık edebilirler." dedi.
Pâdişâh karşılık olarak:
"— Çünkü bu zalimler ilim ve fazilet sahipleridirler. Niçin ilimleri ile âmil olmazlar. Amelleri Allah'ın Kitabına mutabık, hükümleri de Allah'ın rızasına muvafık değildir, dedi."
Pâdişâhla Nedim arasında geçen bu konuşmadan sonra, öfke buhar olur, Pâdişâhın gönlüne genişlik gelir ve Ali Paşa huzura çağırılır. Ali Paşa da, kadıların rüşvete sapmalarını; çok az kazanmalarına bağlar; rica eder ki; kadılar hüccet yazmak için bir miktar para alalar. Fetva kitaplarını kaynak göstererek: "Hüccete yirmi beş akçe, sicile yedi akçe, nikâh akdine oniki akçe, rüsûm-ı kısmet için ise bin akçede yirmibeş akçe tâyin buyurulsa, bundan dolayı, bu kadılardan bu çeşit şer'i fiiller görülmez ve işaret olunan zulümleri de ortaya çıkmaz."
Bu konuşmada Padişah tarafından hoş görülür, uygulanmasına müsaade edilir ve kadılar yanmaktan kurtulurlar. Bu gün toplumların en büyük şikâyetlerinden biri olan, rüşvet ve irtikâp ne zaman, kimler tarafından yapılıyormuş? Onu da gördük.Kadılarla ilili komik olay bizim eski tarihçilerin hepsi tarafından kullanılmış, Hammer, bir dipnotu şeklinde kitabına almış ki, bu ciddiyetten uzak görmesindendir. Biz niye kitabımıza geçtik? Sadece eğlendirici yanı için, başka sebep yok. Bu hikâyenin süslediği, Ali Paşa'nın teklifiyle ihdas edilen mahkeme rüsumu gerektir.
Bâyezid'in lâkabına uygun icraatlarına bakmak en doğrusu olacak ama kalem söz dinlemiyor. Mahrem kalması gereken taraflar saldırıyor. Bazı hususlar var ki iki türlü de anlatılmakta. Bunlardan, doğru ile yanlış, iyi ile kötü biraz da yorum meselesi olarak karşımıza dikiliyor. Yıldırım Bâyezid'in içki kullanması bir sır olmadığı halde, insanımızın saygısı, onu o haliyle tanımaya tahammül edemiyor. Zaten bunu yazanlar da iki mücrim bularak bütün suçu onlara yüklemişler. Biz yine Hammer'den konuyla ilgili bir paragraf alıyoruz:
"Yıldırım Bâyezid şanın verdiği sarhoşlukla, devlet işlerini ihmâle, vazifelerini unutmaya başladı. Osmanlı Pâdişahlarının birincisi olmak üzere şarabın haram olduğuna dâir şer’î hükümden inhiraf etti (yüz çevirdi). Veziri Ali Paşa'nın israf ve sefahatini men etmeyerek, hatta kendisi de ona uydu."
Söz birliğiyle kötülenmek istenen Ali Paşa'dır. Vak'aları yazan bizim insanlarımız da Çandarlı ailesine karşı bir öfke var, yabancıların kaynağı da bizimkilerdi. Sebebini anlayamadığımız Çandarlı düşmanlığı, ilkinde görünmüştü ikincide devam ediyor. Çandarlı Halil Paşa büyük devlet adamı olarak tarihe geçmiştir ama bir hayli de eleştiri okunun hedefiydi. Babasından boşalan yeri dolduracağına inanıldığı için, Pâdişah'ın isteyerek vazife verdiği Ali Paşa da benzeri oklarla delik deşik edilmek isteniyor. Asıl ağır suçlamalar bundan sonra gelecek. Doğrusu, Hammer Tarihi'nden çok istifade ediyoruz, bundan sonra da edeceğiz. Ve Hammer'in yazdıklarını okurken dikkatli olacağız. İyi bir kaynak olmasının yanında Hammer iyi bir Hıristiyan’dır. Derdi Osmanlı'yı yüceltmek değil, Osmanlı'yı anlatırken mümkün olduğunca Hıristiyan milletleri korumaya çalışmaktır. Çok yerde çok bariz görünen bu tarafı bize dikkatli olmamız gerektiğini gösteriyor. Miloş'un Sultan Murad'ı öldürmesinden Hammer'in duyduğu sevinç kelimelerde âdeta kahkaha sesi veriyordu. Miloş'un kahraman ilân edilmesindeki haklılık yine onun tarafından savunuluyor. Biz de dikkatli olacağız, hepsi bu kadar.

İkinci İstanbul Muhasarası (1395)
Sene 1391. İstanbul'un birinci muhasarası başlar. Fakat Macar Kralı Sigismond bir yandan başkaldırınca Bâyezid o tarafa döner. İstanbul işini zamana bırakır. O zaman ise dört sene sonra gelecektir. İstanbul'dan dört sene boyunca Türk ablukası kalkmayacak Bizans'ın yüreği ağzına gelecektir devamlı.
Bâyezid'in İstanbul'a yürüyeceğini duyan İmparator, yalnız başa çıkamayacağı için Hıristiyan Avrupa devletlerinden yardım talep eder. Ancak az miktarda askerden başka bir yardım temin edemez. Bâyezid de İstanbul'u bir tehlike olmaktan çıkarmak ister. Bütün Balkan prenslerini, İmparatoru ve yakınlarını Serez'de içtima eder. Toplantı gürültülü geçerken sinirlenen Padişah "Osmanlı taraftan olan Yedinci Yuannis Paleologas'dan mâdâsını kılıçtan geçirmek ister. Çandarlı Ali Paşa mani olur." Netice olarak, abluka devam etse de, Surlara hücum sırasında "Macaristan Kralı'nın Sofya'ya hücumu öğrenilir. İslâm mülküne düşman askerinin zarar vermemesi için, kuş gibi o tarafa uçulur."

Yıldırım Bâyezid'in Abbasi Halifesi'nden "Sultan" Unvanını İstemesi, (1395)
Her ne kadar "Sultan" Murad denmişse de Hüdâvendigâr'a, o resmen "Sultan" değildi. Yıldırım Bâyezid'e "Sultan" denmesi de gayrı resmîdir. Bu tür unvanlar İslâm âleminin başı sayılan Halife tarafından verilince bir mânâ ifâde edebilirdi. Halifenin maddi gücü sıfır olsa bile, taşıdığı isim, oturduğu makam en yüce idi. Çünkü Şanlı Peygamberimizin halifesi sayılıyordu. Şimdiye kadar geçen üç Osmanlı büyüğü de bu unvanı istemiş değildir. Üçü de Bey olarak anılmışlardır. "Anadolu ve Rumeli’deki fütuhatıyla muazzam bir devlet haline gelmiş ve bilhassa Hıristiyanlara karşı kazandığı büyük zaferlerle bütün İslâm âleminin teveccühünü kazanmış olan Osmanlı Devleti'nin hükümdarına hâlâ "Bey" denilmesi bilhassa milletler arasındaki teşrifat bakımından çok tuhaf bir vaziyet ihdas etmektedir. Çünkü bu "Bey"in maiyetinde kendisine resmen tâbi ve haraçgüzar olan imparatorlar ve krallar vardır! Halbuki Birinci Bâyezid'in meskukâtında "Bâyezid İbn-i Murad" şeklinde kendi ismiyle babasının adından başka hiçbir unvan yoktur!"
Yıldırım Bâyezid haklıdır. Herkes hak ettiğine sahip olacaksa, o da hakkı olanı almalıdır. Bunun için, ağır hediyelerle, Mısır'a bir heyet gönderir Padişah. Ama heyet doğrudan Halife "31 inci El-Mütevekkil-al-Allah"a değil, Mısır Sultanı Barkuk'a gider. Bu da bir saygıdan olsa gerektir. Moğol tehlikesi Mısır'ı da, Anadolu’yu da sarmaya başlamıştır.
Müşterek tehlikeye karşı Bâyezid ile Barkuk'un arası gayet iyidir. Ricası halifeye ulaştırılır ve halife de kabul eder bu ricayı. "Yıldırım'ın arzusunu Sultan Barkuk'un Halife'ye kabul ettirdiği rivayet edilir."

Yıldırım Bâyezid ve Balkanlar'da İslâmiyet
Böyle bir başlığı daha uygun bir yerde kullanmak mümkündü. Buraya denk geldi. Halife'nin adından başka bir kıymeti harbiyesi yok; fakat dinî terbiye İslâm ülkelerini ona tâbi ediyor. Gökgürültüsü olmuş, yıldırım olmuş fark etmiyor; mademki İslâmî sahada büyüktü kullanacağı ünvânı ondan istiyor. Hâlâ Bey olarak anılıyorsa ki, Sultan Orhan'da benzeri bir durum vâki olmuştu. Biz bunu da kabul edersek bile, alışılmış hitap sözlerini kullanıyoruz. Umumiyetle Osman Gâzî, Orhan Gâzî, Gâzî Murad Hüdâvendigâr ve Sultan Yıldırım Bâyezid Han deriz. Birazcık öbür yüzüne bakarsak:

Akıncıların Niğbolu Zaferi
Sultan Yıldırım Bâyezid'in savaşlarını, fetihlerini takip etmekte zorlanıyoruz. Kendisini bıraksak, sadece, onun Akıncılarının yaptığı işler başlıbaşına destandır. O Akıncılar ki nerede, ne zaman görüneceklerini hiç kimse kestiremez. Cıva gibi, ele avuca gelmezler. Ateş gibi gittikleri yeri yakarlar. Hiçbir ülke kendisini onlardan korumaya muktedir değildir. Almanya, Rusya, Bavyera, Avusturya, Bohemya, Lehistan ve diğerleri... Hiç biri ne zaman Türk Akıncılarıyla karşılaşacağını bilemez. Bir bakıyoruz, bir Hıristiyan papazı, bir bakarsınız keşiş, bir bakarsınız, başka bir şey. Bunlar, çok iyi yetişmiş savaşçı olmalarının yanı sıra yabancı dilleri de gayet mükemmel bilirlerdi. Bu sebeptendir ki yerli ahâlinin arasında kendilerini gizleyip casusluk vazifesini de rahatlıkla yapabiliyorlardı. Bu Akıncıların dini yönden de kusursuz oldukları tarih kitaplarında kayıtlıdır.
İşte, Yıldırım Bâyezid'in süratli başarılarının bir sebebi de bu yiğit Akıncılardır.
Macarlar Bâyezid'i çok uğraştırmıştır. Bir fırsat bulur bulmaz Kral Sigismond yanına, sözünde durmayan Eflak Prensi Mirçe'yi alarak Niğbolu'ya saldırır ve kaleyi düşürür. Bâyezid Anadolu'dadır. Ama ne zaman nerede olacağı kestirilemeyen Akıncılar yetişir imdada ve Macar Kralı Sigismond başını zor kurtarır Türk palasından. Zafer Akıncıların olur.
Balkanlarda Yıldırım'ı Sırplar ve Macarlar çok uğraştırır. Anadolu'da da çok uğraştıran da Karamanoğlu'dur. Bir de Kadı Burhaneddin çıkar sonradan ki; bir hayli zaman kaybına sebep olur. Sadece zaman kaybıyla önlenir her başkaldırış. Yıldırım bir oradadır bir burada. Peşinde daima başarı. Bir şımarık insan olsa, başı dönerdi. O ki Murad Hüdâvendigâr oğludur, dünyayı Müslüman Türke ancak yeter görmektedir, ona gayret eder...
Adım adım yaklaşılır hedefe. Çandarlı Ali Paşa Arnavutlara karşı zafer kazanır. Bu Arnavutlar için büyük şanstır. Sebebi ise daha sonraları tamamen Türkler'in eline geçen Arnavutlukta İslâmiyet dal budak salar. Arnavut milleti Müslüman olur. O günlerden kalıp, son zamanlara kadar söylenen sözler çok manalıdır. Müslüman olmanın Türk olmak sayıldığı, Müslüman olana "Türk oldu" dendiği vakittir. Ve babanın çocuğuna dini öğretirken, "Türk'ün beş şartını say bakayım" diyerek Savm'ı, salâtı; yani İslâm’ın şartlarını öğrettiği anlatılır.
Sultan Murat zamanında alınıp, sonradan elden çıkan Üsküp tekrar fethedilir. O Üsküp ki, bize yirminci asrın en büyük şairini hediye edecektir. "Süleymaniye'de Bayram Sabahı"nın şairi Yahya Kemâl Beyatlı, Üsküplü'dür." Evlâd-ı Fatihan'dır.
"Kaybolan Şehir" başlığını verdiği şiirinde Yahya Kemal bakın neler söylüyor:
Üsküp ki Yıldırım Bâyezid Han diyarıdır
Evlâd-ı Fatihân'a onun yadigârıdır
Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o
Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi o
Üsküp ki şar-dağında devamıydı Bursa'nın
Bir Lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın


Şiirin bu kadarı kafi. Yahya Kemal'in duygularını duygularımız olarak kabul ediyoruz.
Rumeli'de fethedilen yerlere, Anadolu'dan getirilip iskân edilen aileler çok fazladır. Ora halkından müslüman olanların çoğu milliyetini muhafaza etmiştir. Arnavutlar, Bosnalılar Osmanlı Türkleri sayesinde müslüman olmuştur ama soylarını korumuşlardır. Anadolu'dan gidenlerin koruduğu gibi.
Karamanoğlu Dâmad Alâeddin Ali Bey, Yıldırım’ın Niğbolu meşguliyetinden istifade etmeye kalkar. Ankara'yı alarak, Anadolu Beylerbeyi Sarı Timurtaş Paşa'yı esir eder. Bu Ali Paşa devamlı fırsat kollayıp, sık sık vukuat işlemektedir. Her defasında affedilmeye de alışmıştır ama son davranışı bardağı taşırmıştır. Sultan'dan, Niğbolu dönüşü nihaî cezasını görür. Buna biraz da Yıldırım'a verdiği sert cevaplar sebep olarak gösterilir.
Bâyezid'in "Niçin itaat etmezsiz" deyişine karşılık. "Ben de senin gibi hükümdarım" deyince merhameten bağışlanma hakkını kaybetmiştir.

Niğbolu Zaferi (Eylül 1396)
Yıldırım Bâyezid'i zirvelerin zirvesine çıkaran, Türk tarihine sihirli "Bire Doğan" haykırışını hediye eden, birleşik Avrupa devletlerinin gururlu ordularım dize getiren bir savaşın adıdır Niğbolu ve altı asırdır hafızalarımızın en ihtişamlı süslerinden biridir.
Anadolu’da Türk Birliği sağlanmak üzere; irili ufaklı beylikler birer birer boyun eğmiştir büyük güce. En son Kadı Burhaneddin ve Dulkadirlilerin de suları ısınmaktadır.
Şimdi Niğbolu destanına sarılalım. O devrin güçlü devleti Macaristan'ın başında Sigismond adlı bir kral var. Bu kral Avrupa'nın ve kendi devletinin istikbalini, Bâyezid'in kovulmasında görmekte, Avrupa'nın-Rumeli'nin bütün devlet ve devletçikleri aynı görüşü paylaşmaktadır. Bâyezid Marmara'nın Anadolu yakasına bir Hisar yaptırmış, İstanbul elden çıkmak üzere. İstanbul Türk'ün eline geçerse? İşte bunu düşünmek istemiyorlar. Bu büyük Türk rüyasının kâbusa dönüşmesi için ellerinden ne gelirse yapmak azmiyle hareket ediyorlar.
Sigismond Kral Layoş'un damadı idi. Osmanlı Devleti'nin yapısıyla çok farklılık arzeden Macaristan'ın durumu Monya'nm kocasını yani Layoş'un damadını Krallık tahtına çıkarmıştı. Çünkü Layoş bir erkek evlât bırakmamıştı.
Sigismond'a göre, muazzam bir Haçlı ordusuyla Bâyezid'e karşı çıkmaktan başka çare yoktur. Bütün çabası bu yoldadır ve 4. Haçlı Ordusu emre amadedir. Bu ortak orduda kimler yok ki? Başta Macaristan; sonra Almanya, Fransa, İngiltere, Lehistan, Venedik, Papa'lık ve diğer küçük devletler. Hepsi, Hilâli esir etmek için Haç etrafında toplanmışlar... Bu mâcerâcıların birinci hedefleri Bâyezid'i Avrupa'dan atmak; ikinci ve asıl hedef ise Kudüs. Kendilerinden önce bunu deneyenler çok hasar vermişler, çok hasar görmüşlerdi. Şimdikiler işi daha sağlam tutup, Türklerden kurtulacaklar... Kudüs'ü Müslümanlardan alıp Hac vazifesini de yerine getirecekler. İstedikleri sadece bu kadar!
Bu sefere olağanüstü ehemmiyet verişlerinin önemli sebepleri, onlara göre kutsal olan Haç ve Kutsal Kudüs'tü, bunlar için Hıristiyan dünyası birleşmiş, en iyi 130.000, belki de 200.000 askerle sahneye çıkmışlardı. Avrupa'nın en meşhur şövalyeleri bu savaşın getireceği zaferi! Kutlama planını dahi yapmışlardı.
Sigismond'un, Pâdişah'ın teşebbüslerinden haklı olarak endişeye düştüğünü söyleyen Hammer şöyle devam ediyor: Sigismond "memleketlerinin civarındaki yeri fetihler hakkında izahat talep etmek üzere bir sefaret heyeti göndermeye karar verdi. Bâyezid, elçileri Bulgar silahlarıyla süslenmiş bir divanhanede kabul ederek, Bulgaristan Prensi'nin memleketlerini ne hak ile zapt eylediğini suâl ettikleri zaman, her cevâba bedel, duvarlarda asılı olan yay ve okları gösterdi..."
Hammer, şunu biliyor olmalıydı. Türkler keyfi savaş çıkarmazdılar. Mutlaka geçerli bir sebep olmalı ve bu şerî hükümlere uymalıydı. Yoksa doğru duran bir kral için "gidelim şu gâvurun kellesini uçuralım" denmezdi. Şimdi bahse konu olan savaş Bâyezid'in saldırısıyla değil Sigismond'un tertibiyle meydana gelmişti.
Savaşa katılan belli başlı meşhurlar Flandır Prensi ve VI. Şarl'ın dayısı olan Burgonya Dukası'mn şecaatli oğlu Kont Dö Növer'i "Korkusuz Jan" unvanlı bir delikanlıdır bu asilzade. Kont Dola Marş ile Kral'ın üç yeğenleri II. Jak Dö Burban, Hanri ve Filip Dö Bar, Filip Dartuva, Amiral Jan Dö Viyen... Daha birçok önemli isim sıralanıyor da biz özelliklerini bilmediğimiz için önemsemiyoruz. Kudüs Aziz Yahya tarikatına mensup şövalyelerden bahsedelim, çünkü onları tanıyoruz. Dini kisve altında yemedikleri nane yoktur.
Fransa'nın şövalyeleri memleketlerinde ne kadar gurur varsa üzerlerine almışlar, onun üzerine de caniliği koymuşlar, hepsinin üzerinde ise yere göğe sığmayan şımarıklık... Esas itibariyle, belli orandaki şöhretlerini beslemek tek amaçlarıydı.Bu şövalyelerle ilgili malûmat, insanın yüreğini yerinden hoplatacak kadar müthiştir. Onların düşmanı olmak arzulanacak cinsten bir heves olamazdı. Her biri memleketinin medarı iftiharıdır. Bu kutsal bildikleri savaş için kılıçlarını bilemişler, yola çıkmışlar...Karşılaşacakları ordunun da ne olduğunu biliyorlar.
Haçlı orduları uzun bir hazırlık devresi yaşadıktan sonra Niğbolu'ya doğru hareket etmişler; ayrı ayrı yollardan geçerek menzile gelmişler, arkalarında kalan her yer zulme doymuş. Tuna'dan atlayıp Vidin'i zapteden Haçlılardan 300 Fransız subayı, şehri müdâfa ile görevli bir manga Türk askerine en adî işkenceeri reva görerek öldürmüşler, bu başarılarından dolayı Şövalyelik nişanını haketmişler. Sadece Müslümanlar değil mezalimi yaşayanlar, mezhep farklılığından dolayı bir hayli Hıristiyan bile öldürülmüştü...
Niğbolu meselesi çıktığında Bâyezid İstanbul kuşatmasıyla meşguldü. Alel acele 70.000 kişilik bir kuvvetle yola düştü; o da nice yerlerden, at sürüyor amma arkasında hiç gözyaşı ve ceset bırakmadan Niğbolu'ya doğru ilerliyordu.
Önce düşman kuvvetleri gelir Niğbolu'ya. Kalede kumandan olarak Doğan Bey var; Doğan Bey'in kuvveti kifayetsiz. Bütün gözler Yıldırım Bâyezid'in yolunda. Mevcut kumandanın mukavemet edemeyeceği fikri düşmanı sevince boğmuştur. Ayrı milletlerden, ayrı diller konuşan Haçlılar kendilerini içkiye vermiş, disiplinle alâkasız durumdalar; ama çok kalabalıklar. Kalede disiplin son derece iyi, erzak bol, asker az. Denge Sigismond'dan yana, ah bir de Bâyezid gelmese...
Daha önce esir düşüp Yıldırım'ın affı şahanesiyle memleketine dönüp, Macar Kralı'yla işbirliğine girişen Mirce, Osmanlı kuvveti hakkında bilgi toplamak gayesiyle 1000 kişilik bir keşif kolu çıkartır. Gelen haber Türk Ordusu'na 200.000 kişi olduğu yönünde ve onlar için çok korkunçtur. Tabii ki abartılmıştır.
Bu savaş Yıldırım Bâyezid için, Türk tarihi için olağanüstü ehemmiyeti hâizdir. Neredeyse, bütün Avrupa'nın birleştiği, en iyi kumandanların her şeylerini ortaya koyduğu, bir var olma mücadelesidir. Gecenin basması beklenir. Yıldırım Bâyezid sabırsızlananların başındadır. Gecenin yarısı geçince "İleri gelen hademelerinden hiç birisine haber vermeden, iyi koşan bir ata süvari olup, bu karanlık gecede Yıldırım gibi, kale yakınına geldi. Yüksekçe bir yerden gök gürültüsünü andıran bir sesle Niğbolu kumandanı olan Doğan Bey'e "Bre Doğan!" diye çağırdı. Doğan Bey bu sesi işitince, sesin sahibini firâsetiyle tanıdı. Sevincinden sema ve raks edeyazdı. Bu taraftan Doğan Bey edeb ile cevap verince, Cihan Şahı, kale ehlinin durumunu sordu. "Ve zahireleri yetecek midir?" sual etti. Doğan Bey, duâ ve senasından sonra "Mesûd cihan şahı padişahımızın uğuru ile kale sağlam ve ele geçirilmezdir. Kale muhafızları gece gündüz uyanıktır. Hiç bir hususa elem çekmeyesiz" deyince, Sultan Bâyezid Han, yine göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içinde, geriye hızla at koşturdu."
Bâyezid'le Doğan Bey'in konuşmasını duyan düşman askerleri, Kralı durumdan haberdar ederler, karanlıkta Pâdişâhı arayıp bulmaya çalışırlar ama izine rastlayamazlar. Yıldırım Bâyezid nasıl gelmişse öyle gitmiştir. Yani Yıldırım gibi!
Sigismond Macaristan Kralı ve bu savaşın başkumandanıdır. 200.000 kişilik kuvvetli ordusu ile Bâyezid'in ordusunu nasıl imha edeceğinin planını yapıyordu. Kral'ın otoritesine boyun eğmek istemeyenler var. Bunlar şan için savaşa katılanlardır. Öyle bir taktik uygulanmalı ki. "Zafer nasıl olsa kazanılacak, bu zaferde en yüksek pay kendilerine ait olmalı" Böyle düşünenler, Burgonya Dukası 'Korkusuz' lakaplı Jan ile bazı Fransızlardır. İki taraf da "Bu şeref bizim olacak" diyorlardı. Akıbeti tabii ki bilemiyorlar ve çok yanılıyorlardı.
Bâyezid ise ordusunu meşhur Türk usulüne göre dizmişti. Merkezde Yeniçeriler, onların etrafında Kapı kulu süvarileri, sağ ve solda Timarlı sipahiler...Hilâl biçimi veya kerpeten ağzı şeklinde.
Savaşın cereyan ediş biçimini değişik kaynaklardan öğrenmeye çalışıyoruz.Hammer'a göre, düşman tarafı o kadar kendinden emin ki, ordugâhta nöbetçi dikmeye, sevk işlerinde keşifte bulunmaya tenezzül etmiyorlardı. Şövalyeler gafleti o dereceye götürmüşlerdi ki "gök yıkılsa mızraklarının ucu ile tutacaklarını" söylüyorlardı. Bâyezid ise, üstünlüğüne haklı olarak güveniyor, daha az gurur ile. "Yakında atıma Sen-Piyer Kilisesi'nin mihrabında yulaf yedireceğim" diyordu. Hammer, ne de olsa Hıristiyan bir tarihçidir. Bâyezid'in ibâdet mekânlarına saygısızlık düşünmeyeceğini hesap edemiyor. Herhalde, kiliseyle ilgili söz uydurmadır!Şımarık Fransız şövalyeleri barbarca saldırmaya başlarlar ve ilk saldırılarında da başarılı olurlar. Bu küçük başarı bile onların kendinden geçmesine yetmiştir. Söz alınarak kendilerine teslim edilen esirleri kılıçtan geçirirler.
Şimdiki naklimiz bizden, Tâcût Tevârih'ten:"Savaşın başında, ceng sırasında, dev yapılı çirkin kâfir, alınyazısı gereğince gaflet içinde, doğruyu seçen Padişaha, ejder görünüşlü bir topuzla saldırıp, öldürücü bir vuruşla güzel vücudunu yaralayıp, onu gümüş savatlı nahşından toprağa düşürmüştür. .... Tanrı’nın koruyuculuğuyla ol şahlık durağının en üstünde oturana sığınak oldu. Hatta denilebilir ki, bazı nûrâni şekiller, insan suretinde görünerek, İslâm askerine yardım için hazır ve İslâm Padişahı düştüğü sırada düşmanın zararı değmesin diye de ortada birdenbire gözüküvermişlerdi."
Niğbolu Savaşı Türk Ordusu'nun zaferiyle neticelenir. Müttefik orduları perişan edilmiştir. 60.000–70.000 arası Türk'e 130.000–200.000 düşman. Savaştan sonra, esir alınanların beş-on bin kadarı Bâyezid'in emriyle öldürülür. Bu, onların s¬vaş başlarken öldürdükleri Türk esirlerinin intikamı içindir. Esir olarak elde tutulan Korkusuz Jan ve otuza yakın komutan, yüklü bir fidye karşılığı serbest bırakılır. Kalleş Mirce, daha önceden, durumun aleyhlerine tecelli edeceğini anlayıp, kaçanlar arasındadır. Onunla ve ondan ayrı kaçanların sayısı 20.000 olarak gösterilir. 10.000 esir, 20.000 kaçak ve diğerleri. Zayiatları çok korkunç, en az 100.000 kişi! Türk tarafından ise şehit ve esir sayısı beş-altı bin kişi ki, böyle bir savaş için çok azdır.
Niğbolu Zaferi'ni müteakip İslâm devletlerine zafernameler yollayan Yıldırım Bâyezid, bazı hükümdarlara da esirler göndermiştir. Hammer'in kaydına göre "sadece Mısır Sultanı'nın payına altmış esir düşmekte ve bunlar arasında Macar beylerinden biri de bulunmakta idi."
Yukarıya aldığımız zayiat listesi dahil savaşın sonucu yerli kaynaklara göredir. Müslümanların bildirmesi böyle ama Hammer, dindaşlarını tutmaya çalışıyor, burada da haklıdır. Ona göre Türk şehit sayısı çok fazladır. Türkler 10.000 esiri işkenceyle öldürmüşlerdir. Bunu yazan Hammer vicdanını dinliyor ve şu bilgiyi de veriyor. Ölüm sırasını bekleyenlerden biri Bavyera asilzadelerinden birinin uşağı Şildbergen idi. Bu genç, henüz onaltı yaşındaydı. Yaşı tutmadığı için öldürülmedi. Yaşı yirminin altında olan dört kişi daha vardı, onların canı da bağışlandı.

Eflak ve Macaristan Akınları
Bir akıncı kolu ile Macarları büstbütün tedhiş etmek isteyen Bâyezid, bir akıncı kolunu da kalleş Mirçe'nin peşine salar. Birinci kol akıncılar başarıyla dönerken, şanlı Akıncı Beyi Evrenos Bey, Mirçe'nin şiddetle karşı koymasıyla geri çekilmek zorunda kalır.

Ulu Cami
Yıldırım Bâyezid'in kızı Handi Hatun'un kocası fevkalâde halleriyle tanınan Seyyid Emir Sultan'dır. 1368'de Buhara'da doğdu. -Menkıbeye göre- Peygamber Efendimiz tarafından Anadolu'ya gönderilmiştir. Bursa'da çömlekçilik yaparken Molla Fenari'nin ricasıyla saraydaki çocuklara Kur'ân-ı Kerîm dersleri vermeye başladı. Nahudi elbiseli yeşil cübbeli, yeşil sarıklı, esmer, uzu boylu, badem gözlü, hafif sakallı genç adam Pâdişah'ın kızının gönlünü kazandı ve nihayet evlendiler.
Birçok kerameti görülen Emir Sultan, bir savaş sonrası ele geçen ganimetten hissedar edilmek istendi. Bunun sebebi, başarının onun manevî gücüyle gerçekleşmiş olmasıydı. Emir Sultan ganimeti kabul etmeyip, Sultan'a dedi k "O halde bir cami bina ediniz, biz de hissedar olalım." Yıldırım Bâyezid'in Niğbolu Zaferi'nden sonra pek çok ganimet el de ettiğini, onların sayesinde Edirne'd ve Bursa'da cami, medrese ve Daruşşifa yaptırdığını yazar tarih kitaplarında.
Ulu cami ile ilgili esas nükte, Padişahın damadı Emir Sultan'la yaptığı konuşmada gizlidir.
Bu konuşmayı Solakzâde Tarihi'nden aktarıyoruz.
"Makamı yüce Pâdişâh, günlerden bir gün Muhammed Buharı Emur Sulta hazretleri ile bina olunan Yeni Camiin temaşasına vardılar. Sohbet esnasında saadetli Padişah hazretleri:
"Bu camii şerifin binasına bahane bulunacak bir noksan var mıdır?" diye sual ettiklerinde, Emir Buhâri hazretleri de:
"Elhak, gayet güzel bina olunmuştur. Hiç bir veçhile söz yoktur. Ancak bir kusuru vardır ki, eğer o tedarik olunsa, mükemmel olurdu." dedi. Bunun üzerine Padişah da:
"Lütfedip kusurunu beyan buyurun da bilelim ve tamamlanmasına gayret edelim." diye sual edince, Emir Buhâri:
"Dört köşesine Pâdişâh için dört humhâne (meyhane) konulmuş olsa, kusur yeri kalmaz idi." dedi. Padişah hemen şaşırarak:
"Bu yalnız Allah evidir, humhâne ile ne münasebeti vardır?" karşılığını verdi. Emir Buhâri ise:"İnsan vücudu Allah'ın binasıdır. Onun içki ile münasebeti olup da, mahlûkun bina ettiği makamın olmaması malumumuz değildir."
Bizim de bu ikazdan sonra Bâyezid'in içkiyi bırakıp bırakmadığı malûmumuz değil. Ayrıca böyle bir konuşma gerçek midir, yoksa Yıldırım Bâyezid'in içkiye düşkünlüğü bir kere de böyle mi duyurulmaktadır?

Şile'nin Fethi (1396)
Yıldırım Bâyezid'in en büyük aşkı İstanbul'dur. Ona yaklaşmak için çâreler arar. Önce etrafındaki mâniaları kaldırmak, sonra ona doğru koşmak gerekmektedir. İki defa muhasara edip, eli boş dönmüştü. Üçüncüsüne hazırlık için Şile'nin elde edilmesi münasip görülür ve Gazi Timurtaş oğlu Yahşi Bey Şile'nin fethini üstlenir ve üstesinden gelir.

Anadolu Hisarı ve İstanbul'un Üçüncü Muhasarası (1396-1397)
Ona çok isim verenler olmuş. Güzelhisar demişler, Yenihisar demişler, Yenicehisar ve Akçahisar dahi denmiş ise de Anadoluhisarı adıyla meşhur olup, bugünlere de bu isimle gelmiştir.
"Bu hisar, deryayı şimal yanı Karadeniz’den gelecek kâfir gemilerinin yollarını keser. Yaptırılan kaleye savaş gereçlerini yerleştirdikten sonra padişah, İstanbul tekfuruna göz yıldırıcı haberler gönderip "hisarı teslim itsün (Rumeli hisarı) ve ne tarafa dilerse gitsün ve illâ topunu birlikte ele geçirip boyunlarına kölelik lâlelerini takmayı and etmişim" diyerek uyarmakla devam etti".
Yıldırım Bâyezîd ikinci muhasarayı Niğbolu Savaşı'ndan dolayı kaldırmıştı. Şimdi Şile'nin fethi ve Anadolu hisarının yapılmasıyla Bizans'ın işi biraz daha Bâyezid için kolaylaşmıştır. Fakat İmparator Manuel, "hisârı teslim et" emrine aldırmaz, hemen Avrupa'dan yardım çağırır. Hatta Rusya'dan bile, dünürlükten dolayı altın yardımı almıştır.
Amansız tazyikler olur amma, İstanbul henüz Türk olmaz. Venedikliler, Cenevizliler denizcilikte çok güçlüdürler. Bâyezid'in deniz gücü yetersiz. İstanbul'un surları çok sağlamdır, Bâyezid'in o surları delecek, yıkacak yaman topları yoktur. Ve Balkanlarda daha kolay fethedilecek yerler Bâyezid'i beklemektedir...
İki taraf için de fazla cazip görünmeyen savaştan vazgeçilip, sulh yapılması düşünülür. Teklif sahibi Bizans'ın imparatoru Manuel'dir, teklif ettikleri de reddedilecek gibi değildir. Hele de (doğru ise) Çandarlı Ali Paşa'nın bu teklifi değerlendirmesi icab eder... Çandarlı vezir ailesinin Osmanlı Devleti'ne yaptığı önemli hizmetlerin yanı sıra, bazen de, belki doğru, belki iftira, hoşa gitmeyen yanları anlatılır.
Ali Paşa ile alâkalı iddia şöyle: Pâdişâhı sulha razı etmesi karşılığında imparator, "Hatta rivayet olunur ki, Ali Paşa'ya açık olarak gönderdiği hediyelerden başka, on adet büyük balıkların içini altın ile ağzına kadar doldurup bazı yiyeceklerle gönderdi. Vezir Ali Paşa da, tedbir ve tevil yoluna sapıp, padişahı sulh yoluna sevk eyledi." Aynı ifâdeler Tacût Tevaih'te de geçer. İstanbul'da bir Türk Mahallesi, bir cami açılması, bir mahkeme tesisi ve kadı gönderilmesi... Ayrıca Sultan'a her sene onbin altın vergi verilmesi üzerine sulh anlaşması yapılır. Şimdiye kadar hiçbir İslâm, Türk hükümdarının alamadığı İstanbul, vaktinin gelmesine terkedilir. Acaba Vezir Çandarlı Ali Paşa savaşta diretseydi ne olurdu? Allah bilir!

Yunan Seferi
İstanbul'dan vazgeçildi diye boş durulacak değil ya! Daha önce demiştik, Balkanlarda fethedilecek ülke çok. Bâyezid yüzünü Yunan'a çevirdi. Akıncılar'dan Evrenos Bey ile Yakub Bey Avrupa'da fetihten fetihe koşuyor... Yunanlılar ise Salona Düşesi Heleni'nin aşk ve sefahatinden bizardır. Halk zulüm altında inlerken, şehrin piskoposu dayanamaz ve ileride Bizanslılar'ın diyeceği gibi "Türk sarığı görmek daha iyidir" deyip, Bâyezid'e gelip şehri fethetmesi için haber gönderir. Bâyezid sırasıyla Çatalca, Yenişehir ve Tırhala şehirlerinden geçerek, hiçbir mukabele görmeden Salona'ya gelir. Burada, "Yıldırım’ın ordusunu bizzat karşılayan Salona Düşesi Heleni ülkesiyle kızını Osmanlı pâdişâhına teslim etmiş, bu hareketinden dolayı düşes serbest bırakılmış, güzel kızı hareme alınmış ve Salona Dukalığı da derhâl işgal edilmiştir."
Bâyezid Salona ile uğraşırken Yakub Bey Mora despotunu hizaya getirip, haraca bağlamış. Evrenos Bey de Argas Kalesi'ni fethedip ondört bin esir alarak Anadolu'ya nakletmiş ve onların yerlerine Tatarları yerleştirmiştir. Mevsimin kışa dönmesi Yakub Bey'i ve Evrenos Bey'i çekilmeye mecbur etmişti.

Karaman Ülkesinin İşgali (1397)
Meşhur olmuş bir mısra var, "Hiçbir şeyden çekmedi nasırından çektiği kadar" diyor şair. Osmanlı padişahlarının bazısı da Karamanlılar'dan çektiğini, herhalde, hiç kimseden çekmemişlerdir. Sultan Murat zamanında yaramazlık yapınca iş savaşa varmış, feci şekilde mağlup edilen Alâaddin Ali Bey, eşi Nefise Sultan sayesinde canını kurtarmıştı. Canını kurtarırken topraklarından bir kısmını Osmanlı Devleti'ne terketmişti. Bâyezid Rumeli'de ter döküp, İslâm ülkesini genişletmek için kaleden kaleye at koştururken Ali Bey toprak tecâvüzünde bulunuyordu. Hatta Germiyan vilâyetindeki Osmanlı Ordusu'nu ansızın bastırıp Anadolu Beylerbeyi Kara Timurtaş Paşa'yı esir ediyor, iki koldan Bursa ve Ankara üzerine yürüyordu.
Bâyezid bu olayları haber alır almaz Yıldırım hızıyla Rumeli'den Anadolu'ya gelir. Alâaddin Ali Bey korkar, sulh ister ama iş işten geçmiştir. Esir ettiği Kara Timurtaş Paşa'yı serbest bırakması da pek işe yaramayacaktır. Bâyezid, eniştesine acımak niyetinde değildir artık. Af yok. Yalnız, savaşı kazanan Yıldırım Bâyezid'dir, kaybeden Karamanoğlu Alâaddin Ali Bey ama kaybedenin akibeti pek sarih anlatılmaz tarih kitaplarında. Bu savaştan bir süre sonra öldüğü görülür, ölüm sebebi net olarak belli değildir. Ali Bey'in oğullan Bâyezid'in yeğenleridir. Onlan Sultan'ın koruduğu rivayet edilir...
Bu savaşın kazandırdığı yerler şöyle sayılıyor: "Konya, Karaman, Niğde, Akşehir vesaire"

Karadeniz Beyliklerinin Zaptı (1398)
Karadeniz Bölgesi'nde küçük küçük beylikler yaşar. Bunlar varlıklarının devamı için büyük beyliklere muhtaçtırlar. "Kubatoğulları, Emiroğulları, Tacüddinoğulları ve Taşanoğulları... "Yıldınm Bâyezid ana vatanın millî ve siyasî birliğini temin etmek istediği için bu beylikleri işgale karar vermiş. Kısa zamanda gerçekleşen, küçük beyliklerin işgaliyle Osmanlı hududu Trabzon Rum İmparatorluğu'na dayanmıştır."
İstanbul ve ötesi Hıristiyanlara dokunur, beri taraf yani Anadolu kan ve can kardeşidir, din kardeşidir. Sade, din kardeşi olmak bile savaşları pek sevimli kılmamaktadır. Hammer'in. Dukas'tan aldığı bir bölümle Hıristiyan gözüyle Yıldırım Bâyezid'e bir bakalım.
"Bâyezid o sıralarda Bursa'da oturuyordu. Talihinin fidanı kuşların terennümleri ile olgunlaşan meyvalarla dolu görünüyordu. Her türlü zevk ve sefa imkânına sahipti. Garip şekilli hayvanlar, değerli mâdenler Cenab-ı Hakk'ın şu dünyada göz okşayıcı olarak yarattığı her şey saraylarında vardı. Kız, erkek, binlerce esir içinde güzellikleri dikkati çekenlerden seçilmiş köle ve cariyeler dâima etrafında bulunurlardı. Rumlar, Eflâklar, Sırplılar, Arnavudlar, Saksonlar, Bulgarlar, Latinler, kısacası hepsi pâdişâhın arzusuna göre kendi dillerinde şakımaya hazırdılar. Sultan da bunların arasında güzel vakit geçiriyordu (1397).
Dukas önemli bir tarihçidir de Türkleri ne kadar sever, ya da ne kadar sevmez! Onu bilemiyoruz.
Yıldırım Bâyezid çok büyük bir devlet bırakacaktı varisine. Şansı açıktı. Kılıcı keskindi. Ordusu zafere arzulu pâdişâhına bağlı idi.
Payitahtı Sivas olan Kadı Burhaneddin, Akkoyunlu aşiretinin reisi Kara Yülük Osman tarafından katledilince, yerine oğlu Zeynelabidin geçer. Babasının yerini tutamaz. Bâyezid Anadolu'da bir tek Türk devleti için savaşmaktadır, bir savaşta Zeynelabidin'le yapılsa ne lâzım gelir? Savaşılır ve Kadı Burhaneddin'in memleketi Osmanlı Devleti'ne katılır. (1399)
Dulkadir Beyliği de tâbiiyyet altına alınır. Mısır'la komşu olmaya başlanır ki, bu da yeni ihtilafların başlamasının bir işaretidir.
Bâyezid'in bu sıralarda İstanbul’la ilgili tasarıları vardır. İmparatora bir mektup göndererek gözdağı verir. "Karşı gelecek olursan Allah'ın ve Peygamber'in adına yemin ederim ki: Şehirde kimseyi bırakmayacağım; hepinizi yok edeceğim."
Fırsat kalmaz yok etmeye. Timur'un Ezincan'ı harap ettiği, Sivas'ta katliam yaptığı haberleri gelince, Bâyezid Avrupa'yı bırakıp Anadolu'ya geçer. Mevcudu muhafaza etmenin çarelerini düşünme zamanıdır!

Timur
Bâyezid'le Timur'un Ankara Savaşı'na geçmeden evvel şahsiyetini tanıyabilmek için biraz Timur'a bakalım. Bu sefer kaynağımız Hammer: Suriye'de Araplarla savaşan Timur'un filleri en iyi savaş makinesidir ve fillerin üzerinden askerler yanar oklarla ateş yağdırıyor. Filler karşı taraf askerini hortumları ile havaya kaldırıp, sonra yere bırakıyor ve yere düşenleri ayaklarıyla tepeliyorlar: "Yenenler insan teninden köprülerden geçerek Haleb'e girdiler. Şehir yağma edildi. Erkek, kadın, genç, ihtiyar demeden halk kılıçtan geçirildi."
Timur Müslüman, Suriyelilerde... ama akıl almaz zulümler Timur tarafından icra ettiriliyor. Savaştan sonra öldürülmesine izin vermediği âlimleri bir araya getirip sohbet ediyorlar. Kendi memleketinin âlimlerinin çözemedikleri meseleleri, burada çözdürmek niyetindedir. "Ve Timur'la Müftü arasında şu konuşma olur."
" — Savaşta şehid olanlar kimlerdir?"
" — Allah'ın kelâmı için savaşanlardır."
" — Ben bir yarım adam olduğum halde Acemistan'ı, Irak'ı, Hindistan'ı fethettim."
" — Allah'a şükret ve kimseyi de öldürme."
" — Allah şahittir ki ben kimseyi önceden tasarlayarak öldürmem. Fakat siz kendiniz canınıza kıyıyorsunuz. Yemin ederim ki, bir kimseyi öldürmem. Sizlere gelince; hayatlarınızı, mallarınızı garanti ederim."
……………..
"— Hz. Ali'den halifeliği gasbeden Muaviye ile Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'i şehit eden Yezid hakkında ne düşünürsünüz?"
"Sünni mezheplerden birine bağlı bir kadı:"
"— Onlar din için cihad ettiler" karşılığını verince Timur öfkelenir ve hemen şöyle bağırıverir:
" — Muaviye bir zâlim, Yezid bir cânî idi. Ey Halep halkı, siz de Hüseyin'i şehid eden Şamlılar kadar itham altındasınız. "İbn-i Şıhne hemen atılır:
"Bu adam okuduğunu tekrardan başka bir şey yapmıyor; söylediğinin mânasını da iyice kavramış değil. Bir kitapta öyle görmüş deyiverir."
"Timur, korku ile yapılan bu açıklamadan hoşlanır. Ondan sonra bilim heyeti ile birlikte akşam namazı da kılar."
Daha sonra Timur, elçisini öldüren Şam Vâlisi'nin idamı için fetva ister. İbn-i Şıhne dayanamaz, azarlar gibi der ki:
"Hiçbir suç işlememiş olan bunca müslüman önceden fetva almadan, nasıl olup da başları kesiliyor?"
Timur bu soruya da kızmamış, sofrasından yemek göndermek suretiyle İbn-i Şıhne'yi taltif etmiştir.
Yıldırım Bâyezid-Timur Savaşı'na geçince yeteri kadar kötülenecek olan zâtı biraz methedenlerden dinleyelim istiyoruz. Anadolu Türlüğü'ne verdiği zarar affedilmeyebilir, belki, İslâm adına da zararlı olmuştur yaptığı hareket ama, bir de iyi yönü olduğu söylenen adama nazar etsek ne olur?
İspanyol Elçisi Clavijo kabrini ziyaret edip Timur için şöyle söylemiştir: "O insanları ifna ederken bile sanatkârlara, ustalara kıymet vermiş, kendi devleti; arazisine yerleştirmiş, câhil olmasına rağmen sert şahsiyetini bilginlerle ihata etmiştir. Büyük yapılar ve kamu yararına hizmet eden birçok tesisler onun adını taşır."
Bir de Timur'un yakınında bulundurduğu, görüşlerinden istifade ettiği insanlara bakalım: Peygamber soyundan gelen seyyidler, bilginler, şeyhler ve ulema. Zekâ, ciddiyet ve hikmet sahibi olanlar, tecrübeli yaşlılar. Dindar kimseler Timur, bunların duaları bereketiyle olağanüstü başarılar elde ettiğini söylemektedir.
Her an savaşa hazır, sert disiplinli ve âdil davranılan, ücretlerini genelde peşin alan başarıları mükâfatlandırılan ordu. Bütün sırlarını bilen ve koruyan müşavirler.
Timur'u Timur yapan özellikler madde madde sıralanmış ve uzayıp gidiyor.

Ankara Savaşı (1402)
Timur'la Yıldırım Bâyezid'in bu savaşını anlatmak, hatta hatırlamak, biz Türkler için ağulu aş yemekten ötedir. Her ne kadar Türkiye hudutlan içinde yaşayanlar Timur'u haksız görse de, üzerine kuvvetlice çullanamaz, "kaderin cilvesi" demeye çalışır. Ne yazık ki, bu cilvenin zararı Türk'e, başka dünya Türklüğü'ne ve hatta İslâm âlemine yani bütün Müslümanlara dokunmuştur. Böyle göründüğü için de başlangıcı itibariyle, Timur'u haksız göstermeyecek sebepler arayanlar bile, neticeden hâsıl olan acıyla Timur'a buğz ederler. Çünkü Timur'un Anadolu'da zuhuru olmasaydı İstanbul’un fethi an meselesiydi, belki ay, belki yıl meselesiydi. Elli sene ileri gitti. Anadolu'da Türk birliği sağlanmış sayılırdı. Dünyanın bir numaralı devleti haline gelen Osmanlı, bütün dünyanın huzurlu kucağı olmaya başlamıştı. Bu öyle bir savaş oldu ki, devletle beraber, devletin müstakbel idarecileri de enkaz altında kaldı. Kaybeden tarafın hâli böyle, şiddetli bir deprem geçirmiş gibidir; ya kazanan taraf? Timur başka savaşlar da görmüştü. Çok savaş kazanmıştı. Sonra öldü. Ve ölümünden sonra devletinin yerinde yeller esmeye başladı.
Bu savaş niçin çıkmıştı? Uzunçarşılı Tarihi'nde sebeplerden biri olarak anlatılan mesele şu: Erzincan Emiri, Bâyezid'in yerine Timur'u koyar, ona itaatini arz eder. Bâyezid buna kızar, yıllık vergisini ister. Emir Mutahharten Timur'a şikâyet eder. Timur Bâyezid'e mektup gönderir, tehdit, nasihat iç içedir... Yıldırım Bâyezid alınır, cevap yazar: "Seninle ne zamandan beri muharebe etmek isterdim, şimdi bunu fiile çıkarmaya azmettim; sen gelmezsen ben gelirim."
Bu dünya iki kişiye küçük dedikleri, birbirini çeşitli şekillerde tahkir ettikleri de savaşın sebeplerinden olarak anlatılır: Bir de başka husus var; bu ne kadar dikkat çekti bilemiyorum. Anadolu'da küçücük bir beylik kocaman devlet olurken, Timur Türklerin anayurdu olan Semerkant'ta doğmuş, birçok mücaledeyi kazanarak iktidara gelmiş, devletini dünyanın en büyüğü yapmış amma, kendisine büyük sıfat çok görülmüş. Buna sebep kendisi değildi. Babası, sonra onun babası, onun da babası... Velhasıl Timur'un elinde olmayan bir sebepti. Timur'a Hakan, pâdişâh vs. isimlerini kullandırmayan. Timur Açinaoğullan'ndan gelmiyordu. Türkler'de Hakan olabilmek için savaşlarda teşkilatçılıkta üstün olmak kâfi değildi; mutlaka Açinaoğullan'ndan gelmiş olmak lazımdı. Bu da tabiiki Timur Lenk'in elinde olmayan bir şeydi. Acaba, bunca ordular yenip, ülkeler fethetmesini bir de Yıldırım Bâyezid gibi dünya sultanım yenerek taçlandırsa içindeki ezikliği atabilir miydi? "Emir Timur" olmaktan hiç olmazsa kendi dünyasında kurtulur muydu?
Timur bir oymak beyinin oğlu olarak 1336 yılında Semerkand'ta doğmuş, 1361'de babasının ve amcasının ölmeleriyle, dokuz kardeşiyle beraber ortada kalmış. Olağanüstü mücadelelerin adamı olan Timur 34 yaşında iken Belh'te hükümdarlığını ilân etmiş. Ama Cengiz soyundan gelen bir Han'ı devamlı yanında taşımıştır. (Bu, şimdiki diploma gibi bir işti herhalde) Hayatı böyle devam etmiş Timur'un. Belki de kendisini rencide eden bu halin ortadan kalkması için çareler arıyordu? "Bütün Türkleri birleştirir, sonra da dünyayı tek elime alır, Hakanlığımı zorla kabul ettiririm" diye düşünmüş olabilir.
Timur'un çok dindar olduğu da anlatılır eski kitaplarda. Fakat savaşları hep vahşet doludur. Bağdad'ı teslim aldığında 90 000 insan kellesinden kule yaptırmıştır ki, bunlar müslümandılar. Devamlı boyun eğdirmeye çalışmış, eğilmeyen boyunların kimliğine bakmadan vurulmasını emretmiş; ilim adamları ile sanatkârlar hariç çocuk, yaşlı, kadın, erkek ayırımı yapmadan yüz binlerce insanın kanına girmiş...
Yukarıda mezâlimiyle anlatılan Timur, elimizde bulunan tarih kitaplarının tanıttığı bir insan. Timur'un nasıl bir insan olduğunu bir de kendi dilinden dinlemeye kalkarsak, önümüze bir ahlâk âbidesi dikilecek. İşte Timur'dan birkaç resim:
"Adalet ve insafta, Tanrı'nın yarattığı kullarını kendimden razı ettim. Suçluya da suçsuza da merhamet edip, hakka riâyet ederek hüküm çıkardım. Hayır ve ihsanda bulunarak insanların gönlünde yer ettim."
"Devlet, eğer manevî temeller üzerine kurulmaz ise, töre ve tüzüklere bağlanmaz ise; bu gibi devletin kudreti ve düzeni yok olur..."
"Saltanatımın kanun ve kaidelerini İslâm dini ve insanların en hayırlısı Hz. Muhammed Aleyhisselâm'm emirlerine bağlayıp, sevgi ve hürmetin vacip olduğu peygamberimizin evlat ve sahabelerine muhabbet ederek onları destekledim. Saltanatımın her kademesini kanunî temellerle korudum ki devlet işlerini dağıtıp bozarak yok etmeye hiç kimsenin gücü yetmesin."
Kendini böyle tanıtan Timur'la, diğerlerinin tanıttığı Timur biribirine benzemeyen iki insan gibi.
 
Emir Timur'la Sultan Bâyezid'in Kavgalarının Başlangıcı;

Timur Hindistan'da bulunuyor. Hindistan'dan sonra Çin'e saldırması lâzım. Yıldırım ise Divriği, Malatya, Erzurum Diyarbakır, Erzincan yani bütün Anadolu'nun İmparatorluğa kazanılmasıyla meşgul. Timur Yıldırım'm hiç hesâb etmediği bir zamanda Sivas'a girer. Feci bir yağma ile Sivas'ı talan eder. Erzincan'a Yıldırım'ın girmesiyle Uygur Türkü olan Erzincan Emiri Mutahharten Bey Timur'dan yardım ister. Eskiden bağımsız birer Bey iken Yıldırım'a bağlı olan Aydınoğlu, Saruhanoğlu, Germiyanoğlu ve Menteşeoğlu gibi insanlar da eski beyliklerine kavuşmak için Timur'dan yardım isterler. Timur tarafından yurtlarından kovulan Cezayir Sultanı Ahmed ve Karakoyunlu Kara Yusuf ise, Yıldırım'a sığınmışlardır. Timur onların iadesini ister ve Timur, pâdişâhın bir oğlunun da rehin olarak gönderilmesini istemekten çekinmez.
Timur'un bu istediğini şu şekilde ifade ettiğini görüyoruz:
"Bâyezid'e söyleyiniz ki, aleyhindeki bütün iğbirarıma (kırgınlığıma) rağmen -Emir Mutahhareten'in hâlâ esir tutuğu tebaasını bırakır ve kendi evlâdım gibi bakacağım bir oğlunu bana gönderirse, ben onu affetmeye razı olurum. Bu şartlarla Asya'yı Sağra Padişahlığı bila-i ihtilaf kendisine kalır ve bu memleketlerin halkı benim hiddetimden hiçbir zarar görmezler."
Timur'un talepleri çok ağırdı. Yıldırım Bâyezid yaratılışı itibariyle bunu kaldıracak durumda değil. Bir de işin öncesi var. Bâyezid devamlı yüksekten atmıştı. Aralarındaki yazışmalarda kendi adını iri ve yaldızlı harflerle yazdığı halde Timur'un adını küçük ve siyah harflerle yazarak onu küçültmüştü. Şimdi geri adım atması mümkün değil
Vezir-i Âzam Çandarlızâde Ali Paşa siyaset adamıdır. Timur'un gücünü bilmektedir Ali Paşa. Biraz ihtiyat tavsiye eder Pâdişah'a ve şu cevabı alır: "Şerefimiz ve karşı koyacak kuvvetimiz vardır; tâbi olmayız ve istiklâlsiz yaşayamayız."
İki taraf da yaylarını gerip oklarını atmıştı. Bunların geri çevrilme ihtimali yok. Ancak korunma, gelen oku tesirsiz kılma çâreleri düşünülebilir. Timur'un çok tehlikeli bir düşman olduğu hiç kimsenin meçhulü değil. Mesele, Timur'a karşı nasıl savaşılacağı!
Osmanlı Harb Meclisi toplanır. Veziri Âzam Çandarlızâde Ali Paşa Çete Muharebesini teklif eder. Düşman askerinin kalabalık oluşunun meydan muharebesinde aleyhe netice vereceğini ileri sürer. Vezir Hoca Finiz Paşa'nın, düşmanın bir an evvel imhasının şart olduğunu söylemesi Sultan'a uygun görünür.
İki ordu Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşı karşıya gelir. Timur'un ordusu daha güçlü görünmektedir. Bir de Osmanlı ordusunda her an Timur tarafına geçebilecek Tatar askerler var ve Timur onlarla gerekli anlaşmayı yapmıştır. Orduların miktarı tam olarak bilinemiyorsa da Yıldırım’ın bir miktar Sırp askeriyle beraber 100 000 civarında bir gücü, Timur'un ise en az iki-üç misli olduğu tahmin ediliyor. Timur'un zırhlı 32 fili vardı ki, ordunun en önünde bulunuyordu. Aydınoğlu, Karamanoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Saruhanoğlu, Çandaroğlu Timur'un ordusunda Yıldırım'a karşıydılar.
Ne müthiş bir sahne! Dünyanın en büyük iki devleti, en büyük iki kumandanın emrinde birbirini kırma yarışına hazırlar. Gayri Müslimlerle yapılan savaşta "Dîni devlet" için, millet için düşünülen mefhumlar acaba bu savaşta nasıl olacaktı. İki tarafta aynı şeye inanıyor. Aynı milletin evlatları; sadece Anadolu ordusunda, Bâyezid'in kayınbiraderi Sırplının bir miktar askeri bulunuyordu. Yıldırım'ın oğullan Şehzade Süleyman Çelebi, Şehzade Mustafa, Musa Çelebi, İsa Çelebi ve Mehmet Çelebi görev başındalar. Kasım Çelebi ise çocuk yaştadır.
28 Temmuz Cuma günü sabahı savaş başlar. İlk hücumda Bâyezid'in askerleri başarılıdır. İkincide ise içten vurulur ordu. Solakzâde Tarihi bu anı şöyle anlatır: "Güya o gün kıyamet günlerinden bir gün oldu. Öyle ki, ata oğula, oğul ataya bakmaz oldu. Gerçek hâl ise Hüdâvendigâr tarafında olan ve şüphe edilmeyen feth ve nusrete, Timur'un askerinden sadır alan cidalin sürekli hezimete sebep ve infiale vesile olması sadedinde iken, düşman tarafına geçmeleri mahûd olan hıyanet sahiplerinin, yani Tatar askerlerinin kötü ahdleri ile Yıldırım Bâyezid Han'ın itaatinden ayrılarak kaçmaları sonucu ve hemen sonra da Fevr ile velinimetlerinin askerlerine balta ve kılıç sallamaları, savaşın çehresini değiştirmişti." (Hüdâvendigâr Murat Han'a denirdi. Burada Bâyezid)
Anadolu Beylerine tabî timarlı sipahiler de Kara Tatarlardan sonra saf değiştirince, savaşın neticesi belli olmuştu. Paşalar, Bâyezid'e geri çekilmeyi tavsiye ederler, kabul olunmaz. Yıldırım gururunu çiğneyemez. "Vezir-i Âzam Ali Paşa, Murat Paşa, Yeniçeri Ağası Hasan Paşa ve Karesi Subaşısı İnebey Büyük Şehzade Süleyman Çelebi'yi kaçırırlar. İhtiyat kumandanı olan Çelebi Mehmet de bin kadar adamıyla Amasya'ya doğru kaçar. Sırplar da kaçmıştılar.
Yıldırım Bâyezid'in bu savaştaki son anları Hazreti Ali'nin cenkleri gibi anlatılır. Yanında Kara Timurtaş, Hoca Firuz ve diğer bazı Beyler kalmıştır. Askeri ise ancak iki üç bin kadar. Elinde "dişli topuz var Sultan'ın, vurduğunu yere seriyor." Bazen de "kan saçıcı kılıcıyla tatar askerlerini yere seriyordu." Timur'un bulunduğu yere ulaşmaya çalışıyordu ki, Germiyanoğlu Timur'un yanındaydı ve gördü. Timur'u uyardı. Sonra kement ile yakaladılar. 'Bir başka rivayete göre de, "vuruşa vuruşa bir tepeye çekilir. Gece bastırır. Kaçmak üzeredir fakat atı düşer. Bir başka ata binmesine fırsat tanımazlar. Yakalayıp, Timur'un yanma getirirler". Timur'la karşılaşmaları hazindir. Timur teselli ederken bile hatanın onda olduğunu söyler.
Yıldırım Bâyezid'le beraber Şehzade Mustafa ile Şehzade Musa da esir düşmüştüler. Kara Timurtaş Paşazade Ali Bey, Minnet Bey, Mustafa Bey, bunlar sancak beyleridirler ve hepsi esirdir. Kara Timurtaş Paşa'nın Yahşi Bey adlı oğlu muharebede ölmüştür.
Yıldırım Bâyezid'in esirliği çok farklı şekillerde tasvir edilir. Timur'un olağanüstü iyi davrandığını, tekrar devletinin başına iade edileceğini söylediğini yazanlar olduğu gibi, tam aksini yazanlar da var. Bu savaş öncesi ve savaşın devamında bazı tedbirleri ihmal etmesini kendi dehâsına yakıştıramayanlar var. Bir de, kabul etmekten başka bir yolu bulunmayan gerçek var ortada. Bu bir tarih olmuş vakadır. O, savaşın birkaç saat öncesine kadar, dünyanın tanıdığı en muazzam bir padişah iken esir düşmüş merhamete muhtaç vaziyette kalmış. Herhalde, bütün yanlışlara rağmen Timur ona insanca davranmıştır.
Timur'un güzel sözleriyle, nasihatleriyle süslenen "Timur'un Devlet Yönetim Stratejisi" adlı kitaba göre: "Askerlerimizden kaçan Rûm diyarının askerlerini takip edenler arasında olan Sultan Mahmud Han, Yıldırım Bâyezid'e yetişerek, onu esir aldıktan sonra Emir Timur'un huzuruna yolladı. Timur'un askerleri vakit geçirmeden diyar-ı Rûm'un hükümdarının kollarını bağlayarak, öğle vakti Timur'un yanına getirdiler. Timur Padişahlara yakışır bir davramş göstererek, himayesindeki Sultan'a iltifat edip, onun kollarını çözdü. Saygı göstererek çadırına buyurmasını söyledi, daha sonra da hürmetini sürdüren Timur, Sultan'a yer gösterip oturmasını sağladı. İyilik söyleyen, eşsiz şeyleri beyân eden, kıymetli sözleriyle Sultan'a dedi ki: "Nerede olursa olsun, bütün dünya işleri Allah'ın kudret ve iradesine bağlıdır, hiç kimsenin bunu anlamaya güç ve arzusu yetmez. İnsaf ederek doğrusunu söylemek gerekirse; sen kendinden başkasını görmedin. Uzun zamandan beri zararlı ve faydalıyı bilemedin. Beni, kendine karşı düşmanlık ve kin güderek geliyor diye düşündün. Başka diyarlarda oturan düşmanlara, kâfirlere gaza kılmak düşüncesindeydim. Müslümanlık ve iyi düşüncenin varacağı sonucun gereği; seninle anlaşmaya ve barışa geldim, düşündüm ki fikirlerime kulak verirsin..."
Aynı kitaba inanılacak olursa, Bâyezid yavaş bir sesle: "Hakikaten hata ettim, sizin sözlerinize kulak asmadım, bunun için verilecek cezayı çekeceğim. Eğer siz Padişahlara yakışır bir şekilde bağışlayıp suçumu affedersiniz, kendim ve oğullarım hayat boyu ayağımızı, öğütlerinizden başka yola koymayacağız" demiş.
Bu konuşmadan sonra Timur Bâyezid'e elbise giydirip, iltifatlarda bulunmuş. Kaybolan oğullarından Musa ile Mustafa'nın bulunmasını rica eden Bâyezid'in bu arzusu da yerine getirilmeye çalışılmış, Musa Çelebi bulunup getirilmiş. Adı bilinmeyen Özbek yazarın anlattıkları bizim tarihlerimize pek uymuyor. Yine aynı kitapta Timur'un sözleri aktarılırken şunları dediğine rastlanıyor. "Bir memleket yöneticisiz kalırsa; helâl kazanç kaybolur. Ortalıkta fuhuş yüz gösterir. Halk bahtsızlık ve üzüntü ile karşılaşır düşman ve hainlerin yardımıyla aşağılık kişiler ülkeyi ele geçirir" "Başsız memleket cansız bedene benzer. Cansız bedenin durumu yıkılmak üzere olan bina gibidir."
Timur Anadolu'yu Yıldırım Bâyezid'le beraber dolaşırken, Osmanlı'ya, yani Yıldırım’a ait yerlerin fethini gerçekleştiriyordu. Buna Yıldırım'ın dayanması da düşünülemezdi. Acaba Timur zevk alıyor muydu?
Uluborlu ve Eğridir Osmanlı garnizonlarının düşmesini de gören Bâyezid hastalanır. En meşhur tabipler uğraşırlarsa da yaşamasını temin edemezler. 13 sene padişahlık, 7 ay esirlikten sonra 43 yaşında ebedî âleme göçer.
Musa Çelebi babasının cenazesini Bursa'ya getirmiş, gözyaşlarıyla namazı kılındıktan sonra merasimle defnedilmiştir.
Türbesi ancak üç sene sonra oğlu I. Süleyman tarafından yaptırılmıştır.
Yıldırım Bâyezid'in bıraktığı devletin yüzölçümü 942 000 km karedir. 500 000 kmkare devralmıştı.
Ankara Savaşı'nın devlete açtığı yara çeyrek yüzyılda kapanmış olsa da, Anadolu Türkü'nün kalp yarası kapanmak bilmiyor. Ne zaman bu savaş mevzu olsa insanlarımızın çoğunun gönlünde Timur'a duyduğu kin filizlenir. Acaba bu hususta Timur kendisini hangi mevkide görüyordu. Zaferiyle öğünüyor yahut bir Türk Devleti'ni dağıtması yüzünden üzülüyor muydu? Bunu anlamaya çalışmamıza yardımcı olacak bir mektup var, onu okuyalım:
Bu mektubu, Ankara'dan Bursa'ya geçen Timur bir elçiyle Süleyman Çelebi'ye göndermiştir:

"Babanız Yıldırım'ın bu kadar ani ve anlaşılmaz felaketine acıyorum, fakat Allah'ın, gururunun tutsağı olup, kendi bildiğinden başka hiç kimseyi dinlemeyen ve benliklerinin emrettiği her şeyin doğru olduğuna kani olanları küçük düşürdüğünü bilmeliyiz. Hâlbuki ben, kaderin bana beklediğinden fazlasını vermesiyle övünebilirim ve ulaştığım bolluğa hiç kimse ulaşamaz. Fakat rakibimin sonucu bana pek çok dokundu ve kaderim beni affetmeden ben onu sınırlandırmak istiyorum, yani Bâyezid'in düşmanı olduğumu unutmak istiyorum ve egemenliğimi kabul ettikleri takdirde, onun oğullarına babalık etmeye hazırım. Bugüne kadar zapt ettiğim ülkeler bana kâfi geliyor ve bundan böyle kaderin cilvelerine hiçbir zaman kanmayacağım."

Son olarak şunu söyleyelim: Sadece Timur'u kötülemiş olmak için uydurulan, Bâyezid'in hanımına şakilik yaptırılması, bir kaçma teşebbüsünden dolayı demir kafes içinde gezdirilmesi yalandır. Hammer bile böyle bir şeye inanmamakta, Timur'un Bâyezid'e basarak ata bindiği gibi uydurmaları reddetmektedir.
Şartlar iki Türk hükümdarını karşılaştırdı; biri mağlup düştü. Galip hükümdar bir süre sonra çekip gitti; hepsi bu....
Savaşın iki tarafa getirdiği asker kaybı, Dimitri Kantemir'e göre 340 bin, fakat, inanılması mümkün değil.
 
You must be registered for see images

YILDIRIM BEZAYİT

Osmanlı Sultanlarının dördüncüsü Bayezid Han 1360 yılında doğdu.

Annesi Gülçiçek Hanım’dır. Çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim alan Bayezid Han, şehzadelik dönemini Kütahya’da geçirmiştir. Babası ile birlikte Kosova savaşına katılmış,onun şehit düşmesi ile idareyi eline almıştır.

Sultan Bayezid, hükümdarlığının ilk yıllarını (1389–1392) Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Menteşeoğulları ve Hamidoğulları beyliklerini kontrol altına almak için mücadele ederek ve buraların yönetimine kendi sarayında yetişmiş kullarını atayarak geçirdi. Ardından kendisi Anadolu ile ilgilenirken ihmal edilmiş bulunan Balkanlara yöneldi. Kendi aralarında mücadele halinde olan Balkanlardaki yerel devletleri tekrar kontrol altına almak güç olmadı.

Bu dönemde girişilen mücadele 1396’da Niğbolu’da Avrupa’nın en güçlü şövalyelerinden müteşekkil Haçlı Ordusunun yenilmesi ile son bulmuştur. NiğboluZaferi Osmanlıların Balkanlardaki hâkimiyetini pekiştirmekle kalmamış aynı zamanda, Sultan Bayezid’in İslam topraklarındaki itibarını da artırmıştır. Bu zaferden sonra Müslüman coğrafyada ‘Sultan’ olarak anılmaya başlanmıştır. Bu tarihten sonra İran, Irak gibi karışıklık içinde bulunan coğrafyalardan Anadolu topraklarına, Sultan Bayezid’in idaresine girmek üzere önemli ölçüde göçler başlamıştır.

1399’da Anadolu’ya dönen Bayezid, Karaman ve Kadı Burhaneddin topraklarını ilhak ederek Toroslar’dan Tuna’ya kadar uzanan merkezi bir imparatorluk kurmuştur.

Bu arada Orta Asya ve İran’a uzanan güçlü bir imparatorluk kurmuş bulunan Timur(1335-1405); Anadolu topraklarına girmeden önce Çağatay, Harzemşah ve İlhanlı gibi hanedanların son varislerini de ortadan kaldırmış bulunmaktaydı. Bu nedenle kendisi bu hanedanların doğal varisi olarak görmekteydi.

1400 yılına gelindiğinde ise Anadolu topraklarına yönelerek Kadı Burhaneddin Devleti’nin başkenti olan Sivas’ı ele geçirdi. Bunu gören Türkmen Beyleri derhal Timur’un tarafına geçerek onun yanında yer aldılar.

Sultan Bayezid ve Timur’un karşılaşması kaçınılmazdı. Türk dünyasının lideri olma iddiasındaki bu iki büyük hükümdar her ne kadar birbirlerinden farklı hedeflere sahip olsalar da birbirleri ile mücadele etmeye mecbur kalmışlardı.

İşte bu halde iken iki tarafın ordusu 27 Ağustos 1402’de Ankara yakınlarında Çubuk Ovası’nda karşılaştılar. Coğrafya itibarıyla daha avantajlı bir konumda savaşa giren Timur’un ordusu daha kalabalıktı. Savaşın başında üstünlük sağlamasına rağmen, bazı Türkmen yedek kuvvetlerinin ve Sırp vasal kuvvetlerinin Timur’un tarafına geçmesi sonucunda Bayezid savaşı kaybetti. Osmanlı Ordusu yenildi ve Bayezid esir düştü. İki oğlu, Şehzade Musa ve Mustafa ile birlikte Akşehir’e sürgüne gönderilen Sultan 9 Mart 1403 tarihinde vefat etmiştir.

Sultan Bayezid tahta geçerken; Türkmen beylerinin desteklediği şehzade Yakup’a karşı devşirme unsurların desteğini alarak tahta çıkmıştır. Onun idaresi zamanında devşirme sistemi tekrar canlandırılmış ve Hıristiyan gençleri sadece bir asker olarak değil aynı zamanda bir Osmanlı ve idareci olarak da yetiştirilmeye başlanmıştır. Bunun yanında Sırbistan Kralı’nın kızı ile evlenmesi, Avrupalı prensliklerle nispeten iyi ilişkiler kurması, onun devşirme unsurların etkisinde kalmakla itham edilmesine sebep olmuştur.

Sultan Bayezid’in en büyük emeli şüphesiz İstanbul’u fethetmekti. Bunun için Boğaza Anadolu Hisarını yaptırmıştır. Üç defa İstanbul’u kuşatmasına rağmen hem Batıdan hem Doğudan gelen tehditler, diğer taraftan İstanbul kalelerini aşacak teknik yetersizlikler ve yabancı danışmanlarının etkisi, onu bu emeline kavuşmaktan mahrum bırakmıştır.

Merkezi hazinenin genişletilmesi, teşkilatlanma alanlarında önemli bürokratik yenilikler bu devire ait gelişmelerdir. Tahrir sistemine ait en eski kayıtlar bu döneme aittir. Ulemanın tasarrufundaki pek çok vakıf malı bu dönemde devlet erkine devredilmiş, idarede kul sistemi geniş ölçüde uygulanmaya başlamıştır. Hatta eski kayıtlarda, Bayezid’in, görevlerini suistimal eden kadıları çok şiddetli bir biçimde cezalandırdığına dair kayıtlar da bulunmaktadır.

Diğer taraftan Sultan Bayezid, oldukça iyi bir idareci ve askerdir. Batıda ve Doğuda etrafını kuşatan düşmanlarına karşı aldığı kararlarda ve manevralarda son derece hızlı hareket etmesinden dolayı kendisine ‘Yıldırım’ lakabı verilmiştir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt