Tarih

  • Konbuyu başlatan Talebe
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 0
  • Görüntüleme 1K
  • Etiketler
    tarih
  • Cevaplar: 0 Görüntüleme: 1K

Talebe

Yönetici
Katılım
14 Şub 2021
Konular
559
Mesajlar
4,059
Tepkime puanı
10,674
Puanları
113
Meslek - Branş
Öğretmen - Tarih
Talebe Hakkında ek bir bilgi sağlanmamış.
TARİH


Geçmişte cereyan etmiş hadiseleri za­man ve yer göstererek anlatan bilim dah.
"Tarih" kelimesi Ibrânice'de "ay" mânâsına gelen "yarex" kelimesinden gel­mektedir. Hadiselerin seyrinden, hatta madde ve eşyanın geçmişinden bahseden her yazı tarihtir. Buna göre tarih: "Sosyal bünyenin organı olmak itibariyle insanlığın davranış ve fikirlerinin gelişmesini takip eden bilgidir." Tarih ilmi evvelâ cereyan et­miş hadiseleri tetkik konusu yapar; ailele­rin, kabilelerin, devletlerin ortaya koyduğu faaliyetleri, bunların zaman ve mekan çer­çevesinde kaydettiği gelişmeleri, bu gelişmeleri etkileyen çeşitli âmilleri inceler. Fe­tihler, istilâlar, kuraklık, kıtlık, zelzele ve benzeri akınlar, dinî hissiyat gibi ruhî ve manevî âmillerin doğurduğu yenilikler hep laıihin ilgi alanına girer.
Yazılış tarzına göre tarih, rivayetçi, öğ­retici, neden-nasılcı ve içtimaî gibi kısım­lara ayrılır. Rivayetçi tarih, olayları felsefî bakımdan sistemleştirmeye uğraşmaksızın doğrudan doğruya rivayetleri toplar. Öğre­tici veya felsefî tarih, olayları öğrenerek ya­rarlı bir sonuç çıkarmayı gaye edinir. Ne­den-nasılcı tarih, tarihî hadiselere karşı dai­ma "neden nasıl" sorularını sorarak araştı­rır, içtimaî tarih, tarihî olayların arkasında gizlenmiş tarihî ve sosyal kanunları ortaya çıkarmaya çalışır.
Kaynaklan itibariyle de, "Birinci el, ikinci el, üçüncü elden" yazılmış tarihler­den söz edilir. Birinci el, bilgileri henüz ta­rih kitaplanna geçmeyen ilk kaynaklardan alır. İkinci el, esas kaynaklara daha az ine­rek birinci el eserlerinden yararlanılarak ya­zılan tarih kitaplarıdır. Bu ikinci tür kitapla­ra dayanarak yazılanlara da üçüncü elden yazılmış tarih kitaplan denilmektedir.
Elde mevcut tarih kaynaklannda yazılı vesikalara dayalı olarak hakkında bilgi yer almayan devirlere "tarihten önceki devir­ler" denir. Bu dönemin tarihi antropoloji ile sıkı sıkıya alâkalı olup insanların kullan­dıkları taş, demir, tunç ve benzeri eşyanın ve diğer kalıntıların tetkikine dayanır. Ya­zılı vesikalar M. ö.' binde bulunduğundan insanlığın yazılı belgelere dayalı tarihi de­vir yaklaşık olarak günümüzden 6000 yıl önce basılmış demektir. Aynca bu yazılı ta­rihin umumî tarih plânında 476 Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışına kadar olan kısmına "Eski Çağ", 1453'te istanbul'un fethine kadar geçen kısmına "Orta Çağ",\l%9 Fransa Ihtilâli'ne kadar geçen zamana "Yeni Çağ", Fransa fhtilâli'nden zamanımıza kadar geçen süreye de "Yakın Çağ", denilmiştir.
Ayrıca Emevîler, Abbasîler, Endülüs, Selçuklular, Osmanlılar gibi ayn ayrı dev­letleri hukuk tarihi, kültür tarihi, medeniyet tarihi, tefsir tarihi gibi müstakil olarak bir bilim dalını inceleme konusu yapan hususi tarih dallan vardır. Türk tarihi de İslâm ön­cesi ve sonrası devirler olmak üzere genel­de ikiye ayrılır.
Bilindiği gibi araştırmacılar tarihî hadi­selerin gerisinde yatan maddî ve manevî âmilleri ve bunların neticesi olarak sosyal kanunlara ulaşılmasını öteden beri arzu et­mişlerdir. Bundan da çeşitli tarih felsefeleri ortaya çıkmıştır. Pozitivist, materyalist, idealist, ekspressionist tarih telakkileri bun­lardan baz ilandır.
İnsanlığa kendisinin mazisini Öğretmesi itibariyle tarihin faydası açıktır. Nasıl ki bir insan, hayatının sonlarına doğru tecrübe bi­rikimi itibariyle ayn bir kıymet taşıyorsa, bütün İnsanlığın tecrübelerinin öğrenilmesi de insanlık için böyledir. Bunu da öğreten tarihtir.
Tarih insana mensup olduğu milleti öğ­retir, halihazırdaki hayatı geçmiş hayatın bir tekâmülü olarak anlatır.
Tarih; olaylan zorlamayı, cereyan edişi­nin aksine yönlendirmeyi doğru bulmayan bir ilim dalıdır. Bu münasebetle tarihî olay-lann saptırılması, tarih ilminin kurallarına aykındır. Bir millet gerçeğe uygun bir şe­kilde vesikalara dayandırarak, usulüyle ta­rih tetkiklerini yürütebİlen bilginler yetişti-rebildiği sürece olgunlaşır ve milletler ca­miasında hakettiği yeri alır. Tarih araştırmalannda olgunlaşmak, milletlerin olgun­luğunu ölçmekte esas teşkil etmektedir.
Tarih şuuru "Tarihin akışı içinde belli bir görüş sahibi olmak" demektir. Millî tarih şuuru "Millete ait tarihin basit vak'alar yığı­nından ibaret değil de bugünkü kaderi çizen manalı bir zincirin halkaları halinde anlaşıl­ması" demektir. Bir başka anlamda millî ta­rih şuuru "Bir milletin geçmişte sağladığı basanlardan ya da yenilgilerden çıkardığı ders ve kaidelerle yeni hayatında muasır sentezlerle yeni basanlara erişmesi ve millî meselelerde halalardan korunması" diye de yorumlanabilir.
İslâm'da tarih telâkkisine gelince, İslâm'a göre her şey Allah'ın İradesiyle vü­cuda geliyorsa da Allah Teâlâ her şeyi se­bepler silsilesine bağlamış olup, muayyen bir kanuna göre yapmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de "Allah'ın önceden gelip geçmişlere uyguladığı kanunu budur. Al­lah'ın kanununda değişme bulamazsın" (Fetih, 23) buyurulmaktadır. İslâm'ın bu ta­limi hem tabiat ilimleriyle, hem de tarihle uğraşacak islâm âlimlerinde, "Allah'ın, kai­nata ve hadiselerin cereyanına yerleştirdiği bu sünneti, bu kanunu aramak hususunda" büyük alâka uyandırmıştır. İslâm'da tarih­çilik, önceleri kronolojik bir sıralama için­de, hicrî yıllara göre hadislerin rivayet yo­luyla kaydedilmesi tarzında başlamış, daha sonra fütuhat kitaplarıyla vakanüvistlik tar­zında devam etmiştir. Böylece rivayetçi ta­rih doğmuş ve onun tasnifi cihetine gidil­miştir. Hadis ravilerinin tenkidinde kullanı­lan usûl, tarih ve rivayetlerinde de kullanıl­mıştır.
Bununla beraber tarihçilikte muayyen sistem geliştiren İslâm âlimleri de çıkmış­tır. Bunlardan el-Birûnî (öl. 1050) tarihi meseleleri gün ışığına çıkarmak için arkeo­loji, jeoloji ve iktisadiyata önem vermiş, hurafelerden arındırmaya çalışmıştır. Ona göre, tarihî hadiseleri dinî hisleri fazla ka­rıştırmadan muhakeme usulüyle tespit et­mek mühimdir. -Bilhassa yeryüzünün geç­mişi hakkında bilgi toplayabilmek için arz tabakalarının incelenmesini teklif ederek arkeoloji ve jeoloji ile bağlantı kurmaktan bahsetmesi fevkalâde ilginçtir. Bir raviye göre medeniyet, sanat, içtimaî ve iktisadî kanunlar insanın saadetini temin için gös­termeye mecbur olduğu çabaların ürünü­dür. O, eserlerinde tabiî ve iktisadî amiller kadar kendi ruhiyatından kaynaklanan âmillere de önem verir. Ona göre, beşer ha­yatında ahlâkî kanunların tesiri büyüktür. Akıllı ve olgun insan ebedî kıymetlerden ve maneviyattan haz duyar. Medeniyet, insa­nın kendisini, iradesi zayıf kişilerin tesirine kaptırmayıp, kendi iradesine sahip olma­sıyla ayakta durur. Birûnî'nin bu sahada pek çok eseri varsa da, en meşhurlarından biri "Asâru'l-Bâkıye" sidir.
Tarih felsefesinin müstakil bir konu ola­rak ele alan en ünlü islâm âlimi İbn Haldun (öl. 1406)'dur. Bu konudaki fikirlerini "Ünvânu't-lber" adlı eserinin mukaddime­sinde ele alır. İbn Haldun, tarihi, hikâyeci­lik ve mücerret nakilcilik olarak görmemiş, tarihî olayları sebep-sonuç ilişkisine göre ele almak gerektiğine ve tarih ki lap la rina girmiş olan hurafelerin ayıklanması icab et­tiğine kanaat getirmiştir. Bunu sağlamak için iki ana kural ortaya koymuştun Birinci­si, tarihî kaynaklan tenkit olup, bununla doğru olan haberleri asılsızlarından ayır-detmeyi amaçlamıştır. İkincisi de, târihî olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisini tes­pittir ki, bununla da olayların gerçek sebeplerini ve başka olayları nasıl etkilediğini or­taya çıkarmak istemiştir. Kısaca o bu tarih felsefesi yapmış içtimai tarihin ilk örneği denilmektedir.
îbnMiskeveyh (Ö. 1029),Tacüddines-Subkî (Ö. 1370),el-Makkarî(Ö. 1631) gibi fslam alimlerinin de tarihe dair ortaya koy­duktan hususî görüşleri vardır.
Bizde îbn Haldun'u okuyarak tarihî olayları, içtimaî şartları gözönünde bulun­durarak cesaretle ele alıp tenkidi-tahlili tarzda eser verenlerin başında Cevdet Pasa gelir. Fakat o, İbn Haldun'u okumakla kal­mamış, buna ilaveten bu ilkelerin tarihî olaylara tatbikini başarmıştır. Cevdet Paşa, XIX. yüzyılın ünlü Türk bilginlerinden olup 1825-1895 yılları arasında yaşamıştır. Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârih-i Hulefâ'sı ile 12 ciltlik Tarih-i Cevdet'i tarihe dair meşhur çalışmaları arasındadır. Tarihî konulan iş­lerken hikâyeciliği bir yana bırakarak arala­rındaki sosyo-ekonomik sebepleri araştır­maya ve bir tarih felsefesi ortaya koymaya çalışır. Devletin doğuşu, yükselişi ve çökü­şü hakkında İbn Haldun'unkine yakın gö­rüşleri vardır. Paşa'ya göre amaç, olaylan hikâye olarak nakletmek değil, olayların doğruluk ve yanlışlığını ve gerçek sebeple­rini Öğrenmek suretiyle bunlardan ders al­maktır.
Bundan başka, İbn Haldun, düşünce plânında Osmanlı döneminde Pirizâde Mu-hammed Sahibi Efendi (öl. 1749), Naimâ (öl. 1716), Müneccimbaşı (öl. 1631), Kâlib Çelebi (öl. 1657), Taşköprizâde (öl. 1553), Morali Samipaşazade Abdüllatif Subhİ (öl. 1886), Hayrullah Efendi (öl. 1866), Tunus­lu Hayreddin Paşa (öl. 1890), Namık Ke­mal (öl. 1888) gibi tarihçilerin dikkatim çekmiştir. Cumhuriyet döneminde ise konu
üzerinde Muallim Cevdet, Zeki Velidi To-gan, Hilmi Ziya Ülken, Z. Fahri Fındıkoğlu, Nihat Falay, Ahmet Arslan, Ümit Hassan, Cemal Zeki ve Süleyman Uludağ gibi araş­tırmacılar çalışma yapmışlardır.
Keza Osmanlı döneminde Muhyiddin Kafıyeci, Ahmet Vefik Paşa, Gelenbevizâ-de Ahmet Tevfik Bey, Müşir Süleyman Pa­şa, Köprülüzâde Fuad, Akçuraoğlu Yusuf (20. yüzyılın birinci yansı) gibi kimselerin tarihte usûl ve alâkalı görüş ve çalışmaları vardır.
Tarihin arkeoloji, genel sosyoloji, sosyal psikoloji, hukuk, iktisat, antropoloji gibi ilim dallarıyla münasebeti vardır. Tarih ve coğrafyanın iç içeliğinden bir "tarihî coğ­rafya", felsefe ile münasebetinden de "tarih felsefesi" doğmuştur. Paleografi (eski yazı­lar ilmi), gcncoloji (şecere, ensâb, soysop ilmi), Vesaik ilmi (diplomatik), sphreagis-tique (mühürler ilmi), numismatik (mesk­ukat ilmi), heraldik (armalar ilmi), kronolo­ji (takvim ilmi), etnografya (kavimler ilmi) ve filoloji (diller ve metinler ilmi) tarih için yardımcı ilimlerden sayılır.
Hüseyin ALGÜL • Tarih ve Kuran
Tarih'in konusu ve Kur'an'ın muhatabı insan olduğu için, meselenin insan nokta-i nazarından ele alınması gerekir.
Bireysel olarak insan hayatı, tüm insan­lık hayatının bir mikro-örneğidir. însan ol­sun, insanlık olsun, bir zaman içerisinde ha­yatlarını sürdürürler. Bu zaman denen şey, biri için kısa, diğeri için daha uzuncadır.
Birey olarak insan, tüm insanlık yapısı içinde, bir hücre mesabesindedir. Organik
olarak, bir vücuttaki hücrelerin bireysel ömürleri, oluşturduktan vücuda nazaran nasıl kısa ise, insanlığa göre insanın duru­mu da aynı şekildedir.
Vücuttaki hücrelerin bir kısmı zamanla Ölürken, yerlerine başkaları oluşur; böylece vücut hayatiyetini idâme ettirir. Fakat öyle bir gün geliyor ki, ölen hücrelerin sayısı, doğan veya oluşan hücrelerin sayısından fazla olduğundan, vücut zayıflamaya; ve ölü hücrelerin vücudu tamamen sarmasıyla da, vücut hayatiyetini kaybederek ölüver-mektedir.
îşte insanlık da böyle bir vücut gibidir. İnsanlar, insanlık vücudunun hücrelerini oluştururlar. Bir kısmı ölürken, diğer bir kısmı doğuyor. Öyle bir gün gelecek ki, bu insanlık vücudu da ölecek, yok olacaktır. Mü'minler buna Kıyamet derler.
Tarihin konulan olan insan ve zamanı Allah yarattığından, insanın bu zaman için­deki hayat programını da Allah çizmiştir. İnsanoğlu, -bazılan inanmasa bile- bu prog­ramın dışına çıkamamaktadır; velevki aksi inançta olsun.
Bu programa göre insan, Allah'ın emriy­le doğar, yaşar ve ölür. İnsan, ve dolayısıyle insanlık için, bundan başka bir ihtimâl -me­selâ ebedî olarak yaşamak- sözkonusu de­ğildir.
Tarihin konusunu insan ve zaman ola­rak tesbit ettikten sonra, Kur'an'a bakacak olursak, onun da konusunun aynı olduğunu görürüz.
önce tarihi ele alilim:
Şayet tarih, şimdiye dek anlaşıldığı gibi, bir "geçmiş olaylar kronolojisi" ise, ve bun­dan hiçbir yarar sağlamıyorsak, niçin bu il­mi öğrenmekle yorulalım, onu araştıralım ve hatta üniversitelerde okutalım?
O halde, her şeyden önce, tarihin hüvi­yetini ortaya koymaya çalışmamız lazım­dır: Tarih nedir?
Gerçek manada tarih, insanı ideal olma­ya götüren yoldur. însan bu yolda tekevvün eder, oluşur. Bu oluşum, en yüksek merte­beye (ahseni takvim) varma mücadelesi­dir.
Bu anlamıyla tarih, insan oluşumunun ilmidir. "Bütün insanların hakikati tek bir insan, yani Adem (a.s.)'dır. Milyonlarca fert, insan adında, hakiki bir vücutta topla­nır, îşte insan denen bu yaratık, devamlı oluşum halindedir. Ve bu insan olma, öyle bir gerçektir ki, belli bir zaman biriminde ve belli bir ilmî cereyan içerisinde tarihtir. Başka bîr deyişle, tarih ilmi, insanın kendi kendisini tanımasıdır; geçmiş hadiseler, za­mana bağlı olaylar veya geçmiş zaman de­ğil! Bundan dolayı tarih, gerçeğin oluşumu­nun incelenmesidir ki, insan adına tarihte şekil alıyor. Ve bu insan oluş, geçmişten şimdiye dek devam etmiş olup, şimdiden sona kadar da devam edecektir. İşte bu de­vam etme, tarihî bir devam etmedir ki, bu yol, ideal insanın tahakkukunu intâc eder. İşte tarihin üstünlüğü budur."
Beşeriyet târihinde, yeni devri kültür ve ilim itibariyle eski devirden ayıran mesele­lerden biri de, tarih ilminin eski kavram ve manasıyla, bugünkü insanın ve bugünkü il­min tarihten aldığı anlam ihtilâfıdır. Eski­lerde -ki bugün dahi halkın çoğunluğu, hat­ta okumuş ve aydınlar bile o eski kavramla­ra bağlıdır- tarih, hadiselerin tamamı ve geçmişte yapılan savaş veya antlaşmalar­dır. Tarih, bir hadisenin oluş zamanı da de­mektir. Meselâ doğum tarihi; yani falan gün, ay ve sene ki, onda birisi dünya geldi. Doğum için, elbette bu da bir tarihtir. Bir kisinin hayat tarihi, belli bir zaman içerisinde o kişinin hayatında meydana gelmiş hadise­lerin tamamıdır. Yine bu anlamda tarih, bir milletin başından geçmiş olan hadiselerin, mesela savaşlar, siyasî, iktisadî olaylar; zel­zele, sel ve kıtlık gibi tabiî afetlerin tamamı­dır. Bütün bunlar, tarihin muhtevasını eski manasıyla ifade ederler. Bu manada tarih, geçmiş olayların bir kronolojisi oluyor ki, herkesin kafasını kurcalayan şu soru akla geliyonBunları öğrenmenin faydası nedir? Bugün yaşamakta olan insan için, hâl'de, yani onun zamanında meydana gelen hadi­selerin değeri olduğundan, bu hadiseleri duymak ister. Bütün insanlar gelecekle irti­batlı olduklarından, şimdinin insanı, gele­ceğin insanını tanımayı arzular. Ve gelecek (âti), sonraki zamanda bizi bekleyen bir va­kıadır. Her zaman olduğu gibi zamanı üçe ayıracak olursak; Mazi yok olmuştur. Yani olup bitmiş vğe geride kalmış bir olaylar toplamıdır. Hâl'in ise gerçekliği, yani varlı­ğı vardır. Çünkü bu, içinde yaşadığımız va­kıaların toplamıdır ve dolaylı veya dolaysız olarak bunlarla temas halindeyiz ve üzeri­mizde müessirdirler. Gelecek de öyle bir zamandır ki, bizden sonra yaşayacak nesli­miz veya nesillerimiz mutlaka ona kavuşa­caklardır. Bunun İçindir ki, hâl ve geleceğin bilinmesi zaruridir. Çünkü hâl, içinde yaşa­dığımız, gelecek de, içinde yaşayacağımız bir zamandır. Şurası muhakkaktır ki, hâl'İ tanıyan bir nesil için bu tanım, onun hayat tarzına, onun gelecek yaşamı ve ulaşmayı umut etliği hedefe varmak için gerekli olan bütün ihtiyaçlarına onu kavuşturur. Aynı şekilde, bu tanımla, kendisi veya toplumu için gelecekte tehlike ihtimâli gösteren olayların vereceği zarar ve ziyana karşı kendini korur.
Maziyi tanımaya gelince; yok olmuş, bir daha tekrar etmiyecek olan ve olmayacak olanı tanımanın ne yararı var? Bu, tarih il­mini baştan sona saran öyle bir sorudur ki, bilhassa 18 ve 19. yüzyıl münevverlerinin çoğunu tarih ilmine karşı kötümser bir hale getirdi. Fakat birden bire beşeri ilimlerde büyük bir devrim oldu ki bu devrim, tarihin anlamında yapılan değişikliktedir.
Tarih nokta-ı nazarından, Batı'da olduğu gibi, bizde de iki mânâ ve mefhum vardır ki, mânâ ve mefhum itibariyle birbirlerine hiç benzememektedirler. Bunlardan birine gö­re tarih, geçmişteki bir hal veya olay-dır;haçlı seferleri, Napolyon'un doğumu veya ortaya çıkışı, Avrupa'ya yapılan akın­lar, müslümanlar tarafından İstanbul'un fet­hi veya müslümanların İspanya'da yıkılışı gibi. Fakat tarihin bir başka manası da var­dır ki, o da şudur: Tarih öyle ilmî bir hakikat ve bir vakıadan ibarettir ki, zamanın içinde cereyan etmekte, özel bir akışla seyretmek­te ve değişmez ilmî kanunlarla hareket et­mektedir. Zaman akışı içindeki bu hareket süreci boyunca meydana gelen sapma ve değişikliklerin, değişmez ve müşahhas ilmî kanunlar ve amillerle karşılaşması ve bir bütün halinde olan bu gerçeğin tahlili hep tarihtir.
Tarih nasıl Allah'ın yarattığı değişmez kanunlara göre geçmişte akuysa, gelecekte de, bu değişmez kanunlar muvacehesinde hareket ve değişikliğe uğruyor, işte münev­ver insanın, bu değişmez kanunları, geç­mişten geleceğe olan bu akışı iyi tanıması lazımdır ki, bu ilmî bilgiye dayanarak ken­dine, milletine, toplumuna ve bütün insan­lara -ki isteyerek veya istemeyerek bu akı­şın içindedirler- bir yaşam programı ve ge­lecek için takibedeceği yolu gösterebilsin!
İşte tarihin ikinci manası budur. Bu ikinci manasında tarih, bir kişinin veya bir mem­leketin doğum tarihi, hayatı; bazı kişilerin, şu veya bu tarihte, şu veya bu şehire geliş günleri ve nihayet, İki devlet arasında yapıl­mış olan -çoğu kez gizli- antlaşmalar değil­dir.
Bu ikinci manasında tarih, kaynağı bi­linmeyen bir nehirdir ki, insanın yeryüzün­deki hayatının başlangıcıdır, tşte yatağı za­man olan bu nehir, Allah'ın yarattığı mü­şahhas ve belirli kanunlara dayanarak hâre kadar akıyor. Ve geçmişten şimdiye kadar akan bu nehir, bilinen ve müşahhas bir gele­ceğe devam edecek. Bu durumda insan, fikrî ve felsefî olarak o yatakta akan tarihin değişmez kanunlarına müdahale edip onları gereği gibi tanıyabilse, öylece bu zamanı ve dolayısiyle geleceği bilecektir. Çünkü hâl, tarihin oraya kadar geldiği zamandır, yani hâl'i tarih meydana getirmiştir. Çünkü tari­hin geçmişini bilirsek, onun gelecekte ne tarafa akacağını da tahminen söyleyebiliriz. Meselâ, şark toplumu, batı toplumu ve hatta topyekün insan toplumunun nereye gidecek ve nerelerden geçeceğini de tahmin edebili­riz, Ve ancak bu tahminden sonra tarihin akış yatağına müdahale edebiliriz. Bunu bi len bir tarihçi, yalnız kendini, geçmişini ve halini değil, belki o kanunlara dayanarak kendi geleceği ve beşer toplumunu istediği şekilde yönlendirir. însan hayatıyla akmaya başlamış olan bu nehri güzel tanıyan bir kimse, onu gelecekte istediği tarafa akıtır.
Bir nehrin zorunlu olarak bir yatağı ol­duğu gibi, tarihin de zorunlu olarak bir yata­ğı vardır ki, bu, zamandır. Şu şekilde ki, bu nehrin falan dağdan başlayıp, çeşitli yataklardan; meselâ, kumlu, topraklı, kireçli, taş­lı yataklardan; inişli, çıkışlı, dere ve tepeler­den geçen akışı, anlamsız ve tasadüfî bir ha­reket değildir. Aksine, bir müşahhas kanu­na dayanarak -ki özellikle bu nehirde su, toprak, derinlik, yükseklik, yerin ve suyun terkibi ve bu akışın beraber getirdiği ilave elemanlar o yatağı belirtiyor-, bu hususları bilen bir insan, bu nehrin gelecekte ne tara­fa; bataklığa mı, denize mi, kuma mı gide­cek, bunu tahmin edebilir. Ve bu tahminde bulunabilen insan; toprak, su, nehrin yatağı ve suyun hareket kanunlarına dayanarak, bataklığa akan nehri, çayıra; veya tuzlu de­nize akan nehri bir yeşilliğe, bir tarlaya çe­virebilir, tşte o zaman insan, tarihin zorunlu yalağını -ki onu kendi haline bırakırsa akıp gedecek- kendi ilmiyle değiştirip, onu iste­diği yöne çevirir.
Netice olarak diyebiliriz ki, tarihin ko­nusu, geçmiş olayların bir araya getirilmiş hikâyelerinden ibaret değildir. Onun konu­su insandır; ve gayesi bu insanı Allah'ın rı­zası doğrultusunda yetiştirmektir.

Tarih ne zaman başlar?


Tarih, Cenâb-i Hakk'ın Hz. Adem (a.s.)'ı yaratmasıyla başlar. İslâm inancına göre Hz. Adem (a.s.) hem ilk insan, hem de ilk peygamberdir. Hz. Adem'e verilen din de İslâm dinidir. Dolayısiyle îslâm Tarihi, bu ilk müslümanla başlar; ve ondan sonra ge­len bütün peygamberleri içine alır. Hz. Adem (a.s.)'la başlayan bu şümullü tarih, Kıyamet kopuncaya kadar da devam ede­cektir.
Allah, Hz. Adem'in şahsında insanı ya­rattıktan sonra, onu kendine temsilci (hali­fe) ilan ederek, onun şahsında insanı şeref­lendirdi; bütün yaratıklardan üstün kıldı:
"Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettikten onlar bunu yüklen­mekten çekindiler. İnsana (gelince, o tuttu) bunu sırtına yükledi. Çünkü o çok zu-lümkâr, çok cahildir." (Ahzab, 72).
Hz. Adem'e teklif edilen "emanet" hak­kında çeşitli rivayetler olmasına rağmen, bunlardan en çok kabul edileni, Allah'ın, peygamberleri vasıtasıyla gösterdiği yolda yürümek, O'nun emir ve nehiylerine uy­maktır. Bütün mahlûkât böyle bir mes'uli-yet altına girmek istemediği halde, Hz. Adem'in şahsında bu kutsal vazifeyi kabul­lenen insan, böylece yaratıkların en şerefli­si, (eşrefu'l-mahlûkât) olmuştur.
Hz. Adem'in bu büyük emanet ve mes'uliyeti yüklenmesiyle beraber başla­yan İslâm tarihi, aslında tüm dünya tarihi­dir. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi, Hz. Adem sadece ilk peygamber değil, aynı za­manda ilk müslümandır. Ve ilk insan olma­sı hasebiyle insanlık tarihi onunla başlar. İş te, bütün bilgileri bize veren Kur'anla tarih ilişkisi bu zamanda başlar.
Hz. Adem'le başlayan tarih, onun oğul­ları Habil ve Kabil zamanında iki kutuba ayrılmış ve bu iki kutup günümüze kadar gelmiş, Kıyamete kadar da devam edecek­tir. Bu iki kutup, Allah tarafından Hz. Adem'e verilen emaneti kabul edenlerle, kabul etmeyenlerdir. Başka bir tabirle Al­lah nizamına inananlarla, inanmayanlar, ve nihayet Kur'an'ın deyişiyle Hakk ile Bâtıl kutuplarıdır.
Habil kutbunda olanlar, daima Hakk'ı yani Allah davasını; Kabil kutbunda olanlar da daima tağutlan ve Allah nizamının düş­manlığını savunmuşlardır.
öyle anlar olmuştur ki, Hz. Adem'in şahsında Allah'a kulluk yapacaklarına dair o büyük emaneti, yani mes'uliyeti yüklenen insan, Allah'ı unutmuş; insanlara, putlara
hayvanlara kulluk yapmış, onlara tapınıştır. Fakat Allah da bunları unutmayacağını, on­lara büyük cezalar vereceğini buyuruyor:
"O halde şu gününüzde kavuşmayı unut­tuğunuza mukabil tadın azabı! Doğrusu (şimdi) Biz de sizi unuttuk! Yapmakta (ıs­rar) ettiğiniz (kötülükler) yüzünden tadın o ardı arası kesilmeyen azabı!" (Secde, 14). insanoğlu böyle olduğu içindir ki, Allah onu varlıkların en güzeli, en şereflisi (ahse-ni-takvim) (Tin, 4) yarattığı halde, bilahare onu en aşağılık (esfel-i safilin) (Tin, 5) bir dereceye indirmiştir.

Kur'an Tarih İlişkisi


Yukarıdaki açıklamalarımızdan anlaşı­lıyor ki, İslâmiyet ve insanlık içice, girift bir haldedir. Her ikisi üzerinde mutlak bir ta­sarruf sahibi olan Allah; insanı, sadece kendisine kulluk etmesi için yaratmış ve bu kulluğun nasıl yerine getirileceği hususun­da da İslâm'ı insana hayat nizamı, hayat dü­zeni olarak vermiştir. Bu nizamı açıklamak, tebliğ etmek üzere de tarih boyunca pey­gamberler gönderilmiştir. Bunu bir tabloda gösterecek olursak, aşağıdaki şekil karşımı­za çıkar:
(A) noktasında Hz. Adem'in yaratılma-sıyla insanlık larihi başlamış ve (B) oku isti­kametindeki zaman yatağında akıp gelmiş ve akmasına bir müddet daha devam ede­cektir. İnsanoğlu, dairenin (x) ve (y) yaylan arasında akan tarih yatağından dışarıya çı­kamamakta; ve dini, düşüncesi, ırkı, yapısı, ideolojisi ne olursa olsun, bu selin içinde mecburen akmaktadır. Dolayısiyle inananı, inanmayanı içiçedir. Ancak mecburi olan bu akışın içindeki doğru yolu (ki bu, Al­lah'ın emrettiği yoldur) göstermek için Al-
124.000
lah, (1), (2), (3).....(124.000) noktalarında
peygamberler göndermiştir.
Sayılarının 124 000 olduğu rivayet edi­len bu peygamberler, devamlı olarak insan­ları kulluğa davet edip, tağutlara yani Al­lah'a ve O'nun buyruklarına ters düşen her şeye tapmaktan alıkoymaya çalışmışlar­dır.
Bu yolda her türlü işkence ve zorluklara maruz kalan peygamberler, davalarından vazgeçmemişler; işkencelere uğrama, sü­rülme, zindana atılma pahasına mücadele­lerini sürdürmüşlerdir.
İnsanları Allah'ın istediği gibi yaşat­maktan başka hiçbir gayeleri olmayan pey­gamberlerle, devamlı olarak tağut rejimleri uğraşmış, Allah'ın mesajının insanlara ulaşmasına mani olmuşlardır. Bu târih yata­ğında, tağutlar hiçbir zaman inananları ra­hat bırakmamışlar ve her iki taraf arasında sürekli bir mücadele olmuştur. Tarihi oluş­turan bu mücadele, Hakk'la bâtıl mücadele­si, peygamberler-tağutlar çatışması, Allah nizamını isteyenlerle, şeytan ve tağut niza­mım arzulayanlar arasındaki sonsuz ve kı­yamete dek sürecek olan kavgadır.
İşte günümüze kadar, zaman zaman ya­tağı içinde akmış olan bu iki kutup insanla­rının birbirleriyle olan mücadelesi, tarihi
oluşturmuştur. Böylece süregelen insanlık tarihi, tablodaki (M) noktasına gelmiş, ve önünde çok kısa bir müddet olan (N) zaman dilimi kalmıştır. Yani insanlık ve dolayısiy-le tarih, (N) zaman diliminin bitmesiyle son bulmuş olacak ve inananların tabiriyle, kı­yamete gelinmiş olacaktır.
işte, geriye kalmış olan bu (N) zaman di­limini, Allah'ın arzuladığı şekilde yaşamak için, insanoğlunun geçmişi, yani tarihi çok iyi bilip değerlendirmesi, yorumlaması la­zımdır. Bunun en güzel yorumunu da Kur'an ve onun tatbikçisi, Hz. Muhammed (s.) yapmıştır. Ve insanlar -istemeseler de-bu son zamanı yaşayacaklar ve hesabını ve­receklerdir. İşte Kur'an bu şekilde tarihe müdahale edip ona gerçek yorumunu getiri­yor.
Böyle bir son, yani hesap günü olmazsa, dünya ezilmişlerinin, Kur'an'ın tabiriyle mustad'afların hakkını kim soracaktı?
Böyle bir gün, yani hesap günü, yani herkesin dünyada yaptıklarının hesabını vereceği Kıyamet günü olmasaydı, bu hak­lan yenmiş olan zavallı insanların "ah"ları tarih selinin diplerinde kaybolup gidecek, unutulacaktı. Ama bunları unutmayan, ta­hayyül edilebilecek en küçükhaksızlığın hesabını soracak olan, kendi yolunu bıra­kıp, tağutlann yoluna sapanlara hak ettikle­ri cezayı verecek olan bir Allah var.
O gün gerçek iyi, gerçek kötüden ayrıla­cak, herkesin ne olduğu ortaya çıkacaktır. Münafık kim, sömürgeci kim, müslüman kim, kâfir kim, zalim kim, mazlum kim, herkes bilinecek ve herkes ona göre hakket­tiği ceza ve mükâfatı bulacaktır. Allah şöy­le buyuruyor:
"Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O her şeye kadirdir. Hanginizin daha iyi
iş işlediğini belirtmek için ölümü ve dirimi yaratan O'dur." (Mülk, 2). Bir başka ayette de şöyle buyuruyor:
"Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaş­tıklarını ve yapmadıklarını yaptık dedikle­rini görmez misin? Ancak inanıp yararlı iş işleyenler, Allah'ı çok çok ananlar ve hak­sızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Zulmeden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklar­dır.'1 (Şu'arâ, 225-227).
Böylece tarih, insanoğlunun, Kıya-met'te Yaratıcı'sına sunacağı amel defteri­dir. Tüm insanlığın yaptıkları da, bir Hakk-Bâtıl defterinde toplanıyor ki, insanlığın ta­rihi budur.

Kur'an'ın Tarihe Verdiği Değer


Gayesi, her türlü cahiliye adet ve inancı­na karşı bir inkılâb olan İslâm, Mekke'de doğdu. Bir Kur'an tabiri olan cahiliye, kısa­ca Allah'a zıt olan inanç sistemi ve hayat ni­zamıdır. Yani İslâm öncesi Mekke'sinde, temeli pula tapıcılık olan dini yaşantı.
Ne gariptir ki, tüm bu cahiliye dünyasım îslâmî inkılabla yıkacak olan insan, ümmî, yani okuma yazması olmayan bir insandır. Ve dünyayı sarsacak olan bu inkılabın sahi­bi ümmî insana Allah tarafından gelen ilk vahiy ve de ilk emir, "oku!" emri ve ayetidir. Bu ayet, aynı zamanda kalemin de övgüzü-nü yapıyordu. (Alak, 1-4)
O halde, tarihin ilk belirtilerini bizzat Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz. Çünkü Kur'an, insan hayatının sadece manevî yö­nünü değil, tüm sosyal hayatının temel çiz­gilerini taşıyor ki, bunlar tarihle çok yakın­dan ilgili, belki de bizim anladığımız mana­da, tarihin kendisidir.
Tarihin başlangıcı olan yaratılışı düşün­melerini insana emrediyor Allah... Tarihin ibret kaynağı olduğu, bunu görmek için de seyahat yapılmasını emrediyor Kur'an... Ve tarihin ışığını Kur'an'da buluyoruz:
De ki: "Yeryüzünde dolaşın; Allah'ın yaratmaya nasıl başladığını bir görün." İşte Allah aynı şekilde ahiret yaratmasını da ya­pacaktır. Doğrusu Allah her şeye kadirdir." (Ankebut, 20). Bir başka ayette şöyle buyu-ruluyor:
"Ey Muhammedi De ki: "Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden çoğu putpe­rest olanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın." (Rum, 42). Bu ayette, eskiden beri inananlarla inanmayanlar mücadelesinin devam ettiği, inanmayanların daima çoğun­lukla okluk lan ve fakat daima bu çoğunlu­ğun hüsrana uğratıldığı belirtiliyor. Bir di­ğer ayette de dünyayı ifsad eden yalancıla­rın sonunun ne olduğu hakkında bilgi edin­mek için Allah yine seyahati emrediyor:
"De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da, yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın! "(En'âm, 11).

Kur'an Tarih Ayrılmazlığı


Kur'an'ın muhatabı Hz. Muhammet) (s.a.v.), dolayısiyle müslümanlar ve tüm in­sanlıktır. Beşeriyetin muhatab olduğu bu ilâhî kitab, insanların sadece Allah'a kulluk yapmaları için yaratıldıklarını buyuruyor.
"Ben cinleri de, insanları da (başka bir hikmetle değil) ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyât, 56).
Dikkat edilecek olursa, bu ayet-i keri­mede "illâ" harfiyle hasr vardır. Yani ayet­te söylenenin aksine bir hareket muhaldir. Velevki inanmayanlar buna karşı olsun.
Allah, insanları kesinlikle kendisine kul­luk yapmaları için yarattığından ve insanlar da bu kulluğu yerine getirmekle mükellef olduklarından, İslâm denen bu kulluğun bir programı da lâzımdır ki, o da Kur'an'dır.
Allah, İslâm'ı Kur'an denen ilahî kitapla insanlara bildirmiştir. İslâm, yani Allah'ın istediği kulluğu yerine getirme yolu, Kur'an'la bilinir. Kur'an olmadan, ne tslâm olur ne de müslüman. İslâm olmayınca, onun tarihi, yani beşer tarihi nasıl olsun?
İslâm, sadece ibadetler manzumesi olan bir din değil, tarihin konusu olan insan ha­yatının her yönüyle ilgili bir ilâhî yaşam kaynağıdır. Dolayısiyle İslâm'ı, tahrife uğ­ramış dinlerle, batıl dinlerden herhangi biri­si gibi kabul edemeyiz. Bu dinler sadece in­sanın manevî yönüyle ilgilidirler. İslâm ise insan hayatının tümünü düzenler.
Hz. Muhammed (s.a.v.) hem Peygam­ber, hem devlet reisi ve hem de ordusunun başkomutanıydı... Ve bütün bu vasıfları kendinde toplayan Hz. Peygamber (s.)'e, iz­leyeceği yolu gösteren kaynak Kur'an'dır. Kur'an, onun hem yasama, hem ibadet reh­beridir. Onunla devletini idare eder, onunla dinin temellerini öğretirdi. Mücadelesinin tüm ışığı Kur'an'dı. İşte bu mücadele tarihi­nin kaynağı, aynı zamanda beşerî hayatın kaynağıdır.
Hz. Muhammed (s.)'in şahsındaki Islâmî inkılabın temeli olması bir yana; Kur'an ay­nı zamanda ondan önceki peygamberlerin-tarihlerini (kıssalarını), yani insanlık tarihi­ni kapsamaktadır. Butlun böyle olduğunu görmek için, Kur'an'ı bir defa incelemek ye­ter. Bu incelemede, Kur'an ayetlerinin ço­ğunun, ideal insanı yetiştirmek için anlatı­lan tarihî hadiseler (kıssalar) olduğu kolay­lıkla müşahede edilecektir. Araştırmamız sınırlı olduğu için, misaller vererek konuyu uzatmak istemiyoruz.
İnsanoğlunun hayat çizgisi üzerinde, ölümüne dek verdiği mücadele, imtihan onun tarihidir. Tüm insanlığın tarihi olan bu çizginin doğru yolunu Kur'an gösterdiğin­den, insan yaşamının ve bu yaşamın progra­mı olan tarihinin tek kaynağı Kur'an'dır.
O halde, sonuç olarak diyebiliriz ki, tarih Kur'an'dan aynlamayan, onunla kaim, insa­nı ideale götüren bir ilimdir. Kur'an, insanın yaşam rehberi olduğundan; ideal bir dünya için, devlet reisleri; tarihi, yani Kur'an'ı bi­lecekler ki, eski yönetimlerin iyi ve kötü ta­raflarını dikkate alarak devletlerini Al­lah'ın rızası doğrultusunda yönetebilsinler; bakanları tarihi, yâni Kur'an'ı bilecekler ki, onu yanlış yola gölürmesinler, komutanları tarihi, yani Kur'an'ı bilecekler ki, gereksiz yere savaşmasınlar, ve nihayet vatandaşlar tarihi, yani Kur'an'ı iyi bilecekler ki, Al­lah'tan başkasına kul olmasınlar!
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Tarih Bilimi bởi Talebe,
Tarih Felsefesi bởi Talebe,
Tarihselcilik bởi Talebe,

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt