Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu)

Talebe

Yönetici
Katılım
14 Şub 2021
Konular
547
Mesajlar
4,047
Tepkime puanı
10,674
Puanları
113
Meslek - Branş
Öğretmen - Tarih
Talebe Hakkında ek bir bilgi sağlanmamış.
Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu)

Sultan Abdülmecid Han zamanında, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanarak, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı'nın Gülhane Bahçesinde okunup, ilan edilen ve ıslahat programını bildiren belge.


Avrupa’da 18. yüzyıldan itibaren görülen teknik ilerleme, her geçen gün Osmanlı Devleti'nin aleyhine gelişti. Yeni buluşlar; askerî, sivil, iktisadî bünyeye süratle girerek, Avrupa milletlerini güçlendirdi. Ayrıca Fransız İhtilâliyle yaygınlaşan ve şiddetle benimsenen milliyetçilik hareketleri, bu milletlerin derlenip toparlanarak, bilhassa Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanlıklarını arttırdı. Haçlı zihniyetinin kinleri ve asırlar boyunca süren Müslüman-Türk üstünlüğüne son verme ihtirasları da, bu teknolojik imkân ve güçlerle birleşerek, askerlikte, ticarette, dış ve iç siyasette, Osmanlı Devleti aleyhine komploları, açık ve gizli tecavüz ve mücadeleleri en ileri noktalara doğru tırmandırdı.

Bunun neticesi olarak Osmanlı Devleti içinde yer alan başta Hıristiyan azınlıklar, kavmiyetçilik ve Haçlılık hisleri tahrik edilerek, devamlı surette taşkınlıklara, isyanlara, tahrik ve teşvik edildi. Bu hareketleri, düşman devletlerce maddî ve manevî yardımlarla desteklendi. Öte yandan 17. yüzyıldan sonra yeniçerilerde görülen bozulma, Sultan İkinci Mahmud Han devrinde, siyasî ve ticarî hayata da bulaşarak, devlet içten içe çürütülmeye başlandı. Bu durum, devletin gücünü tedricen azaltarak, dışarıda ve içeride zaafa uğrattı. Yüksek dereceli bazı memurlar arasında yaşanan şahsî çekişme, kin, haset ve garez, zaman zaman, devletin otorite ve gücünü zayıflatmak ve yok etmek pahasına da olsa, sürdürülerek, devletin düşmanlarına yardım edildi.

Böylece, esasen devlete sadık ve temiz halk, yükselme devrinde görülen basiretli ve ilerletici sevk ve idareden mahrum, ilimden uzaklaştırılarak sanayi ve ticarette teknik kolaylıklardan habersiz bırakıldı.

Bu durum, Tanzimat Fermanı’ndan çok önce Osmanlı sultanları tarafından fark edilerek çeşitli ıslahat hareketleri planlandı ve uygulandı. Yeniçeri Ocağının kaldırılması, kılık kıyafetin düzenlenmesi, eğitim müesseselerindeki ıslahatlar, teknolojik gelişmeleri ülkeye sokma gayretleri, bunlardan bazılarıdır. Ancak, bu hareketlerin çoğunda düzeltilmek istenen asıl hususlar, insan unsuru ve müesseselerin işleyişi ve teknolojiye ayak uydurmak şeklinde görülür. Sultan Abdülmecid Han da bu anlayışa sahip, ıslahat hareketlerini devam ettirmek ve devleti Avrupa ile henüz dengede duran gücünden düşürmemek; bir de hakim güç hâline getirmek için, azim ve gayret ile çalışan bir hükümdardı.

Avrupa milletleri ve bilhassa İngilizler; Osmanlı Devleti’nde yapılacak ıslahatın, devletin temellerine nüfuz etmesini, Osmanlı müesseselerinin yıkılarak, Avrupaî bir idare tarzı altında, devletin yapısına ters bir zihniyetin hakim olmasını, azınlıkların istiklâli temin edilerek, parçalanma ve yıkılışa yol açmasını arzu ediyorlardı. Bunu sağlamak için hususî teşkilâtlar kurarak bazı Osmanlı devlet adamlarını elde etmeye, ıslahat gayretlerini kendi planlarına uygun şekle çevirmeye çalıştılar. Mason locaları dahil, çeşitli isim ve şekiller altında yürütülen bu faaliyetler içerisinde, Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nun hazırlandığı günlere gelindi.



Tanzimat-ı Hayriye de denilen bu fermanın hazırlayıcısı Mustafa Reşid Paşadır. Mustafa Reşid Paşa; daha önce Paris ve Londra elçiliklerinde bulunmuş, batı kültürü hayranı, millî meziyetler ve İslâm bilgilerinden önemli ölçüde uzak kalarak yetişmiş bir kişiydi. İstanbul’a dönüşünde İngiltere sefiri Lord Rading’in ısrarlı tavsiyeleri neticesinde sadrazamlığa getirilmişti. Lord Rading’in, Osmanlı Devletini parçalamak için İngiltere’de kurulmuş olan “İskoç Mason Locası”nın önde gelen bir üyesi olduğu, tarihî kayıtlarda mevcuttur.

Tanzimat Fermanı; 3 Kasım 1839 tarihinde, Gülhane Bahçesinde, yabancı devlet sefir ve konsolosları, bütün saray erkânı ve devlet ricali ile büyük halk kalabalığı önünde, bizzat Reşid Paşa tarafından okunup, ilan edildi. Oldukça uzun bir metin olan bu ferman, ihtiva ettiği fikirler itibariyle, beş kısma ayrılabilir:

1. İlk kısımda; Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren, şeriatın kanunlarına uyulduğundan, devletin kuvvetli hâle ve halkın müreffeh bir duruma vasıl oldukları belirtilmektedir.

2. İkinci kısımda; yüz elli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle dine ve kanunlara riayet edilmediğinden, devletin zayıfladığına işaret edilmektedir.

3. Üçüncü kısımda; Allah’ın inayeti ve Peygamberin yardımları ile devletin iyi bir şekilde idaresini sağlamak gayesiyle yeni kanunların konulmasının gerekliliği belirtilmektedir.

4. Dördüncü kısımda; bu yeni kanunların dayanacağı prensipler belirtilmekte olup, bunlar:

a) Müslüman ve Hıristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin temini;

b) Verginin düzenli bir usule göre ayarlanıp toplanması;

c) Askerliğin düzenli bir şekle sokulması.

5. Beşinci kısımda ise, bu kanunların yapılması ve tatbiki için gereken tedbirlerden bahsedilmektedir.

Muhtevası, uygulanışı ve neticeleri itibariyle Osmanlı tarihinde, üzerinde en çok tartışılan konulardan biri olan bu Ferman hakkında yapılan çeşitli değerlendirme ve tenkitler şöyle sıralanabilir:

İlk üç bölüm, Hatt-ı Hümâyûnun dördüncü bölümündeki yeniliklere, Müslüman tebaanın reaksiyonunu azaltmak ve onların itimadını kazanmak için kaleme alınmıştır. Tanzimat Fermanı’nın en önemli kısmı, dördüncü kısmıydı. Ferman’ın ilanından bir müddet sonra, fermanda, gerekli olduğu belirtilen tedbirlerin alınmasına başlandı.

Dördüncü bölümde sayılan prensiplerle, evvelden beri Osmanlı idaresinde, sanki bir kamu düzeni ve kanun bulunmadığı şeklinde bir hava verilmeye çalışılmıştır ve ferman, bu düzensizliği ortadan kaldırıyor iddiası ile ortaya atılmıştır. Halbuki, kanun ve nizam hakimiyeti, devletin kuruluş yıllarından itibaren padişah dahil, herkes tarafından en çok riayet edilen husustur. Osman Bey, en yakın çocukluk arkadaşı, beyliğinin ileri gelen kumandanı, çok sevdiği Samsa Çavuş’un, Leblebici Hisarı’nın gelirinin kendisine verilmesi talebini; “Karındaşım; kanunumuz, harpsiz teslim olan hisarların düzenine, gelirine dokunmayı men eder. Leblebici Hisarı kılıçla alınmadı!” diyerek kanun ve nizam ile devleti, şahsî dostluğundan üstün tuttuğunu göstermiştir. Temeli böyle atılan devlette, kanun ve nizam, hep önde gelmiş, keyfî idare gayesi güdülmemiştir. Ayrıca, bir devlet içinde kanunları ihlâl eden bazı kimselerin bulunması, yeni kanun yapmayı gerektirmez. İhmal edenlerin cezalandırılmasını gerektirir.

Bu fermandan sonra ferdî hakların korunması bakımından önemli olan yeni bir ceza kanunu yapıldı. Memur suçlarına ait yeni bir İdare Kanunu düzenlendi ve rüşvet için ağır cezalar kondu. Tanzimat'ın birinci ve ikinci yıllarında iltizam ve âşar toplama usulleri kaldırıldı. Âşar, muhassıl-ı emvâl denilen maliye memurları vasıtasıyla toplanmaya başlandı. Hıristiyanların verdikleri cizye de, patrikhaneler vasıtasıyla toplandı.

Mustafa Reşid Paşanın mühim bir gayesi de, bu tedbirle ortaya çıkmaktadır. Vergi almak, devletin vazifesidir. Müslümanların vergisini Şeyhülislâmlık makamı toplamadığı, devlete verildiği hâlde, Hıristiyanların vergilerini kiliseler toplamaktadır. Bu, bir nevi muhtariyet işareti vermektir. Nitekim yüzlerce yıl sulh içinde Müslümanlarla beraber yaşayan Ermeniler, bu tarihten sonra teşkilâtlanıp, devlete yüz yıldan ziyade gaile olmuşlardır. Bütün devlet memurları, maaşa bağlandı. Tanzimat'ın bânisi Reşid Paşa, malî saha ile ilgili teferruatlı bir programa sahip olamadığından, beklenilen netice elde edilemedi. Buradan da, Reşid Paşanın asıl hedefinin sosyal bünye olduğu anlaşılmaktadır. Kısa bir süre sonra âşar ve cizyenin toplanmasında eski usule dönüldü. Vergi işleri için defterdarlıklar kuruldu. Vergilerin tespit ve tahsilinde, belediye ve vilayet meclislerine bazı yetkiler verildi. İlk kâğıt para da bu dönemde çıkarıldı. Fakat karşılığı olmadığı için, kısa süre sonra değerden düştü. 1846 Ticaret Kanunu çıkarıldı.

Yüzyıllardır, askerlik nedir bilmeyen Hıristiyanlara askerlik mükellefiyeti yüklenemediğinden, onların askere alınmalarından vazgeçildi. Böylece fermanın getirdiği askerlikte, Hıristiyan-Müslüman eşitliği ilk darbeyi yedi.

Tanzimat Fermanı’nda doğrudan doğruya millî eğitimle ilgili bir kısım görülmez. Mustafa Reşid Paşa, Hatt-ı Hümâyûnu okuduğu gün, birçok kordiplomatik şahıslara ek olarak, bazı Avrupa devletlerinin ileri gelenleri de hazır bulundu. Bunlardan İngiliz Prensinin, diğer sefirlere nazaran, Reşid Paşaya yakınlığı çok fazla idi. Çünkü Paşa, İngiltere’de sefirken, Prensle şahsî dostluk kurmuşlardı. Batı kültürünün hayranı olan Paşa’nın bu yakınlık karşısında, birçok fikrî taahhütleri de olmuştur. Gülhane bahçesinde Paşa, fermanı okurken hazır bulunan İngiliz Prensi, Paşa’yı hararetle tebrik ederek; “Paşam, siz İngiltere’deki sohbetlerimizde planlarınızı bana anlatırdınız. Ben ise Osmanlı cemiyetinde bu değişikliklerin değil yapılması, sözünün bile edileceğine ihtimal vermezdim, ama, sizi kırmamak için de itiraz etmezdim. Fakat görüyorum ki hayallerinizi gerçekleştirdiniz. Beni yanılttınız, sizi tebrik ederim!” demekten kendini alamamıştır. Halbuki Osmanlı cemiyetinin bu şekilde bozulmasını, dejenere edilmesini Reşid Paşaya İngilizler empoze etmişlerdi.

Osmanlı Devleti’ne dostluk elini bugüne kadar uzatmamış İngiltere, iki sene sonra 1841’de, Mısır’daki Mehmed Ali Paşa gailesinde, Osmanlı Devletini, donanması ile desteklemiş, fakat öbür taraftan da Mısır’ı Osmanlılar üzerine kışkırtmıştır. Arkadan Kırım Harbi'nde de bu sahte dostluğunu, Osmanlı Donanmasını Karadeniz’de, Sinop baskınında Ruslara imha ettirerek devam ettirmiştir. Adım adım ilerleyen bu durum, Devletin çökmesine kadar sürmüştür.

Millî eğitim sahasındaki yenilikler, Sultan İkinci Mahmud zamanında başlatılmıştı. Bu dönemde ise Sultan Abdülmecid Hanın emriyle, yeni mekteplerin açılması ve sıbyan mekteplerinin çoğaltılmasına çalışıldı. Millî eğitim işlerinin yürütülmesi ve kontrolünü takip etmek maksadıyla “Meclis-i Dâimî Maârif-i Umûmiye” kuruldu. 1846’da temeli atılan Dârülfünûn’un bitirilişine kadar, burada okutulacak dersler için eserler hazırlamak üzere 1851’de “Encümen-i Dâniş” adı ile ilk Osmanlı İlimler Akademisi kuruldu. Bu meclisin üyeleri olan Fuad Paşa ile Ahmed Cevdet Paşa'nın müştereken hazırladıkları Kavâid-i Osmâniye adlı kitap, bu Encümen tarafından kabul edilen ilk eserdir.

İdarî teşkilâtta da bazı yenilikler yapıldı. Memleketin eyaletlere bölünmesine devam edildi. Eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara ve kazalar da köyleri ihtiva eden nahiyelere ayrıldı. Her eyaletin başında müşir rütbesinde birer vali, sancaklarda birer paşa bulunmakta, kazaların birçoğu ise muhassıllar tarafından idare olunmakta idi. Her valinin yanında, bölge kuvvetlerine komuta edecek bir muhafız ile, malî işlere bakacak bir defterdar verildi. Bazı eyalet ve sancaklarda mahallî meclisler kuruldu. Bu meclislerde Müslüman ve Hıristiyan ahali, nüfusları nispetinde temsil edildi.

Tanzimat, Osmanlı Devletinde Sultan Üçüncü Ahmed’den itibaren başlamış olan ıslahat hareketleri içinde bir merhale teşkil eder. Fakat bu merhale, kendilerinden öncekilere nispetle çok farklı bir özellik taşır. O zamana kadar, daha ziyade askerî sahada ıslahat yapılırken, bu dönemde devletin başına gelen gailelerin sebepleri, Osmanlı cemiyetinin düzeninde görülmüş ve bu düzenin temellerinin ıslahı düşünülmüştür. Bunun için Tanzimat Fermanı bir nevi vatandaş hakları beyannamesi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bu beyanname, bir halk hareketi neticesinde halktan gelmeyip yukarıdan aşağıya, yani idare edenlerden gelmiştir. Bu husus, Tanzimat'ın zayıf taraflarından birini teşkil eder. Bunun içindir ki halk tarafından kolaylıkla benimsenmemiştir. Bu da, alınan tedbirlerin, dış baskılarla emr-i vâki olduğunun en açık delilidir.

Osmanlı Devleti’nde vuku bulan bu liberal hareket, Rusya ve Avusturya tarafından hoş karşılanmadı. İngiltere ve Fransa ise, müspet karşıladılar. Ancak her devlet kendi menfaatleri doğrultusunda siyasî ve iktisadî çıkarları için, Ferman’dan faydalanma yolunu tuttular. Osmanlı devlet otoritesinde bir gedik açılmıştı. Çünkü, insan hak ve hürriyetleri başka, azınlıkların devlet idaresine karıştırılması başkadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri azınlıkların hak ve hürriyetleri zaten vardı. Tanzimat ile onlar da devlet idaresine karıştırıldı. Kolayca dış düşmanların güdümüne girdiler. Böylece Haçlı Avrupa’nın arzusu doğrultusunda, devlet, kademe kademe çökmeye yüz tuttu. Rusya Ortodoks, İngiltere Protestan, Fransa Katolik tebaalar için müdahalede bulunup, Tanzimat'ın yeter derecede gelişmediğini ileri sürerek, akıl hocalığı yapmaya kalktılar. Tanzimat'a, açıktan muhalifliğini ilan eden Avusturya başvekili Metternich, Avrupa usullerinin, Türkiye’yi zayıf düşüreceğini ileri sürerek, Türklerin eski rejime bağlı kalmaları gerektiğini bildirmişti. Başlangıçta Osmanlı hükümetinin kendi isteğiyle başlatmış olduğu bu düzen, yabancı devletlerin artan müdahaleleri yüzünden, onların istek ve ısrarıyla yapılan ve yürütülen bir hareket hâlini aldı.

Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin kendi içinde de bir düşmanlığın meydana gelmesine sebep oldu. Bilhassa, Devlette hep hakim ve asıl unsur olan Müslümanların, gayrimüslimlerle eşit sayılması, Müslüman camiada hoşnutsuzlukla karşılandı.

Fermanın okunmasında hazır bulunan halkın, dağılırken fikrini; “Bundan sonra gâvura gâvur diyemeyeceksiniz!” şeklinde belirtmesi, duyulan tepkinin en meşhur ifadesi olmuştur. Hıristiyan zümrelerden, en çok imtiyaza sahip olan Rumlar, imtiyazlarının azalacağı endişesiyle memnun kalmadılar. Diğer Hıristiyan tebaa da, Tanzimat'ın gelişmesi sırasında, Gülhane Hattı’nın tebaa eşitliğini belirten prensiplerinin, gereği gibi yürütülmediğini ileri sürerek, yeni haklar istemeğe kalktılar. Ayrıca, refah ve huzur içinde olmalarına rağmen, siyasî haklara kavuşmak için yabancı devletlere başvurmaktan çekinmediler. Halbuki Gülhane Hatt-ı Hümâyûnuna göre, şikâyetlerini Bâbıâli’ye yapmaları lâzımdı.
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Tanzimat bởi Tarih Öğretmeni,
Tanzimat Fermanı (Günümüz Türkçesiyle)


Herkesin bildiği gibi, devletimizde kuruluşundan beri Kuran'ın yüce hükümlerine ve şeriat yasalarına tam uyulduğundan, ülkemizin gücü ve bütün tebaasının refah ve mutluluğu en yüksek noktaya çıkmıştı. Ancak, yüz elli yıl var ki, birbirlerini izleyen karışıklıklar ve çeşitli nedenlerle şeriata ve yüce yasalara uyulmadığından evvelki kuvvet ve refah, tam tersine zayıflık ve fakirliğe dönüştü. Oysa, şeriat yasaları ile yönetilmeyen bir ülkenin varlığını sürdürebilmesinin imkansızlığı açık seçik ortadadır.

Tahta geçtiğimiz mutlu günden bu yana bütün çabalarımız, hep ülkenin kalkınması, ahalimiz ve fakirlemizin refahı amacına yönelik oldu. Eğer, yüce devletimize dahil ülkelerin coğrafi konumu, verimli toprakları ve halkının yetenekleri gözönünde tutularak gerekli girişimler yapılırsa, yüce Tanrı'nın yardımı ile, beş-on yılda kalkınabileceğimiz söz götürmez.

Ulu Tanrı'nın yardımına ve Peygamberimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığınarak, yüce devletimizin ve ülkemizin iyi bir biçimde yönetilmesi için bundan böyle bazı yeni yasalar çıkarılması gerekli görüldü.

Söz konusu yasaların başında can güvenliği; ırk, namus ve malın korunması; vergi toplanması; halkın askere alınıp silah altında tutulma süresi gibi hususlar gelmektedir. Şöyle ki; Dünya'da can, ırz ve namustan daha kıymetli birşey yoktur. Bir insan bunları tehlikede görünce, yaradılıştan kötü olmasa bile, canını ve namusunu korumak için olmadık çarelere başvurur. Bunun devlet ve memlekete zarar vereceği açıktır. Buna karşılık, can ve namustan emin olan bir kimse sadakat ve doğruluktan ayrılmaz, işi ve gücü ile devletine ve milletine yararlı olur.

Mal güvenliğinin olmadığı yerde ise kimse devlet ve ulusuna ısınamaz, ülkesinin yükselmesi ile ilgilenmez, hep korku ve üzüntü içinde yaşar. Buna karşılık, malından, mülkünden emin olmadığı zaman hep kendi işi ve işinin genişletilmesi ile uğraşır. Devlet ve millet gayreti, vatan sevgisi kendisinde her gün artar.

Vergi konusuna gelince: Bir devlet, ülkesini korumak için askere ve gerekli öbür masraflara muhtaçtır. Bu, para ile olur. Para, tebaadan toplanacak vergiler ile oluştuğundan bunun en iyi şekilde toplanması gerekir.

Evvelce gelir sanılmış olan "yed'i vahit" belasından ülkemiz hamdolsun, kurtulmuşsa da yıkıcı bir yöntem olup hiçbir zaman yararlı sonuç doğurmamış olan iltizam usülü hala sürüyor. Bu, ülkenin siyasi işlerini ve mali konularını bir adamın keyfine, hatta cebir ve zulmüne teslim etmek demektir. Bu adam iyi bir insan değilse hep kendi çıkarına bakar, bütün davranışlarında kötülüğe, zulme yönelir. Bu nedenle, ülkemiz insanlarının her biri için, malına ve gelirine göre bir verginin saptanması ve kimseden bundan fazla birşey alınmaması gerekir. Yüce devletimizin karada ve denizdeki askeri masrafları ile öbür masrafları yasalarla belirlenip sınırlandırılmalı ve uygulama ona göre yapılmalıdır.

Askerlik de, yukarıda belirtildiği gibi, önemli konulardan biridir. Ülkenin korunması için asker vermek halkın başlıca borcudur. Fakat, bir memleketin mevcut nüfusuna bakılmaksızın, şimdiye kadar yapıldığı gibi, kiminden tahammülünden çok, kiminden az asker alınması hem düzesizliğe; hem tarım, ticaret ve bayındırlık işerinin kötü gitmesine; hem ömür boyu askerlik bıkkınlığa; hem de nüfusun azalmasına yol açar. Bu nedenle, her memlektten alınacak asker miktarı için uygun yöntem konulmalı ve dört veya beş yıl hizmet için sıra ussulü getirilmelidir. Bunlar yapılmadıkça devletin kuvvetlenip gelişmesi, huzur ve asayişin sağlanması mümkün olmaz. Bütün bunların dayanağı yukarıda açıklanan hususlardır.

Bu nedenle, bundan böyle suç işleyenlerin durumları şeriat yasaları gereğince açıkca incelenip bir karara bağlanmadıkça kimse hakkında, açık veya gizli, idam ve zehirleme işlemi uygulanmayacaktır. Hiç kimse, başkasının ırz ve namusuna saldırmayacaktır. Herkes malına, mülküne tam sahip olacak, bunları dilediği gibi kullanacak, bunu yaparken de devlet büyüklerinin müdahalesine uğramayacaktır. Birinin suçluluğunun saptanması halinde mirasçıların o işle ilgileri bulunmayacağından, suçlunun malları elinden alınıp varisleri miras hakkından yoksun bırakılmayacaklardır.

Yüce devletimizin tebaası Müslümanlarla öbür uluslar bu haklardan tam yararlanacaklardır.

Can, ırz, namus ve mal konularında, ülkemizin tüm halkına şeriat yasaları gereğince garanti verilmiştir. Öbür konularda da oybirliği ile karar verilmesi için, Meclisi Ahkam-ı Adliye üyeleri gerektikçe artırılacaktır. Yüce devletimizin bakanları ile ileri gelenleri belirli günlerde orada toplanarak, görüşlerini çekinmeden açıkça söyleyeceklerdir. Can, mal güvenliğine ve vergilerin belirlenmesine ait yasalar böyle hazırlanacaktır.

Askerlikle ilgili konular Bab-ı Seraskeri Dar-ı Şurası'nda görüşülüp karara bağlandıktan sonra sonsuza dek uygulanmaları için tasdik edilmek üzere tarafıma gönderilecektir. Söz konusu yasalar sırf din, devlet, ülke ve ulusu kalkındırmak amacı ile çıkarılacaklarından, bunlara tam uyacağımıza yemin ederiz. Bu konuda, Hırka-i Şerife odasında, tüm din adamları ile bakanların hazır bulunacakları bir sırada yemin edecektir.

Din adamı ve vezirlerden yasalara aykırı hareket edenlerin, kanıtlanacak suçlarına göre, rütbelerine ve hatır ve gönüle bakılmaksızın cezalandırılmaları için özel ceza yasası çıkarılcaktır.

Memurlara yeterli maaş bağlanmış olup, henüz bağlanmış olanlarınkiler de belirlenecektir. Bu yolla da, şeriata aykırı olan ve ülkenin gerilemesinde başrolü oynayan rüşvet belası güçlü bir yasa ile ortadan kaldırılmış olacaktır.

Bütün bu sayılan hususlar eski hükümlerin tümden değiştirilmesi demek olacağından işbu fermanımız İstanbul halkına ve ülkemiz halkına duyurulacaktır. Bundan başka, dost devletlerin de bu yönetimin sonsuza dek uygulanmasına tanık olmaları için fermanımız, İstanbul'daki tüm büyükelçilere resmen bildirilecektir.

Tanrı hepimizi başarılı kılsın; yasalara uymayanlar Tanrı'nın lanetine uğrasın ve ömürleri boyunca rahat yüzü görmesin. Amin
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt