Sultan Üçüncü Ahmet

SULTAN ÜÇÜNCÜ AHMED

(22 Ağustos 1703 – 1730)
Ekteki resimleri görmek için kayıt olmalısınız




Sultan İkinci Mustafa'yı bir ihtilâlle tahtından indirenler, hiç istemedikleri halde, Üçüncü Ahmed'i başlarında buldular. İstemiyorlardı; çünkü Sultan Ahmed Sultan Mustafa'nın sevgili kardeşiydi; onun intikamım almak isteyebilirdi; ama olan olmuş, Sultan Ahmet tahta oturmuştu. Bundan sonra iki tarafında işi zordu. Önce ihtilâlciler fırsat ellerinde iken, yarım kalan vazifelerini tamamlamaya çalıştılar. Sultan Mustafa'nın, -Peygamber Efendimizin soyundan olduğu söylenen- Şeyhülislam'ı Feyzullah Efendi ile oğullarının başlarından yeşil sarıklarını çıkardılar. Feyzullah Efendi'yi bir hamal beygirine bindirip, Bitpazarı denen mahale getirdiler ve orada katlettiler. Bu işi yapan ayak takımı Şeyhülislamın ayağına ip takıp sürükleyerek eğlendiler, daha sonra da Hıristiyan papazlarına ayin yaptırıp, cesedi Tuna nehrine attılar. Kesik başını da bir sırığa takıp, epeyce gezdirdikten sonra vücudunun atıldığı yerde nehire fırlattılar. Âsiler dağılınca, Şeyhülislamın sevenleri cesedi nehirden çıkartıp, bir mektebin avlusuna gömdüler.
Bu işler sırayladır ve sıra Sultan Ahmed'e gelecek, ihtilâlin elebaşları cezalarını görecek, bütün ihtilâlcilerin korkusu budur. Sultan Ahmed işi siyâsi davranarak halletme niyetindedir. Edirne'den İstanbul'a dönen isyancılar çırpıcı çayırında bekleyen arkadaşlarının yanına gelip onlarla durum muhakemesi yaptılar. Şehre girmenin tehlikeli olacağı kanaatine vardılar ama başka çare olmadığı için de girdiler.
Sultan Ahmed de Edirne'den İstanbul'a yirmi gün sonra geldi. Üç gün Davudpaşa'da kaldıktan sonra muhteşem bir törenle şehre girdi. Geleneğe tâbi olarak Eyûb Camii'ne kılıç kuşanma merasimi yapıldı. Ortalığın kargaşasına rağmen uygulanan bu tören pek muhteşem oldu. İhtilalcilerin tahttan indirildiği "bahtsız II. Mustafa, parmaklıklı bir arabaya kapatılmış olarak Ak Hadım ağalarının muhafazasında, kılıç alayının önünde yer aldı."
Yine eski âdetler gereği yeni padişahın culûsu top atışlarıyla ilân edildi. İhtilâl ortamının, henüz devam etmekte olduğu dikkate alınarak yayınlanan bir emirname iç ahalinin şehirde silahla dolaşması yasaklandı.

Çalık Ahmet Paşa'nın Hevesi ve Sonu

Gerçi, mühim olayları bile en kısaltılmış haliyle vermeye çalışıyoruz, basitleri anmadan geçiyoruz. Fakat şu Çalık Ahmet Paşa'yla ilgili hâdiseyi birazcık Hammer Tarihi'nden takip edeceğiz.
Osmanlı Devleti, teşrifat kurallarının ihmaline izin vermez. Günlük hayatta alınan her tavır, duruş, asırların oluşturduğu âdâb-ı muaşeret dairesinde canlanır. Hele de saray adabı! Devletlilerin birbirine karşı muamelesinde görülen düzen. İhtilâlın şımarık çocuğu Çalık Ahmed Paşa ihtilalin sonlarında Sultan Ahmed'den yana görünmeye çalışmıştı. Yeniçeri Ağası olarak da âsilerin saraydan atılmasında pâdişâha yardımı dokunmuştu.
Kızlar Ağası'nın saraydaki konumu tartışmasız birinci sıradır. Bir gün, "Çalık, sarıksız, başında alelade bir takke ile sedir üzerinde dinlendiği sırada Kızlar Ağası geldi. Çalık, sarığını giymeden oturduğu yerde kaldı ve Kızlar Ağası Abdurrahman'a, sedirin karşısındaki yeri göstererek: "İstersen otur ağa" dedi. Bu sırada su getirdiler. Çalık içti. Kızlar Ağası'na su içmek isteyip istemediğini sorduktan sonra da bardağı eline tutuşturdu.
Bu saygısızca davranış Kızlar Ağası'nı son derece yaraladı. Bir başka kabalık, bardağı taşıran damla oldu. Sultan'ın yakınları olan hadımağaları da salona girince, Çalık kendilerine, yarım ağızla bile olsun, hoş geldiniz, demek zahmetine katlanmadı. "Biz Yeniçerileriz" dedi. "Sizin teşrifat kaidelerinizin cahiliyiz; size oğul mu, baba mı demek gerektiğim bilmeyiz. Daima hoş gelmiş olasınız." Sonra: "Hey oğlan, kahve getir" diye bağırmaya koyuldu."
Aynı kaynağa göre Çalık'ın yaptığı kaba muamele, teşrifatın içinde pişen saraylılara pek ağır geldi. Padişah nezdinde fırsat kollamaya başladılar. Bekledikleri anı yakalayınca şikâyetlerini sıraladılar. Zaten onun, padişahın gönlünde yeri yoktu. Nazik durumun sevk ettiği bir dikkatle davranıyor, başından savma sırasını bekliyordu.
İhtilâlcilerin başı Çalık Ahmet Paşa; Kul kethüdası idi, iki ayda vezir olmuştu, şimdi vezir-i âzam olmak istiyor. İsyancılar padişaha, her emrine boyun eğme, karşı gelmeme sözü verdiler ama tabii ki duracak değildiler. Sultan Ahmed Çalık Ahmed Paşa'nın vezir-i âzam olma isteğini reddetmeden çevirip, bir plân düşündü. Saray muhafızlarıyla da meselesi olan pâdişâh, saraya 2000 yeniçeri çağırarak bostancılardan 800'ünü ihraç edip yeniçeri ocağına kaydettirdi. Onların yerine Rumeli'nden yeni devşirmeler getirtti. Yavaş yavaş köklü temizliğe gitmek istiyordu. Pâdişâh bunun için her cumartesi günü sarayda huzur dersleri yapılmasını şeyhülislamdan ister ve devlet erkânı ile ulemânın tefsir okunması için davet edilmelerini emreder. Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed Paşa kendi hesabına bir şeyler yapmak peşindedir. Yeniçerileri çorba içmemeye zorlar. Bunun için sert bir ültimatom verir. Maksat kendisinin sadrâzam yapılması için pâdişâha gözdağı vermektir. Pâdişâhın, kurulan tuzaktan haberdar olması, tuzak sahibinin işini bozar... Sultan Ahmed, Yeniçeri Ağası'yla Vezir-i Âzam Kavanoz Ahmed Paşa'yı biri birine düşürüp ikisini birbirine kırdırma yolunu tutar.
Cumartesi günü yapılan huzur dersine "umun seferiyeye dair görüşme vardır" diye vezirler ve Çalık Ahmed de davet edilir. Gerekli tertibat alınır, Çalık'ın işi bitirilecektir.
Damat Morali Hasan Paşa bir yerde Çalık Ahmed Paşa'yla görüşüp, kurulan tuzağı icraya başlar. Çalık'a:
"Dünkü gün şevketlû efendimiz bizim sultana (hemşiresine) geldiği zaman mührü size vereceğini söyledi, hemen şimdi verseniz olmazını? dedim; olur ancak halk ayakta, belki mazulun başına cem olup bir fenalığa başlarlar, meşveret günü veririm, buyurdu; Allah mübarek eyleye" dedi.
Bu sözlerden fevkalâde hoşnud olan Çalık Ahmed Paşa artık mührü koynunda saymaktadır. İnancını pekiştirmeye, Morali Hasan Paşa'nın "Bizi yabana atma" demesi kâfidir. Verdiği cevap, güvenini belgeler: "Allah hıfz eyleye, başım üzerinde yerin var; sen de bana yardımcı olursan sadâret edebilirim."
Bütün vezirlerle beraber saraya Çalık Ahmed Paşa'da gelir, biraz sonra koynuna kadife keseyle sokacağı sadâret mührünün heyecanı ile, canla başla görüşmelere katılır, Moskof seferine karar verilir. Pâdişâh, ayrıca Çalık Ahmed Paşa'ya fikrini sorar, Paşa:
"Ferman sizden kulluk bizden" diyerek, üzerine düşeni vezir-i âzam olarak yapacağını beyan eder. Toplantı dağılır, vezirler Revan Köşkü'nde istirahat halindeler, Sarayburnu'nda bir çektiri beklemekte... Vezir-i Âzamı yanına çağıran padişah, Çalık Ahmed Paşa'ya müjdesini yollar. Vezir-i âzam, Çalık Ahmed Paşa'nın yanına, Revan Köşkü'ne vardığı sırada, paşanın giyinmesi için bir hilat getirilmiştir. Bu padişahın bir ihsanıdır, hizmetin şükrânesidir.
Daha o hilatin giyilmesine fırsat kalmadan, vezir-i âzam:
"Paşa kardeş der. Şevketlû pâdişâhımız size Kıbrıs mansıbını ihsan buyurdular" Çalık Ahmed Paşa neye uğradığını anlayamaz; öfkeyle, "iyiliğe kemlik bundan iyi olmaz... deyip cürmümüz nedir?" diye sorunca Vezir-i âzam gayet olağan bir tavırla:
"Mansıbı pâdişahi cürüm zımmında olmaz, ikram için olur" der. İkram, ceza değil ki suç için verile, pâdişâhın size lütfudur, teşekkür gerekir, demek ister vezir-i âzam. Bu, her ne kadar dalga geçmek olsa da, karşı tarafın cevap verme gücü yoktur.
"Ferman kendilerinindir" demekten başka ne yapabilir? Öyle der ve hilati giyinmeden, öfkeyle Hasbahçe kapısından çıkıp gitmek için atını ister... Tabiîki atı da uşağı da bulamayan Yeniçeri Ağası Çalık Ahmed Paşa boynunu büküp, denizde bekleyen çektiriye binip Kıbrıs'a doğru hareket eder. Çok geçmeden, kesik başı İstanbul'a yollanan Çalık Ahmed Paşa, pâdişâhın gönlündeki hüznü biraz hafifletir. Daha sonra Yeniçeri Ocağı'nda önemli değişiklikler yapılır, bazılarının kelleleri uçurulur, maksat asayişi sağlamak olunca, ölümlerin nasıllığına bakılmaz.
Padişahların huzur içinde yaşama şansları yoktur. Birçoğu depremin ve yangının yaraladığı halka dert ortağı olma durumunda kaldı, savaşlar gördü, isyanlar gördü. Sultan Üçüncü Ahmed ihtilalle müflis bir hazineye, başıbozuk orduya, açlıkla pençeleşen insanlara pâdişâh oldu. Asileri temizleme hareketi masraf gerektirmiyordu; onlar kılıçla siyasetin birleşmesine boyun eğdiler. Sıra hazinenin hastalığına şifa bulmaya geldi.
Sadâret Kavanoz Ahmed Paşa'da. Paşa'da vicdan yok, hazinede para. Saraydan kısılacak; imparatorluk mutfağının idarecisi sıkıştırılacak, vakıf kiracılarının, misafirhane sahiplerinin ruhsatları yenilenirken zam konacak, gayri müslim tebaadan ek vergi alınacak ve böylece cülus masrafı karşılanacak.
Bu tedbirler hazine içindi ama bir de vezir-i âzamın rüşvetçiliği vardı. Ne halk seviyordu, ne devlet erkânı; Kavanoz kaht-ı rical senelerinin özürlü mahsullerinden biriydi.
Kavanoz Ahmed Paşa da tekin adam değildir ya; şimdilik, padişahın katlanması, münasip anı kollaması lâzım. Paşa'ya kısa boylu oluşundan, kavanoza benzetildiğinden dolayı bu lakap takılmıştır. Aslen Rus olan Ahmed Paşa ihtilâlin vezir-i âzamıdır; ihtilâlcilerin hükmü ile onun makamı biribirine bağlıydı; ikisi de geçiciydi, geçti. İlk fırsatta padişah kavanozu azletti, yerine Morali Hasan Paşa'yı geçirdi:
Pâdişâh, her fırsatta isyancıları temizlemeye çalışarak hem ağabeyine yapılan kötülüğü cezalandırmış, hemde kendisine karşı yapılabilecek başkaldırıyı önlemiş oluyordu. 29 Ocak 1704’te Sultan Mustafa vefat etmiş, Yenicamide babasının ayakucuna defnedilmiş.

"Başımızdan hiç havay-ı zülf-i yâr eksik değil
Mürtefi yerdir ânın çün rüzgâr eksik değil."


diyordu, sağlığında; şimdi hangi meltemli bahçelerdedir Allah bilir.

Çalık Ahmed'in temizlenmesi, üç aylık sadaretinden sonra Kavanoz'un gidip, yerine Enişte ve Damat olarak da anılan Morali Hasan Paşa'nın geçmesi devlette henüz istikrar sağlayabilmiş değildir. Aslen Rus olup 4. Mehmed'in kızıyla evlenerek istikbalini garantileyen Hasan Paşa 10 ay, 11 gün durabildiği makamından 28 Eylül 1704’te alınır. Kalaylıkaz lâkaplı, Kayserili Ahmed Paşa vezir-i âzam olur; daha, yerine ısınamadan, 2 ay, 27 gün sonra azledilir. Yerine, meşhur Baltacı Mehmed Paşa getirilir.
(Sultan III. Ahmed'in ilk saltanat yıllan vezir-i âzam denemekle geçer. 1703 sonundan, 1718 Mayısına kadar onbeş senede onüç sadrazamla çalışan pâdişâh, son oniki senesini bir tek vezir-i azamla geçirir. Bu rekorun sahibi Nevşehirli İbrahim Paşa'dır.)
Baltacı Mehmed Paşa sadâret makamına yükselen, 'enderlerdendir. Kendisinden evvel çok az görülüyordu, sonra biraz çoğaldı Türk vezir-i âzamlar. "Baltacılıkla saraya intisabından sonra sesinin güzelliği ile dikkati çekip, mûsikî tahsil ettirilmiş, müezzin yapılmış" Osmancıklı bir ailenin çocuğu olan Mehmed Paşa, bazı konularda anlaşamayınca, sadârete 1 sene 4 ay sonra veda eder ya, bu kesin veda değildir. Beş sene sonra gelecek, Türk ve dünya tarihinin unutulmaz bir safhasına mührünü basacak; adı efsaneleşecek... İçinde bir sürü hayâl mahsûlü süslemelerle devamlı anılacaktır...
Sadrâzam atamalarıyla geçen zaman içinde birçok olay taşıyor, bunlardan önem verilenler, daha doğrusu önemli olanlar buraya aktarılıyor.
Sultan Mustafa'nın son senelerinde yaşanan onur kırıcı mağlubiyetler Sultan Ahmed'in unutacağı olaylar değildi. Yakın, uzak hiçbir devletle savaş durumuna gelmek istenmiyordu. Ve tabii, kedi gibi pusmanın hayır getirmeyeceği de malumdu. "Macaristan'da durumdan memnun olmayan derebeylerinin başına geçen Rakaçi'nin davranışlarını dikkatle takip eden Divanıhümayun, ne olur ne olmaz, diye Belgrad ve Timaşvar'a 500 yeniçeri gönderdi. Sınırların savunması ihmâle gelmez. Ayrıca, Osmanlı paşalarından herhangi birinin savaş rüzgârı estirmesi de hoş görülmüyordu. Belgrad Valisi Ali Paşa böyle bir işaret verince üç tuğlu bayrağı iki tuğluya indirilmek suretiyle cezalandırıldı.
Macaristan kendi meseleleriyle uğraşıyor, Avusturya sulh anlaşması gereği bize karşı kımıldamıyor, Rusya bir ağacın arkasına yerleşip, oradan saldırma anım bekleyen avcı gibi. Donanması günden güne gelişen Rusya, Osmanlı Devleti'nin adı teşhis edilememiş hastalığı idi. Kaptanı Derya Abaza Hasan Paşa Kerç boğazının girişini emniyete almak için, oradaki kalenin tahkimine gönderildi.
Hasan Paşa, Sultan Mustafa zamanında yapımına başlanan bir kaleyi tamamlayacak, gerekli silahları, savunması için orada bırakıp dönecek. Ruslar'ın Azak Kalesi'ni sağlamlaştırdığı, Tighan'da yeni bir kale yaptırdığı İstanbul'a bildirilmişti. Hasan Paşa ile alınan tedbir korunma ihtiyacının gereği idi. Korunma amaçlı tedbirler alınırken bile Rusların darıltılmamasına özen gösterildi. Dimitri Kantemir, Kaptan Paşa'nın dönüşte dokuz gemi kaybettiğini, diğer gemilerin de zarara uğradığını yazıyor. Bir vuruşma olmadığı halde uğranılan kayıplar hayreti muciptir.
Baltacı Mehmed Paşa'nın sadâretinin, pâdişâhla aralarındaki özel bir meseleden devam edemediği söyleniyor. Esasen her şey için, herkes için çok söz söylenmiş. Bazı tarihçiler dedikodu sının içinde kalan söylentileri almamış, bazıları da uzun hikâyeleri kitabına almaktan kaçınmamış. Şimdi, gördüğümüz bir hikâyeyi mümkün olduğunca kısaltarak buraya alacağız.
"Baltacı Mehmed İkinci Mustafa zamanında Saraya girmişti. O zaman Şehzade olan Üçüncü Ahmed, Baltacı'yı sarayın muhafız birliğine aldı. Şehzade Ahmed, anneleri Valide Sultan'm kutucusu Çerkez kızını gördü ve derhal âşık oldu. Kıza yaklaşamayan Şehzade anasının başağasını elde ederek, onun sayesinde mektuplaşmaya başladı. İki genç arasında sevgi dolu ilişki Valide Sultan tarafından farkedilince işler karıştı. Valide, kızı ağır cezalarla korkuttu. Kız aralarında bir şey olmadığını söyledi. Anne Şehzadeyi de yanına çağırıp, kendisine hoşgörülü davranan ağabeyinin, iyiliğini istismar etmemesini, saray kurallarını çiğnememesini, tahta geçmeden önce yaşayacağı böyle bir aşkın geleceği için tehlikeli olacağını söyledi. Şehzade Ahmed güzel Çerkez kızına vurulmuş, gönlüne hükmü geçmiyor. Valide, adaba aykırı bir durum olduğundan iki arada kaldı. Ağabeyinin sarayındaki bir kıza kardeşin âşık olması dermansız yaradır. Hikâye uzun. Baltacı ile münâsebetini ortaya koymak için aldık, şimdi sıra geldi.
Valide, Kutucu kızı evlendirip saraydan çıkarmak istedi. Sertabib Nuh Efendi'ye, bu kızı oğluna vereceğim, dedi. Bu büyük şerefti. Kızın muhatabı üç tuğlu vezir olduğu halde, hiçbir unvanı olmayan oğluna lâyık görülmüştü. Bütün hazırlıklar görüldü; kız gelin oldu. Şehzade Ahmed, Baltacı Mehmed'i, gelinin gideceği evi öğrenmekle vazifelendirdi. Baltacı vazifesini yaptı. Bir mektup yazan Şehzade Nuh Efendi'yi tehdid etti. Özetle dedi ki: "Sakın, kıza dokunulmasın o benim olacak. Eğer sözüm dinlenmezse, ileride başınıza gelecekleri düşünün!"
Yarının pâdişâhının tehdidinden korkan Nuh Efendi, oğlunu ciddi mânâda uyardı. Bakire Çerkez kızının bakire olarak muhafazasından başka çare yoktu. Görünüşte evlendiler ama kan koca hayatı yaşamadılar.
Aradan fazla zaman geçmeden Şehzade pâdişâh oldu. Baltacı Mehmed'in, Şehzâde'ye yaptığı yardımın mükâfatını görmesi lâzımdı ve gördü. Makamları, mevkileri hızla tırmandı.
En ince ayrıntısına kadar anlatılan bu hikâye gayet kısaltılarak takdim edildi. O tarihlerde İstanbul'da yaşayan Dimitri Kantemir'in yazdığı kitap, güya yazarın bizzat gördüğü ve yaşadığı olayları naklediyormuş ama nedense böyle bir şey başkaları tarafından görülmemiş!
Baltacı'nın azlinden sonra Çorlulu Ali Paşa sadâret mührünün yeni sahibi olur. Çorlulu'ya da uzun süre hizmet imkânı tanınmaz. Pâdişâh; sulh içinde yaşayıp, yalan dünyanın tadını çıkarmak isterken, Sadrâzam, devletin başına Rusları musallat etmeye çalışır.
1700'de Osmanlı-Rus Andlaşması İstanbul'da yapılmış, 30 senelik bir barış dönemine girilmişti. Rusya, Türk korkusunu üzerinden atınca, Çar Deli Petro, etrafında saldırılacak düşman aramaya başlar; bir fırsat çıkınca da İsveç'e karşı saldırıya geçer.

XII. Şarl ve Naura Meydan Muharebesi (1 Aralık 1700)

İsveç Kralı XII. Şarl ki Demirbaş Şarl da denir; biraz üzerinde durmak lâzım. Bu İsveç Kralı kabına sığmayan mizaçtadır. Rusya denize açılmak sevdasıyla yanıyordu. İsveç'le Danimarka savaşırken, Rusya'da İsveç'e saldırdı. Fakat, Çar Petro Demirbaş Şarl'ın önünden kaçmak mecburiyetinde kaldı. Hatta takip edildiğini duyunca korkusundan baygınlık geçirdi. Ruslar 35–40 bin kişi, İsveç kuvveti ise dörtte biri kadardı. Şarl cesur emirler vermekten çekinmiyordu. Rusların ordugahına girmeye teşebbüs etti.
Naura Meydan Muharebesi adı verilen savaş başladı ve kendinden dört kat fazla olan Ruslara İsveçliler kök söktürdü. Yirmi bin esir veren Ruslar'ın ölü sayısı çok fazla oldu. Bütün savaş malzemeleri de düşman eline geçen Ruslar bitti.
Kahraman ve muzaffer bir kumandan olarak Naura Kalesi'ne giren XII. Şarl üzerine yük saydığı 20.000 Rus esiri serbest bıraktı.
Viyana'da Kara Mustafa Paşa'nın mahvına sebep olan Lehistan Kralı Jan Sabiyeski ölünce Saksonyan II. Ogüst onun yerine kral seçilmişti. Şarl Ogüst'le de savaştı.
1704 Ocak ayında Ogüst Lehistan tahtından uzaklaştırıldı. Stanislas Lezçinski adlı Leh asilzadesinin krallığı Şubat ayında ilan edildi.
II. Ogüst krallıktan vazgeçmiyordu. XII. Şarl kendisine onu düşman olarak seçti, takibe başladı. Araya girenlere "iddiasından dönerse takibi bırakırım" dedi.
İsveç Kralı'nın bizi ilgilendiren safhasına gelmek uzun bir yolu dolaşmayı gerektiriyor; ancak, böylece onu tanımış olacağız. Ama uzatmadan söylersek Demirbaş Şarl 16 Eylül 1706'da Saksonya'yı işgal etti ve kışı orada geçirdi. Aynı zamanda Ruslar da Lehistan'ı işgale çalışıyordu. İsveç Kralı'nın hedefi bundan sonra Ruslar olacaktı. Zamanında esirlerini serbest bırakıp Çar'ı yakalamayışı bir hata olarak önüne dikilmezse sevinebilir.
Şarl 40.000 askerini Rusya üzerine hazırladı. Ağustos 1707'de Saksonya'dan Lehistan'a gitti. Stratejik noktalar Ruslar'ın elindeydi. Başta bir yolu geçmeyi denedi; orada da Ruslar'dan geçit yok. Maceralı yolculuklardan sonra kış geldi. Şarl'ın ordusu Şubat'a kadar Doğu Prusya'da kaldı.
Netice itibariyle Şarl'ın ordusu 1708 baharında Rusya'ya girdi. 30–35 bin İsveç askerine karşılık 60 bin Rus askeri vardı. Yardımcı kuvvet bekleniyordu İsveç'ten. Ruslar İsveçlilerin geçeceği köyleri tahrip edip yiyecek içecek bırakmadılar, orduda açlık baş gösterdi. Yardıma gelen askerler Ruslar tarafından büyük çapta imha edildi.
Şarl'ın durumu nazik, sıra dışı çözümler icâd etmesi lâzım. Ukrayna'yı Ruslar'ın elinden kurtarmak isteyen Ukrayna Kazakları (Barabaş ve Datkak Kazakları) Hetmanı Mazeppa ile birleşerek Ruslara o surette bir darbe vurmak istedi. Anlaşma sağlandı; birazcık muvaffakiyette göründü ama Demirbaş Şarl'a yetecek kadar değildi. Ruslarla yaptığı savaşta, kış ayrı bir kuvvet olarak Kral'ın karşısında yer aldı. Her şeye rağmen İsveç ordusu Paltava'dan Harkov'a giden yol üzerindeki Kalamak mevkiini elde etti. (24 Şubat 1709) Fakat daha ileri gidilemeyerek mühim olan Harkov alınamadı."
İşte bu Kral Şarl, özetlemeye çalıştığımız maceraların kahramanı Osmanlı devlet adamları tarafından sevilmektedir. Pâdişâhtan habersiz, Çorlulu Ali Paşa tarafından Krala yardım edilmek istenmektedir. Özi Valisi ve Berden Muhafızı Yusuf Paşa'ya Çorlulu tarafından yazılan mektupta Krala yardımcı olunması istenmektedir. Ayrıca, Çorlulu Ali Paşa, Kırım Hanı'na, İsveç Kralı Demirbaş Şarl'a yardım etmesi emrini gönderir. Bu isteği padişahı rahatsız eder, dolayısıyla mührü hümayunu elinden alınır. Son zamanlar için çok uzun sayılacak, 4 sene, 1 ay, 14 gün sadârette kalması büyük başarıdır.
Köprülüzâde Numan Paşa halef olur Çorlulu'ya. Adı, ümit verse de, kendisi devlete, sadârette sadece zarar vermiştir. İ.H. Danişmend'e göre, aciz, beceriksiz bir zat olan paşa, adam seçiminde de iyi değildir. Adamları, zaten zayıf olan hazineyi zarara uğratmışlar. Numan Paşa, büyük vezirlerin isminin altında ezilir, Köprülü adına lâyık olmadığı anlaşılınca, İkinci Mustafa'nın kızı Ayşe Sultan'a koca olması da fayda etmez; 2 ay, 2 günde makamını kaybeder. Her zaman dediğimiz gibi "Osmanlı'da vezir çok! biri gider biri gelir; bazen de biri gider, geri gelir."

Baltacı'nın İkinci Sadâreti

Sultan Ahmed seneleri vezir-i azam değiştirerek tüketiyor. İz bırakacak hiç bir şey yapılamadan 1703'ten 1710 Ağustosuna gelinir. Baltacı Mehmed Paşa'nın ikinci defa mührü hümâyunu almasıyla yeni bir döneme adım atılır.
Çorlulu Ali Paşa'nın azline sebep olan İsveç'e yardım isteği, Rusya ile aramızdaki İstanbul Antlaşması hükmünü yitiriyor, kendisini emniyette görüp denizlere açılma hülyasıyla İsveç'e harb açan Rusya hedefine yaklaşıyordu. Çorlulu'nun, Kırım Hanı'na verdiği emir dinlense de, İsveç'e yardım edilseydi muhtemelen Ruslar yenilecek, bizde muhtemel beladan daha uzun zaman zarar görmeyecektik.
Kendisinden yukarıda bahsettiğimiz, mizacını az çok tanıdığımız, kısaca maceralarım gördüğümüz Demirbaş Şarl Ruslarla savaş etmektedir. Sultan Ahmed'in haberi olmadan Çorlulu'nun yazdığı mektuplar, Osmanlı Devleti'ni, kendisinin olmayan bir kavganın içine çekiyordu.

Poltava Savaşı

İsveç'le Rusya'nın savaşı başlayalı dokuz sene oldu. Demirbaş Şarl Çorlulu'nun kendisine yardım etmeye çalışmasını pâdişâhın bilgisi dahilinde oluyor gibi algılamıştı. Dolayısıyla Osmanlı kuvvetlerinin, yardımına geleceğine inanı¬yordu.
İsveç ordusuyla Rus ordusu arasında Vorskla Nehri bulunuyor. Poltava'ya yakın bir yerden nehri geçmeye teşebbüs eden Ruslar püskürtüldü. Bu esnada XII. Şarl oyluğundan yaralandı. Yarası ata binemeyecek kadar ağırdı. Ordunun sevk ve idaresini bir kumandanına bıraktı.
Ruslar bir başka yerden nehri geçmeyi denediler ve geçtiler. İsveç'in 23 bin askeri kalmıştı; Hetman Mazeppa'nın da 10 bin kadar askeri var. Fakat İsveçlilerin epeyce askeri hasta idi. Ayrıca 4.500 kadar asker de Poltava'yı muhasara ile meşguldü. Kral sedye ile birliklerini dolaştı. İsveç askerinin gayreti fazla bir şey ifade etmedi. Asker ve mühimmat bakımından üstün olan Ruslar bu savaşı kazandılar. Dokuz senelik kanlı ve heyecanlı oyun sona erdi, perde kapandı. Ya bundan sonrası.

Zoraki Misafir

İsveç'in yaralı ve cesur kralı Demirbaş Şarl, Osmanlı toprağına sığınır; Ruslar onu takip için sınırımızı ihlâl ederler... bu antlaşmayı da ihlâl mânasına gelmektedir. Sultan Ahmed Krala her türlü yardımın yapılmasını, bulunduğu yerdeki yetkililere bildirtir. Rus Çarı, İsveç Kralı'nın misafir edilmesinden memnun kalmaz, bir elçi ile gönderdiği mektupta andlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini ve İsveç Kralı'na topraklarımızda barınma müsaadesinin verilmemesini yazar. Padişah "Andlaşmaların gözden geçirilmesine evet, diğerine hayır, der."
İsveç Kralı itibarlı misafirimizdir, kıymetli bir insandır. Fakat bu dostluğun sonu mahkemede bitecektir. Kral yalnız değil, yanında savaş artığı iki bin asker var; bunları göndermeye niyetlenen krala, Muhafız Yusuf Paşa:
— "Sizin halkınız rahat durmazlar, düşmanınızı görüp intikam almak isterler; halbuki bizim onlarla sulhumuz vardır; bizim topraklarımızda sizin askerlerinizin onlarla çarpışmaları iyi olmaz..." der.
Paşa'nın hassasiyetle rica etmesine aldırmayan Kral adamlarını yollar ama, yarısı öldürülür, yarısı da esir edilir.
Olayların gelişimi Çorlulu Ali Paşa'yı hep haklı çıkarıyor, pâdişâhı verdiği karardan pişmanlığa itiyordu. Kırım Hanı'nın İsveç Kralı'na yardımı gerçekleşse idi, şimdi meydan okuyan değil, yalvaran bir Rusya olacaktı karşımızda. Devamlı gücünü artıran Rusya Deli Petro'nun hırslarının tatmini için savaş bahaneleri arıyordu.
Asırlardır her savaşa maymun olmaya alışan Sırplar bu seferde Çar Deli Petro'nun yanında, Türklere karşı 20 bin askerle savaşmayı taahhüt ediyordu.
Osmanlı'da bocalama işaretleri, Rusya'daki cesareti artırdı. Rumeli'den teminatlar alan Çar entrikaya başvurdu. İnanıyordu ki, zayıf görünen Türkiye dışarıdan destek alan Rusya'nın karşısında tutunamaz:
"Sultan III. Ahmed kardeşi II. Mustafa gibi azim ve irâde sahibi, celadetli bir pâdişâh olmayıp tenperver ve rahatına düşkün ve gaileden müctenibdi" ama olayların gelişimi Türk-Rus harbini zaruri kılıyordu; bundan, Sultan Ahmed'in kaçması mümkün değildi.
Savaş hazırlığına 1710 Kasımında başlayan pâdişâh, Kırım Ham Devlet Girayı İstanbul'a çağırır. Savaş için hâlâ tereddütlü görünen III. Ahmed'e, Devlet Giray:
"Eğer bu düşman sulhuna itimad buyurup gene tehlike haberleri dikkate alınmazsa cümle Kırım memleketi elden gider; tahkik bilin ki Rumeli'nin elden çıkmasına da sebep olur. Bu kâfirin maksadı İstanbul'dur; reayanız ile yek dil ve yek cihettir" dedi.
Diğer yandan savaş sebebi olarak gösterilen faaliyetler bir hayli fazlaydı: "Or'dan sadece oniki fersah uzaklıkta bulunan Kumienska hisarlarının, Şamara ve Dinyeper nehirleri kavşağında Samarcik hisarının, Tighan geçidindeki bir kalenin inşâ edilmeleri, Eflak sınırına tecavüz, bir Rus birliğinin Tamacik ve Bag nehrini geçişi, Yaş karşısındaki Stanileşti'nin işgali..." "Bu şikâyet konularım aynı derecede ehemmiyetli kılan Kalmukların daha yeni sayılabilecek Kırım'da Çekçeken yakınındaki akını, Potkal ve Berabaş Kazakları'nın esir edilmeleri ve nihayet Rus birlikleri tarafından Kamaraca Kalesi'nin işgali..." Bütün bu sayılan sebepler savaş ilam için kâfiydi. Ve bunlar sınırdan gelen şikâyetlerdi. Bunları dinleyen harp meclisi Kırım Hanı'nın söylediklerini de dinleyince savaşa ikna olmuştu. Her zaman olduğu gibi bir de şer'i fetva gerekliydi. Yeni Şeyhülislam Paşmakçızâde verdiği fetvada savaşın hem meşru hem de zaruri olduğunu belirtti.
Derhal 30 bin yeniçeri, 10 bin cebeci ve yedi bin topçunun kayıtlarının yapılması emredildi. Donanmanın hazır bulunması ve kıyı şehirleri valilerine Kaptanı Derya'nın emrine uymaları bildirildi. Alınan karar gereği ilkbaharda Ruslara karşı sefere çıkılacak.

Prut Seferi (9 Nisan-20 Kasım 1711)

III. Ahmed Sadrıâzam ve Serdarı Ekrem Baltacı Mehmed Paşa'yı huzuruna kabul edip, Devlet Giray'ın reyiyle hareket etmesini tenbih eder. Orduyu Hümâyun 9 Nisanda İstanbul'dan yola çıkar, 19 Temmuz'da Rus ordusunun karşısında yerini alır.
140.000 mevcudu bulunan Türk ordusuna gafil avlanan Çar Petro'nun asker sayısı 60.000'dir, geri kalanı Romanya'ya karşı savaşmaktadır. Karadeniz'e çıkmak için acele eden Çar, bazı hesapları iyi yapamamış, Moldovya (Boğdan) Voyvadası Kantemiroğlu ile yaptığı gizli anlaşmaya fazlaca bel bağlamıştı. "Bir Türk aileden inip yüzyıllar önce Hıristiyanlığı kabul eden bir ailenin ferdi olan Kantemiroğlu, bilgin, sanatkâr, zeki, muhteris bir şahsiyetti" deyip, onun faziletlerini sıralayan Yılmaz Öztuna. "Arapça, Farsça ve Türkçe'yi çok iyi bildiğini, çocukluğunu ve gençliğini Sarayı Hümâyunda geçirip mûsikide üstad olduğunu, 400 kadar Türk mûsikisi bestelediğini, bütün bunlara rağmen devletine ihanet edecek kadar hain ve Çar'a yardım edemeyecek kadar da acizdi" diyor.
Türk-Rus savaşının geçeceği yer de, Çar Petro'nun bu işlerde tedbirsiz olduğunu gösteriyor. "Baltacı'nın çarı yakaladığı yerin topografik durumu Rusların aleyhineydi. Çar adeta kendi ayağıyla kapana girmişti."
Çar'ın askerlerinin karşı koymasına aldırmadan Prut Nehri'nin üzerine bir gecede dört köprü kurduran Baltacı 40 bin askerini karşıya geçirebilmiş, bu askerler üzerlerine gelen Rusları mağlûb ederek püskürtmüştür. (19 Temmuz Pazar)
İkinci gün, kalan ordusuyla Baltacı da karşıya geçmiş, düşman ordusunu kuşatmış, Devlet Giray'ın arkadan Rusları sarmasıyla Deli Petro'nun kımıldayacak hali kalmamış.
Üçüncü gün de Rus ordusu iyice çökmüş. Yeniçerilerin ara sıra tutan aksilikleri, canlarını fazla koruma gayretleri o gün de tutmasa, Baltacı'ya uysalardı; düşmanı tamamen yok etmek işten bile değildi. Yeniçerilerin iştahsızlığı yeni bir hücumda bozguna dönüverirse her şeyi mahvederdi. Bunu göze -haklı olarak- alamayan Baltacı, Rusların sulh teklifini değerlendirmek ister.
Ordusu mağlup olan Çar efkârından içkiye sarılmış, habire içiyor, uyuşan beyniyle bir şey düşünemiyordu. Yalnız; son neferine kadar savaşmaya, gerekirse savaş meydanında ölmeye cesareti mevcuttu. Sonra evleneceği, şimdilik metresi olan meşhur Katerina yanı başındadır ve Çar kadar her işe kanşabilmektedir. Sulh teklifiyle beraber bir de fidye göndermek ister. Kendi mücevherlerini, etrafındaki insanların kıymetli eşyalarını, paralarını bir araya toplayıp Serdarı Ekrem Baltacı'ya "Sulh Fidyesi" diye gönderir... (21 Temmuz 1711).
Bugün, tarihimizin emsali olmayan bir hikâyesini doğuracaktır. Dilden dile dolaşıp kitaplara geçen, gerçek bir olaymış gibi anlatılan Baltacı-Katerina buluşması, Çadırda yaşanan çılgınca aşk ve bu aşk uğruna Baltacı'nın Ruslan salıvermesi...
Katerina, topladığı paralarla kıymetli eşyaları bir heyetle göndermiş, Baltacı'ya teslim edilmesini istemişti. Sonradan anlaşılan veya tahmin edilen o ki, bu hediyelerin mühim bir kısmı Baltacı'nın eline geçmemiş. Hediyeleri getiren heyetin başında, Başbakan Baron Şafirov da olmasına rağmen, belki de bilhassa hediyeler Ömer Efendi ile Osman Ağa adlı, Paşa'nın iki adamına verilmiş, onlar da kendi paylarını ayırıp gerisini Paşa'ya takdim etmişler. Vazife olarak da Rusların en az tavizle bir sulh yapmasına yardımları dokunmuş.
Baltacı hakkında müspet kanaate sahip olmayan Hammer, Rus hediyeleriyle ilgili şöyle diyor:
"... Vezir-i âzamın hediyeleri kabul etmesinde yalnız Osman Ağa'nın tesirinin rol oynamamış olması muhtemeldir; aksine, öyle görünüyor ki, ona bu kararı verdiren Osmanlı İmparatorluğu'na üstün çıkarlar sağlayan bir barış anlaşması sağlamak ve savaşa son vermek ümididir. Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanı ile yürütülen müzâkerelerde İsveç Kralı'nın murahhası olarak bulunan Poniatowski (Ponyatoski)nin şiddetli itirazlarına rağmen barış anlaşması imzalandı."
Kırım Hanı'nın anlaşmaya karşı çıkması kendi mantığı içinde çok haklıydı. O, Rusları iyi tanıyor, hazır üstünlük elde edilmişken, başlarının tamamen ezilmesini istiyordu.
Müzakereler esnasında Han'ın Ruslardan yıllık 40 bin duka istemesi de netice vermemiş, bu da ayrıca Hanı üzmüştü.
Baltacı'ya gelince: Yeniçerilerin gevşek davranışı, bir dahaki hücumun neticesi hakkında içine şüphe düşürmüştü. Galip bir ordunun kumandanı olarak masaya oturmak; sonu belli olmayan bir savaşa devam etmekten daha makûl görünüyordu. Savaşla elde edilmek istenen, yapılacak barışla ayaklarına gelirse, bu, dikkate alınacak bir fırsat olarak kabul edildi:
Ruslar, -Baltacı'ya göre- büyük fedakârlığa katlanacaktı. Bu fedakârlıkların belli başlı isimleri sıralanınca görülecek ki, hedeflenen bunlardan başkası değildi. Tabii, bu hedef Baltacı'ya ait. Rusların kayıpları şöyle:
Azak Kalesi'nin tahkimatıyla beraber teslimi:
Şamara ve Tighan hisarlarının yıkılıp, buralardaki topların Osmanlı Devleti'ne teslimi,
Çar'ın ileride Patkal ve Berabaş Kazaklarıyla ilgili meselelere karışmaması hükme bağlandı.
Ayrıca: Çar, Rus elçilerine İstanbul'da otu¬mayı men eden bir maddenin altına imza attı. İsveç Kralı'nın lehine bir madde ile esir takası da anlaşma metninde yer aldı.
İntiharı düşünecek bitkinliği, moral bozukluğu Çar'm üzerinden uçuverdi. Az önce kurtulmayı düşündüğü hayata, anlaşmadan sonra cano gönülden sarıldı. Mağlup olmasına rağmen galip gibi Bando-Mızıka çaldırarak, savaş alanını muzaffarâne terketti. Baltacı'nın anlaşmayı gerçekleştirmesi Çarı hayata bağladığı kadar, Kırım Hanı ile İsveç Kralını hayattan soğuttu. Çar dâhil, bütün Rus ordusu bataklığa gömülebilirdi; bu fırsatı değerlendirmedi, diye Han ve Kral, Baltacı'ya sitemler yağdırdı.
Aslında, yapılan sulh antlaşması iki taraf için de rahatlatıcı mahiyettedir. Ne var ki Baltacı Mehmet Paşa'yı çekemeyenler padişaha şikâyet dolu haberler göndermişler,
Baltacı'nın Rus Çarı'nı keyfi salıverdiğine padişahı inandırmışlar. Bir kahraman olarak karşılanması gereken paşa, maalesef Edirne'ye gelir gelmez azledilmiş. Yerine getirilen, Yeniçeri Ağalığında bulunan Yusuf Paşa'dır. Ağa Yusuf Paşa diye anılan yeni vezir-i âzam Gürcü'dür. 11 ay 22 gün sonunda görevine son verilmiştir.

Yusuf Ağa Paşa'nın sadâreti sırasında görülenler:

Prut Savaşı'nın büyük bir zaferle değil de kötü bir barışla neticelendiği kanaati yaygınlık kazandı. Burada en bariz gösterge, Deli Petro'nun verdiği sözleri tutmayışı, anlaşmaya uymayışı idi. Çar'ın kaypak ve kalleş davranışı, yapılan anlaşmada dahli olanları mücrim mevkiine düşürdü. Hammer'in "İçişleri Nazırı" dediği Osman Ağa, hükümet kâtibi ve Reis Efendi devlet aleyhine bir fiil işlemiş olmanın suçlusu bulundular ve isnad edilen suçun cezasını cellât kılıcıyla ölerek çektiler. Çavuşlar kâtibi Abdülbâki de Petro'nun elçisinden rüşvet aldığı için cellâda teslim edildi. Öldürülen dört kişiden biri olan Osman Ağa'nın evinde suç delili olarak Katerina'nın yüzüğü ile bir hayli para ele geçirildi.
Eğer, Çar Deli Petro yapılan anlaşmanın şerefli uygulayıcısı olsaydı; barış suçlusu aranması icâb etmez, belki dört kişi öldürülmezdi.
Baltacı Mehmed Paşa'nın başına azil ve sürgün cezası gelmezdi. Bizim açımızdan bakıldığında kalleş, korkak ve kesinlikle güvenilmez bir devlet adamı manzarası veren Çar başkalarınca alkışlanabiliyor. Alkış sahibi Boğdan Beyi Konstantin Kantemir'in Osmanlı sarayında yetişen oğlu Dimitri Kantemir. Babası âsidir ve Osmanlı Devleti Ruslardan bu âsi Voyvoda'yı teslim etmelerim istemektedir. Dimitri Kantemir babası Konstantin mevzu olduğu için hissi davranmış olacağı gibi, ahlâki zafiyeti icabı ekmek yediği tekneye tükürüyor da olabilir. Kitabını bitirmek üzereyken Dimitri "Hıristiyan hükümdarlarınca örnek alınmaya lâyık olan Rus Çan Büyük! Petro'nun kahramanlık sözlerini buraya eklemenin yararlı olacağım sanıyorum" diyor. Çar'ın sözleri Konstantin Kantemir'le yani Dimitri'nin babasıyla ilgili. Onun teslim edilmesinin Osmanlılar tarafından istenmesini duyunca Çar'ın söylediği sözler: "Kursta'ya kadar olan bütün ülkemi Türklere verebilirim, çünkü onu tekrar alma ümidim var. Fakat fikrimi değiştirip, benim için ülkesini terk eden bir Prensi asla teslim edemem. Zira bir kez yitirilen şerefin onarılması olanaksızdır." Şerefin ne olup olmadığı insana göre değişiyor! Deli yahut Koca Petro'nun, sözünde durmamakla kaybedeceği bir şerefi olmuyor da, neler şeref olabiliyor...

İstanbul'a dönersek!

Rusya ile yapılan anlaşma uzun ömürlü olamaz, kısa zaman sonra savaşın eşiğine gelinir. Pâdişâh bir türlü istediği düzeni kuramamış, sık sık sadrâzam değiştirmekte ve devlette otorite boşluğu yaşanmaktadır. Pâdişâh küçük küçük kızlarını nişanladığı ve evlendirdiği paşaların önlerini açarak sırayla sadâret makamına getirip, kendi durumunu garantiye almak ister gibidir. Ağa Yusuf Paşa'dan sonra Silahdar Süleyman Paşa sadâret mührünü 4 ay, 24 gün taşır ve azledilince Hoca İbrahim Paşa'ya 21 günlük iktidar günü doğar. O da yerini Silahdar Ali Paşa'ya bırakır. Dâmad İbrahim Paşa olarak anılan bu paşanın bu günlere gelişi ve Damad oluşu enteresandır; bir bakalım:
Doğduğu İznik'in bir köyünden Edirne'ye gelen küçük Ali susuzluğunu gidermek için, gördüğü çeşmeye yanaşınca Şehzade Ahmed'le karşı karşıya gelir. Bu, kaderin çizdiği ikbâl yolunun başlangıcıdır. Orada iki genç tanışırlar, ahbap olurlar. Aradan geçen seneler Şehzade Ahmed'e taht yolunu açarken İznikli Ali'yi de onun peşine takar. Ali silahdar olarak vazife yapar; büyür, paşa olur, daha sonra pâdişâh sevgisi ile dâmadlık şerefine kavuşur.
Sultan Ahmed'in Baş kadını Emetullah Kadın'dan doğan kızı Fatma Sultan beş yaşında bir çocuktur; büyüyünce nikâhları kıyılmak üzere Ali Paşa'ya nişanlanır. Dört sene sonra nikâhları kıyılır ve görkemli bir düğün yapılır. Tabii ki, çocuk sultanla yapılan zifaf semboliktir. Kızın adı kadın olsa bile kendisi değildir. Paşa, Padişah damadı olmanın gururunu yaşar, hepsi bu.
İşte bu Ali Paşa'nın sadrâzam olma vakti gelmiş, Sultan Ahmed mührünü damadına vermiş, ondan olağanüstü hizmetler beklemektedir.
Bahtsız bir andlaşma sayılan Karlofça sulhu 16 seneyi doldurmuş, yeni yeni kıpırdanışlarla huzursuzluk dalgaları yayılmaya başlamıştı. Venedikliler Türklerden korkmadıklarını gösterme gayretiyle Karadağ'da isyan çıkarmaya çalışır, Türk gemilerine saldırırlar. Venediklilerin çılgınlıkları savaş sebebidir. Şeyhülislam fetva verir, devlet savaş kararı alır.

Venedik Seferi

1 Nisan 1715 de Vezir-i âzam Silahdar Ali Paşa Serdân Ekrem olarak orduyu Hümâyunla İstanbul'dan ayrılır. 19 Nisanda III. Ahmed Edirne'de orduyu uğurlar. Katolik Venediklilerin insan yerine koymadığı yerli Ortadoks Rumlar Türklerin gelişini sevinçle karşılar, İstendil Adası kolayca fethedilir. Bu fethin başarısı Kaptanı Derya Canımhoca Mehmed Paşa'ya aittir.
Vezir-i Azam Ali Paşa 27 Hazirandan 19 Temmuza kadar Gördös Kalesi'ni ve Anabolu Limanını ele geçirdi. Venedik'in 10 generalini esir alıp İstanbul'a gönderdi. Navarin ve Koron kaleleri, Madon Kalesi ve 22 Ağustosa kadar bütün Mora fethedildi. Bir tek Benefşe Limanı kalmıştı, onu da Vezir Türk Ahmet Paşa aldı. Vezir San Ahmet Paşa Aya Marvi'yi teslim aldı. "Giritteki 3 ticari iskele (Suda, İspinlanga ve Granbusa) 24 Eylülde Hanya Muhafızı Vezir Mehmed ve Kandiye Muhafızı Vezir İzmirli Ali Paşalar tarafından fethedildi.)
Sefer çok hızlı, zafer kolay olmuştu. Başarı kolay geldiği için basit görülmez. Yerli Rumların Venedik zulmünden bıkıp, Türk idaresinin adaletine meyletmeleri biraz yardımcı olmuştur, fakat esas kazancın sahibi Vezir-i Âzam Ali Paşa'dır. Ali Paşa, muzaffer ordusunun başında memleketine dönünce, büyük sevinçle karşılanır; pâdişâh tarafından tebrik edilir.

"İdâri Tedbirler"

İlgimizi çekecek tâyinler, aziller olsa da, daha fazla yabancı devletlerle olan münâsebetlere, bilhassa da savaşlara bakıyoruz. Hâlbuki çarkın nasıl döndüğü, İstanbul'da zaman zaman nelerin cereyan ettiği de anlatılmalıydı. Şimdi birkaç meseleyle gözünüzü savaş haricine çeviriyor, alman bazı tedbirleri başlıklar halinde takdim ediyoruz.
Eskiden olageldiği şekli İkinci Mustafa devrinde değiştirilen arazi meselesinde, tekrar eskiye dönüldü. Arazide, yıllık ödenen bedelden vazgeçilip hayat boyu sahiplenilmesinin mahsurları tespit edildi. Bir defa vergi ödeyerek araziye sahip olan zenginler devletin arazisini kiraya vermeye başlamıştılar. Araziyi şahıstan kiralayan ikinci kişiler hem ödeyecekleri kira bedelini çıkarmak, hem de kâr etmek amacı güttükleri için köylü ağır yük altında kalmıştı. Köylülerin ezilmesine göz yummayan idare, bütün malikâneleri şahısların elinden alıp devlete verdi, yani eski haline çevirdi.
Araziden sonra divanda hizmet gören memurlarla ilgili değişiklikler yapıldı. Vezir-i Âzam Ali Paşa posta hizmetlerinde görülen aksamaları düzene koydu. Sipahi ve silahdarın künye kayıtları, dinî vakıfların gelir kayıt defterleri gözden geçirilip yeni düzenlemeler yapıldı. " İstanbul, Edirne ve Bursa merkez şehirlerinde toplanmış olan Hıristiyan tebaları eski yerlerine gönderdiler. Mısır'da zencilerin sünnet edilme yasağı kaldırıldı.
Yapılan bu yenilikler, insanların daha mutlu yaşayabilmelerine yönelikti. Hıristiyan’ıyla Müslüman’ıyla bütün insanların devletten hoşnut olmalarını düşünen Vezir-i Âzam Ali Paşa bu iyileştirmelerle sevgi topladı.
Yine, farklı olaylardan bahsedecek olursak; Kâhya Bey'in altı yaşındaki kızını kandırıp bir eve götüren üç Yahudi idam edildi. Kültür ve ilim kaynağı kitapların kitapçılar tarafından yabancı ülkelere satışı yasaklandı. Bu anlatılanlara yalan pek çok olay ve pek çok başvurma hadisesi yaşandı. Büyücü idamı, görülen lüzum üzerine gerçekleşti. İstanbul yangınlarla kızardı...

Nemçe Seferi (24 Nisan 1716)

Kışı İstanbul'da geçiren Ali Paşa zaferin tadına doyamamış, kafasında yeni projeler üretmekle meşgul iken talih önüne yeni bir yol açar, "daha büyük zaferleri, hak edebilirsen al" der. Ali Paşa'nın arzusu hiçbir hesaba dayanmıyor, ciddi hiç bir hazırlık yapmıyor, biraz da kendisine atfedilen ama olmayan vasıflarına güveniyordu. "Sadâret Kethüdası (içişleri bakanı) Giritli Köse İbrahim Ağa ismindeki hain devşirmenin kendisini" müeyyed min indillah -Allah tarafından yardım gören, doğrulanmış- bir cihangir gibi gösteren dalkavukluğuna kapılıp sefere hazırlıksız çıkıyordu.
Dâmad Silahtar Paşa'ya kimse 'gururlanma' dememiş herhalde. İbrahim Ağa Mora seferinden önce Paşa'ya Mora fatihi olacağım söylemiş, o da gerçekleşmiş idi. Şimdi neden olmasın? Paşa'nın savaşa teşvikçisi bir de Lâli zade Abdülbâkî Efendi var ki, cifirle uğraşan melâmiye ricâlindendir. Avusturya seferinde başarılı olacağı müjdesini vermektedir. İ.H. Uzunçarşılı da, Nusretname’den alınma bir not var, diyor ki. "Vezir-i âzam babı hümâyuna varub ikindiye karib mahalde lâ'lî-zâde dedikleri mülhîd-i bî-din ve bî-mezheb müneccimin delaletiyle tûğı hümâyun çıkıp..." Evet; dinsiz ve mezhebsiz olduğu iddia edilen bu adam ve diğeri, vezir-i azamı savaşa teşvik ederken maksatları ne idi bilinmez. Belki de, paşa muvaffak olsa, zaferle dönse idi, hem kendisi kahramanlığını taçlandırırdı, hem de onu bu yola sokanlar takdir görürlerdi; hiçbir kötülükleri, belki farkedilmezdi!
Dâmad Vezir-i Âzam Silahtar Ali Paşa savaşa kesin kararını vermiş, seferi Şeyhülislâm'dan alınacak fetvaya kalmıştı. Devlet erkânını toplayıp, herkesin fikrini almak, sonrada Şeyhülislamın vereceği fetvaya göre hareket etmek niyetindeydi. Fetvadan emindi. Paşa'nın kararlılığını bilenler karşı gelmek istemiyorlardı. Paşa Şeyhülislam'a "Ne buyurursunuz" diye sorunca Şeyhülislam "Evet şimden sonra Nemçe üzerine seferde şüphe mi vardır?" cevabını ve önceden hazırlanmış savaş fetvasını, takdim etti. Fetva açıktan okunduktan sonra, Vezir-i Âzam, önce aykırı davranıp şimdi sükût edenlere;
"Efendiler niçin söylemezsiniz, bu meclis-i meşverettir; hak söylemede ne beis vardır?" deyince itirazlar münakaşa derecesine vardı ise de, karşı çıkanlar akıbetlerinden korktuğu için savaş aleyhtarlığından vazgeçip sefere karar verildi. Vezir-i Azama karşı çıkanların gerekçeleri, Avusturya'nın savaş açılacak bir davranışta bulunmadığı ve ordunun savaşın altından kalkacak imkânlardan mahrum olduğu yönündeydi.
 
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR
Petervaradin Bozgunu (5 Ağustos 1716)

24 Mayıs pazar günü Edirne'den dualarla uğurlanan Vezir-i Âzam ve Serdârı Ekrem Dâmad Ali Paşa 2 Ağustosta, Petervaradin'in yakınında, Karlofça kasabasındaydı. Türkün meşum bir yenilgiden sonra, elini ayağını bağlayan andlaşmanın yapıldığı yerdi, burası. Burada şansını çevirmeye çalışacaktı Türk ordusu. Bunun ilk denemesi de, ümit vericidir. 1500 kişilik Türk öncü birliği Almanlardan 8000 kişiyi mağlup etme başarısını göstermişti. Ne yazık ki; her şey başladığı gibi gitmiyor: Bu küçük savaşta sayıca çok üstün olan düşmanı perişan eden askerlerden esir ve kelle getirenler vezir-i âzam tarafından bol bahşişle mükâfatlandırılıyordu. Kethüda Köse İbrahim Ağa, paşanın önüne atılıp "Behey sultanım asker sınıfı zaten maaşlıdır; maaşı da bu hizmetleri için alırlar; bunlar gönüllü değil ki, böyle ihsanlarla teşvik edilsinler; ancak esir getirenlere yirmişer, kelle getirenlere onar kuruş versen yeter" deyip, vezir-i âzamın cömert ellerini yumdurmuş. Bu sözleri duyan asker açıktan, aleyhte söylenmeye başlayınca, korkan İbrahim Ağa, Reisülküttap vasıtasıyla ellişer altmışar kuruş dağıttırmış ise de, askerin morali bozulmuştur.
Sekiz bin kişilik kuvveti mahvolan düşman toparlanmaya, takviye kuvvetin yolunu beklemeye çalışırken, vezir-i âzam ordu erkânını çadırına çağırdı:
"Sizlerden her zaman bu Nemçeliye İslâm askeri ayağı tozuyla varırsa intikam alınır diye, duyarız; şimdi iki taraftan ateş başlamışken hücum olunsa nasıl olur?" diye sorması üzerine, Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa muvafık gördü ise de Rumeli beylerbeyi Sarı Ahmed Paşa:
"Asker yorgundur, daha ileri yürümek doğru değildir..." der ve karar Sarı Ahmed Paşa'nın görüşü istikametinde verilir; bu karar, daha önceki tecrübelerden hiç istifade etmeden, Türk ordusunun mahvına sebep olmak için verilmiştir. Bu, o anda pek belli olmamışsa görüş kıtlığındandır; belli idiyse ihanettir!! Düşmanın panik halinden yararlanmayıp, derlenip toparlanmasına, yardım almasına imkân tanımak, kendi askerini de savaştan soğutmak, hayra alâmet olmasa gerektir. Tarihçiler böyle yorumluyor bu işi.
Ertelenen hücum düşmanın beklediği fırsat idi. Takviye kuvvetlerine kavuşup, 5 Ağustos da meydan muharebesine başlarlar. Rüzgâr aleyhimize eser, askerimizin önce sol kanadı bozulur, sonra sağ kolda Anadolu Beylerbeyi Türk Ahmed Paşa şehit düşünce asker bozulur. İki tarafında kısa zamanda helak olması akıl alacak işlerden değildir. Askerleri şevke getirmek için ön saflara fırlayan Vezir-i Âzam Ali Paşa alnından vurularak şehid düşer...
Dâmad Ali Paşa, Mora Fatihi olarak anılıyordu; bu savaşı sağ olarak kazansaydı Macaristan fatihi de olacaktı. 'Silahtar Paşa', 'Damad Paşa', 'Mora Fatihi' ve son olarak en büyük unvanı aldı; Şehid! Bütün unvanları unutulup, Şehid Ali Paşa olarak tarihe geçti. Küçücük eşi, pâdişâhın kızı Fatma Sultan dul kaldı. Sultan henüz 12 yaşındaydı; kocası ile yatmamış, sadece nikâhı altında kendisi için yaptırılan sarayda büyümeye çalışıyordu. Ali Paşa büyüdüğünü göremedi ama bir başka paşa görecektir.
Şehid Ali Paşa'nın sadâret müddeti 3 sene 3 ay 8 gündür. Hakkın rahmetine kavuştuğu zaman 48 yaşındaydı.
Mağlubiyeti ve Vezir-i Âzamın şehâdet haberini acele İstanbul'a padişaha bildirdiler. Bu haberleri getiren, Muşkaralı İbrahim Efendi’dir ve büyük isim alma yolunda hızla koşmaktadır.
Pâdişâhla şehzade iken tanışmışlar, padişah olunca Sultan Ahmed onu da İmrahor yapmıştı, daha sonra sadaret kaymakamı…
Şimdi savaşın yapıldığı yerde yaşanan bir ibretlik olaya bakalım. Türk ordusunun yenilgisinde büyük pay sahibi olan "Sarı Ahmed Paşa Türk tarihinde son derece nadir görülen bir işe teşebbüs ederek Alman hizmetine geçmek üzere Hıristiyan oldu. Ancak bunun farkına varan Belgradlılar, Paşa'yı Almanlar'a kaçmadan yakalayıp parçaladılar. Bu olay Devlet mekanizmasının en üst kademelerini bile ne tiynette adamlann istilâ ettiğini göstermek bakımından mühimdir."
Ordumuzu bozan Prens Eugen Timeşvarı elimizden aldı. Rumeli'nden hazin Türk göçü başladı. İstanbul'da sadâret kaymakamı olarak bulunan Muşkaralı İbrahim Paşa, ölüm haberini getirdiği Şehid Ali Paşa'dan dul kalan Fatma Sultan'la evlenip pâdişâha dâmad oldu. (18 Şubat 1717) Bu sırada Sultan 13. İbrahim Paşa 55 yaşındadır. Zavallı Fatma Sultan, eli eline değmeyen ilk eşinden 35 yaş küçüktü, şimdikinden 42 yaş küçük.
Hacı Halil Paşa, Ali Paşa şehid düştüğünde Belgrad muhafızı idi. Sarı Ahmed Paşa Rumeli Beylerbeyi, Nevşehirli de mevkufatçıydı. Mührü Hümâyun Halil Paşa'ya, serdar kaymakamlığı Sarı Ahmed Paşa'ya verildi. Nevşehirli İbrahim Ağa, cephe sefahatini, Ali Paşa'nın şahadetini bildirme göreviyle İstanbul'a yollandı.
Nevşehirli'nin pâdişâh nezdinde itibarı sadrazamlardan bile fazlaydı. Pâdişâh onu cepheye göndermeyip Başemir âhur olarak yanında alıkoydu. Bol bol görüşme imkanları hasıl oldu. Zeki idi Nevşehirli. Biraz da hayata bakışı farklıydı. Ona göre, yaşamak ölmekten evlâ idi, böyle olduğu için de pâdişâhı sulha teşvik ediyordu.
Macaristan eriye eriye bitiyordu. Elimizde küçücük bir kartopu gibi kalan son Türk vilâyeti Banal'ın en müstahkem merkezi Timeşvar idi. Eflak ile Boğdan'ın kilidi mesâbisindeki Timeşvar'da, 144 bin kişilik Hıristiyan ordusunun ateşine dayanamadı. 44 gün yardımsız dayanan ordunun direnci kalmadı. Prens Ojen'e boyun eğdi. Vezir-i Âzam ve Ser-dar-ı Ekrem Halil Paşa elinde kalan "askerin dağılmasına meydan vermemek için orduyu alıp derhal Edirne'ye hareket etti."

Belgrad'ın Düşüşü (18 Ağustos 1717)

Nevşehirli İbrahim Paşa 18 Şubat'ta Damad oldu, itibarı biraz daha arttı ama sulh siyâsetini kabul ettiremedi. Vezir-i âzam Halil Paşa Timeşvar'ı tekrar almadan savaşa son vermek istemiyor. Hazırlığını tamamlayınca 12 Haziran'da Edirne'den hareket etti. Filibe'ye geldiğinde Belgrad Muhafızı Mustafa Paşa'dan bir mektup aldı. Düşmanın Pançova tarafından Tuna üzerine köprü kurup karşıya asker geçirdiği, hendekler kazarak muhasara tertibatı aldığı bildiriliyordu.
Vezir-i Âzam hızlı davranamadı. Prens Ojen üç haftadır kaleyi dövüyor, Halil Paşa harb meclisleriyle vakit geçiriyor, 60–70 bin askerle gelen Kırım Hanı Giray da eli kolu bağlı bekliyordu. Nihayet taarruza karar verilmişti. Fakat askerde iştah kalmadı. On beş günlük karşılıklı topçu ateşi sonunda 150 bin kişilik (Kırım askeri dâhil) Osmanlı ordusunda bozulma başladı. 80 bin kişilik, Prens Ojen'in ordusuna dayanamayan "Mısır ve Kürt askerleri kaçmaya başladı."
Savaş, Halil Paşa'nın mütereddit davranışı, orduyu idare edemeyişi yüzünden yarısı kadar orduya karşı kaybedildi. Vezir-i Âzamın bile doludizgin kaçtığı bu bozgunda Belgrad Kalesi vire ile üç günde teslim edildi.
Belgrad'da uğranılan kayıp 10 bin şehit ve 10 bin yaralı. Karşı tarafın zayiatı ise "ancak iki bin ölü ve üç binden biraz fazla yaralıydı." Maddi kayıpların dökümü şöyle: "131 top, 31 obüs topu, 20 bin top güllesi, 30 bin kumbara, 600 fıçı barut, 300 kurşun, 51 bayrak, dokuz tuğ, dört süvari dümbeleği, bir mehter takımı davulu, bir büyük sipahi dümbeleği."
Arnavud Halil Paşa Nevşehirli'nin istediği sulha yanaşmamış, inatla girdiği savaşı facia biçiminde kaybetmişti; azledildi, Nişancı Mehmet Paşa sadârete getirildi. (26 Ağustos 1617)

Pasarofça Barışı (21 Temmuz 1718)

Nevşehirli İbrahim Paşa sulh taraftarı olmakla puan topluyordu. Girilen savaş Türk ordusunun yenilgisiyle bitince, elbette, "Keşke savaşmasaydık" denir. Sultan Üçüncü Ahmet için de savaş sevimli bir şey değil. Ordunun eski karakteri kalmamış. Savaşıp, komşuların (düşmanların) gözünde küçülme yerine akıllı bir sulh yapmak daha iyidir. İbrahim Paşa birçok özelliğine ilaveten, devleti savaşlara sokmama beceri ve isteğiyle de pâdişâha hoş geliyordu. Mührü Hümâyun böyle bir vezirin boynunda durdukça rahat edileceği ümidi Nevşehirli İbrahim Paşa'nın yolunu açtı. 9 Mayıs 1718'de sadârete getirildi.
İbrahim Paşa, doğduğu köyden mülhem Muşkaralı diye anılır, ama bu köy pek bakımsızdır, adı da hiç sevimli değil. Sadrâzama lâyık olmadığı belli; ama sadrâzam vefalıdır. Kayınbabası olan pâdişâha yepyeni ufuklar açıp başka âlemlerde yaşatmaya gayret ederken köyünü de güzelleştirir, geliştirir bir şehir haline getirir. Bu eski köye, Yenişenir karşılığı o zamanın diliyle "Nevşehir" denir ve Paşa'da Nevşehirli, diye anılır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 9 Mayıs 1718 de sadrâzam olur, 21 Temmuz da Pasarofça Anlaşması imzalanır. Türk heyetinin başı Silahtar İbrahim Ağa, yardımcısı Yirmisekiz Mehmed Çelebi'dir. Pasarofça Anlaşması ile yorgun Türk ordusu kendine gelmiş ve iyi bir netice alınmıştır.
Bizim için önemine binaen Pasarofça sulhunu birkaç cümleyle anlatalım. Avusturya ile Osmanlı'nın sulhu yabancı devletler tarafından daha önce gündeme getirilmişti. İstanbul'da bulunan İngiliz ve Felemenk elçileri barış için aracılık yapmayı teklif etmiş ve müspet cevap alamamıştılar. Şehid Ali Paşa'nın hedefi büyüktü. Daha sonra vezir-i âzam olan Halil Paşa da sulha yanaşmamıştı. İngiliz Elçisi Montegü Viyana'dan İstanbul'a gelirken barış için uğraştı, Avusturyalılar Belgrad'ı almadan sulh yapmayız, dediler. Barış bu günlere sarktı.
Osmanlı ordusunun mağlubiyetleri, devleti sulh istemeye mecbur etti. Vezir-i Âzam Belgrad'ı elimizden alan kumandan Ojen'e bir mektup yazdı. Barışalım diyordu. Prens Ojen imparatorundan izin alması gerektiğini bildirdi. Sonunda iki tarafın da rızasıyla karar verildi.
Barış görüşmelerinin yapılacağı yer "Morava'nın sol sahilinde ve bu nehrin Tuna'ya karıştığı nokta civarında bulunan Pasarofça şehri idi. Osmanlı Devleti'ni temsilen Şıkki-Sani Defterdarı Silahdar İbrahim Ağa ve aynı meslekten Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Pasarofça'ya hareket ettiler. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa her ihtimale karşı tedbiri düşünüp, ordu başında Sofya'ya geldi.
Sulh müzakerelerinde "Avusturya, taleplerinde oldukça ılımlı davrandı. Belki Adriyatik üzerinde Venedik'i fazla kuvvetlendirmekten çekindiği, belki Ruslar ve Lehlilerden endişe duyduğu, belki de, artık ezici olmaktan çıktığı için Osmanlı Devleti'nin İmparatorluk için yararlı olabileceğini düşündüğünden Viyana, Sırbistan'ın anahtarı Belgrad'ı ve bazı önemli birkaç kaleyi muhafaza etmekten başka bir şey istemedi. Balkan Dağları Edirne'nin yakın kalesi oluyor, Tuna, Vidin, Niğbolu, Sofya bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu'nun tabii ve suni bir kuşağı haline geliyordu."
"Osmanlı ordusu harb edemeyecek kadar bozulmuş olduğu için, böyle bir sulhun akdi mühim bir zaruret ve hatta siyasî bir muvaffakiyet sayılabilir."
Vezir-i Âzam Nevşehirli İbrahim Paşa barış şartlarından duyduğu memnuniyeti bir takrir ile pâdişâha bildirdi: "Bir sulh anlaşması olur derdim amma, bu kadarını beklemezdim. Bu işin böylece vücuda gelmesi pâdişâhın baht-ı hümâyunları kuvvetinden nâşidir.
Askerimizin hali malûm, on bin düşman olsa yüzbin askerimiz mukavemete kadir ol-mayub firar ederler..." Aşağılarda da benzeri kelimelerle pâdişâhı rahatlatmaya çalışan Nevşehirli durumdan çok memnun. Pâdişâh da ona şöyle diyordu: "Sulh karar bulduğu yazılmış, memnun oldum; bu dahî inşallahu teâlâ hayırdır. Hemen serhadlerin nizâmına ve metanet verilmesine sarf-ı makdur edersiz."
Vezir-i Âzamın ve pâdişâhın hasretini çektiği güller açmaya başlayacak; günler, güler yüzlü insanların şakımasıyla dolacak. Sonu hesaba katılmazsa eğer pâdişâhla vezir-i âzam ve onlara ayak uydurabilen bir kısım devletli vs. on iki senede asırlara yetecek derecede kâm alacaklar.
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kahraman olma hevesi, pâdişâhın ondan böyle bir beklentisi yok. Asude bir hayal ikisinin de özlemidir. Fakat yaşanan asır, etraftaki komşular iki gönlün murat almalarına uygun değildir. Ne yapılırsa her şeye rağmen yapılacak, yine hayat kanlı yüzüyle de ara sıra arz-ı endam edecek, meşum sona nasıl olduğu anlaşılamadan ulaşılacak:

Lâle Devri (1718-1730)

İsmi 200 sene sonra konmuş. Devlet hayatı için kısa sayılır ama bir pâdişâh için uzun, tam 12 sene. Üçüncü Ahmed'e masal hayatı yaşatan senelerin mimarı Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'dır. 1718–1730 seneleri arasında yaşanan bu devir için Yılmaz Öztuna diyor ki:
"Lâle devri, savaşlardan, ihtilâllerden bunalan İstanbul'un ve onu taklit eden diğer şehirlerin, İbrahim Paşa'nın öncülüğünde hayatın maddi zevklerinden yararlanmak istemesiyle tarif edilebilir."
Ne yazık ki bu devir bir ihtilâlle, hem de bir hamam tellağı, Halil isimli serserinin öncülüğünde başlayan ihtilâlle neticelenir.
Vezir-i Âzam Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa iyi tahsil görmüş; görgülü insanları seven, şiir ve edebiyata aşın derecede meraklı ve bu sahada yetişen insanlara saygı gösteren, onları koruyan bir insandı. "Seyyid Vehbi, Nahifi, Ahmed Neylî, Nedim, Müverrih Raşid, Osman zade Tâib gibi değerli şairler ve kalem sahipleri hep onun himayesine nail olmuşlardı."
Vezir-i Âzam o zamanın en önemli ilim, fikir, edebiyat, sanat adamlarından meydana gelen kalabalık bir heyetle, belirli vakitlerde toplantılar yapıyordu. Tarihe merakından bu konuyu sık sık tartışmaya açıyor, bilgiler genişletiliyordu.
Vezir-i azamın özelliği tek cepheli olmamasıdır; pâdişâha dâmad olmanın verdiği cesareti, aklına, bilgisine olan güveni geniş bir serbest alan sağlıyordu kendisine ve bunu çok iyi kullanıyordu. Sulhcu oluşu, savaş masraflarım ortadan kaldırıyor; ilim ve sanat erbabını memnun etmesi, pâdişâhı eğlendirmesi için gerekli paraları da bazı hayali masrafların kısılmasıyla sağlanıyordu. Bunun için; "Evvela Şam'da bulunan yeniçerileri yoklamaya tabî tutarak mahlûlerini sildirip, sayılarını 750 ye indirdi; ocaklık mukâtasından ipek, gümrük kahve, ağnam ve dahiliye gibi bazı vergileri Şam defterdarlığına, yâni miriye mâl etti..."Bunun gibi daha bir çok yolsuzlukları önleyip devlet gelirlerini arttırması, bu gelirleri de şehirlerin güzelleşmesine, biraz da sefahate harcaması bazılarının rahatsızlığına sebep oldu.
"Daha ziyâde pâdişâh kasırları, sultan sarayları, vükelâ konakları, cami, medrese ve çeşme gibi yapılara taalluk eden inşaat faaliyeti zamanla genişlemiş; sadrâzam, pâdişâhın ve kendisinin hoşuna giden semtlerde binalar yaptırmağa, buraları cami, mektep, köşk, çeşme ve bahçeler ile şenlendirmeğe ehemmiyet vermiştir"
Nevşehirli İbrahim Paşa'nın imar faaliyetlerinde Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin tesiri olmuştu. Elçilik göreviyle Fransa'ya gönderilen Çelebi, dönüşünde bir sefaretnâme sunmuş, Fransa'nın güzelliklerini anlatmış, Paris'teki güzelliklerin İstanbul'da olmaması Nevşehirli'yi gayrete getirmiş ve hemen kollan sıvamış. Nasıl olsa devlet sulh ve sükûn içerisindedir, birazda dünya nimetleri tadılmalıdır! Paşa, dünyada silinmez izler bırakmaya azimlidir. Kıskançlığı kırbaçlananlar, bu masraflardan dolayı geçim sıkıntısına düşenler, günden güne derinleşen sosyal yaralar paşanın gözüne görünmemektedir.
İstanbul'un en önemli mesire yerlerinden sayılan Sâdâbad cazibesini Nevşehirli'ye borçludur. Eyüb civarındaki "hadaiki sultaniyeden" Karaağaç bahçesine kadar olan sahada, dere kenarı hükümet erkânına tevzi edilmiştir. "Boğaziçi'nin muhtelif yerlerinde, meselâ Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Bebek, Hisarlar, Üsküdar, Çubuklu v.b. kasırlar, yalılar, cami ve çeşmeler ile güzelleştirilmiştir. Şairane isimler ile (mesela, Emrâbâd, Neşâtâbâd, Hümâyunâbâd, Feyzâbâd) anılmaya başlanmış, buralarda devletin ileri gelenleri ile şehrin zenginleri gönül eğlendirmişlerdir.
Refahın adil paylaşılmaması zaman içinde sınıflar arası uçurumu derinleştirince, birilerinin o uçuruma gömülmesini kaçınılmaz hale getirmiş. Bütün yeniliklerde, bahçe düzenlemelerinde Lale'yi unutmak mümkün mü? O senelerin en makbul, en sevilen bitkisi lâledir. Avrupadan çeşitli lâle soğanları getirilerek İstanbul'un gezi mahalleri bunlarla donatılmış. Lâle Devri ya! 239 nev'inden bahsedilen lâlenin fiyatı öyle yükselmiş ki, Mahbub ve Nizei rumani adlı lâleler astronomik bahaya çıkmış. En sonunda çiçekçibaşı İstanbul kadısından Narh koymasını istemiş.

Matbaanın Gelişi

"Nevşehirli'nin, ileride hayatına mal olacak gösterişli israfların" yanında, yine sonradan takdire şayan bir yeniliği Türkiye'ye matbaayı getirmesidir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi'nin oğlu, Fransa'da gördüğü matbaanın ehemmiyetini kavramış, bunu Nevşehirli'ye anlatmış, bu iş için çırpınan İbrahim Müteferrika'nın da arzusuyla, Türkiye matbaaya kavuşmuştur. Müteferrika'mn evinde kurulan matbaanın bastığı ilk eser Vanlı Mehmed Efendi'rûn telifi olan Sihah i Cevheri isimli lügatin tercümesidir. Bu lügat Van-kulu Lügati diye meşhur olmuştur.
Matbaanın yerleşmesi kolay olmamış; çeşitli mahzurlar ileri sürülmüş, amma netice; yenilikçi görüşün zaferiyle noktalanmıştır.
Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa'nın yenilik hareketleri devam ederken, devrin ünlü şairi Nedim en olgun çağını yaşamakta, en güzel şiirlerini söylemektedir. Şehid Ali Paşa diye anılan sadrâzamın zamanında, ona yazdığı kasidelerle aradığım bulamayan Nedim, Nevşehirli sayesinde ikbâl günlerine kavuşmuştur. Pâdişâh tarafından da takdir gören şair "göz alıcı lâle deviri zevklerini yaşıyor ve devrin ruhu olan şaire hediyeler, ihsanlar yağıyordu. Resmî ve özel ziyafetlere, helva sohbetlerine, Çırağan şenliklerine çağrılıyordu."
Padişah III. Sultan Ahmet, tenperest ve zevk u safa düşkünüdür. Sarayı kadınlarla doludur. Cariyelerinin sayısına bakmadık; 'kadınları' diye Çağatay Uluçay'ın tesbit ettikleri şunlardır: 1- Emetullah Kadın; Başkadını, 2- Ayşe Kadın; 3- Emine Kadın, 4- Fatma Kadın, 5- Gül¬sen Kadın, 6- Hatice Kadın, 7- Hurrem Kadm, 8- Meyli Kadın, 9- Mihrişah Kadın, 10-Nazife Kadın, 11- Nejat Kadın, 12-Rukiye Kadın, 13- Sadık Kadın, 14- Ümmügülsüm Kadın, 15- Zeynep Kadın, 16-Hanife Kadın, 17- Şermi Kadın...
Padişah bütün kadınlarım huzurlu kılmak için çaba sarf ederken, Nevşehirli İbrahim Paşa'nın üstlendiği vazife daha zordu. Bütün bu kadınları incitmeden velinimeti ve kayınbabası olan padişahı eğlendirecek, herkesin gözüne girecek; bunun için çabalıyordu:
İstanbul’da esen hava iki türlüdür: Biri imkânı olupta yaşayabilen üst sınıf için tepeden tırnağa zevk ve eğlence, diğeri, bunlara hazırlanan imkânların yükünü çekmeğe mahkûm alt sınıf... İkisi de sürüklendiği yere kadar gidecek, ama bir yerde geçit vermez bir dağa çarpılacaktır.
Lüks ve sefâhata bulaşan zenginlerin ve devletlûlerin hanımları eğlence yerlerine çok rağbet etmekte, hayatın tadını çıkarmada erkeklerle yarışmaktaydılar. Kendilerini Avrupai yaşayışa kaptıran bu kadınlar, giyim kuşamlarımda geleneklerin dışına taşırınca, haklarında bir ferman yayınlanır. Ahmed Kabaklı'nın Türk Edebiyatı kitabından aktarıyoruz. Sadeleştirilmiş haliyle.
"Allah her türlü belâ ve afetten korusun, İstanbul, Osmanlı ülkelerinin yüzsuyudur. Ahâlisinin tabaka tabaka tesbit edilmiş esvapları vardır. Hal böyle iken bazı yaramaz avretler, halkı baştan çıkarmak kastı ile sokaklarda süslü püslü gezmeğe, libaslarında türlü yenilikler göstermeğe, kefere avretlerini taklid ederek başlıklarında acaip şekiller yapmağa başlamışlardır."
"Irz ehli ve ismet sahibi kadınlar dahi kocalarını, kendilerine, bu yeni çıktı elbiseleri yaptırmak için zorlamakta imiş. Kadınlar, bundan sonra büyük yakalı feracelerle sokağa çıkmayacaklar, feracelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit kullanmayacaklar. Sokak veya mesirelerde yeni çıkma feracelerle görülürlerse, feracelerinin yakaları, o anda alenen kesilecektir."
Bu fermandan da açıkça belli olduğu gibi yeni bir sosyete türemiş, yeni bir hayatı alabildiğine yaşamakta. Nedim de şiirlerini bu atmosferde yazmaktadır. Dilimiz varmıyor amma, bütün bunlar şarap kadehlerinin arkasında yaşanmakta; bu sayede üzüntü verici hadiselerin üstü sarhoşluk salıyla örtülmekte idi. İşte havaya uygun; Nedimce mısralar:

Ayağın sakınarak basma aman sultanım
Dökülen mey, kırılan şişe-i rindân olsun


Sâdâbadda kayık safasından ilham alan mısralar:

Eyvah o üç çifte kayık aldı kararım
Şarkı okuyup geçti bir afet var içinde


Ve Lâle Devri için fazla uzağa gitmeğe lüzum bırakmayan o günleri bize şerheden bir Gazel'i:

Ben kimseye açılmaz idim dâmenin olsam
Kim görür idi sineni, pîrâhenin olsam.
Daim arayan bulsa civanım seni bende
Bir gonca gül olsanda senin gülşenin olsam.
Destide, kadehte doyamam görmeğe, bari
Ey gevher-i şeffaf, senin mahzenin olsam.
Döğülmeğe, söğülmeğe, kağulmağa billâh
Hep kaalim amma ki efendim senin olsam.
Çeşmânının öğrensem o kâfirce nigâhın
Bir lâhza Nedim-i nigehi per ferin olsam.


Şairdir, abartır; şiirdir sınır tanımaz, amma; illaki çağının, yaşanan hayatın aynasıdır.

Zelzele ve Yangın

Anlatılan lüks, israf, çılgınlık, ilim, kültür, eğlence hayatı kesintisiz devam ediyor değildi. 25 Mayıs 1719'da, İstanbul, İzmit ve Karamürsel şiddetli bir depremle sallandı. İstanbul'da pek çok bina ve şehir suru baştanbaşa yıkıldı. İzmit'te bir hayli bina harab oldu. Karamürsel'de epey tahribat meydana geldi. Şehrin imarına olağanüstü ehemmiyet veren vezir-i âzam depremin zararını telafi etmekte gecikmedi.
Depremden iki ay kadar sonra Gedikpaşa'da çıkan yangın birçok sarayın kül olmasına yol açtı.

Hayret Verici Bir Olay

Aynı sıralarda enteresan sayılacak bir hâdise yaşandı. Belki bugünkü bazı kişilere örnek olur, ibret olur diye Hammer'den aktarıyoruz: "... Ayasofya Camii Vaizi Şeyh İspirizâde, Dad harfinin telâffuzuna Araplarınkine benzeyen bir yenilik getirdiği için Şeyhülislâm tarafından şiddetli azarlandı!"

Düğün Merasimleri

Lâle Devri eğlencelerinin dışında, geleneksel olan iki eğlenceden bahsedeceğiz. Biri evlilik, diğeri sünnet düğünleri. Sultan Ahmed'in üç kızından biri Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa ile biri Nişancı Mustafa Paşa ile biri de Rakka Valisi Ali Paşa ile evlendi. Ayrıca İkinci Mustafa'nın iki kızı da iki paşayla evlendirildi. Padişahın dört oğlunun sünnet düğünü de bu arada yapıldı. Bu sultan ve şehzadelere ait merasimler film içinde film gibiydi. Yaşanmakta olan çılgın eğlencelere ayrı bir boyut getirmişti.
Pâdişâhın eşi çok olduğu için evladı da çoktu.
Düğünlerin devamı müddetince mutbaktan Halil müfettiş seçildi. Sultan Ahmed'in emriyle, sünnet olan dört şehzade için ve ayrıca diğer kırk oğlu için şekerleme bahçeler yapılacaktı. Hurma ağaçlarından yapılacak bu bahçelerden sünnet olanlara ait hurmaların yüksekliği diğerlerinden fazla olacak. Bahçe ile alâkalı teferruat çok fazla, biz aktarma lüzumu görmüyoruz. Lafların dönüp dolaştığı konu aynı; şekerleme, hurma vesaire.
Şimdi düğünlerde yenmesi için etraf kazalardan getirtilen gıdalara bakalım: 7.900 tavuk, 1450 hindi, 3.000 piliç, 2.000 güvercin, 1.000 ördek...
Tören alanının aydınlanması için 5.000 lamba, ayrıca o günün tekniği ile yapılabilen, yarım ay şeklinde ateş böceği gibi yanıp sönen bin lamba... Hepsini sıralamak istemediğimiz bir yığın lüzumsuz gibi görünen şeyler, şeyler. O günün adetlerine göre müsrif bir padişahın yapabileceği ne varsa hepsi... ama bakıyoruz, bütün bunlar dört şehzadeyle beraber sünnet olacak 5.000 çocuk için yapılmakta; biraz yüreğimiz ferahlıyor.

Düğünler eğlenceye eğlence katarak devam ediyor, Şark'ta Havalar Bulanıyor.

Nevşehirli İbrahim Paşa'nın da rahatını bozacak hâdiseler cereyan etmeye başlamış; İran'daki Safevî hâkimiyeti Efgan Türkleri tarafından sallanmaktaydı. Dengeler bozuluyor, Efganlılar İran'ın önemli şehirlerini teslim alıyorlar, Türkiye ile sınır münasebeti olduğu için dikkatle takibi gerekiyordu.
İbrahim Paşa üç cephede savaş açtı. Tez zamanda fethedilen, İran'ın bazı şehirlerinin anahtarları pâdişâha takdim edildi. Tiflis, Gori, Hay, Hemedan, Erivan, bu seferin kazandırdığı şehirlerdir. 23 Temmuz 1723'ten 3 Ekim 1724'e kadar yapılan savaşlarla kazanılan bu şehirler, savaştan iyice soğumuş bulunan askerler için de bir ısınma hareketi olmuştu ve tabiî Erzurum Beylerbeyi Silahtar İbrahim Paşa, Van Valisi Köprülü zade Abdullah Paşa, Azerbaycan ve Bağdad Valisi Hasan Paşa takdir edileceklerdi. Hak etmeyene bir şey verilmez, ağır davranan Silahdar İbrahim Paşa yerini kaybetmiş, yerine gelen Arifi Ahmed Paşa görevi tamamlamış, teşekkürü o almıştır.

İlmî ve Fikrî Hareketler

Hatırlardan hiç çıkmayan neticenin dayanağı, İstanbul'da yaşanan lüks ve israf, alışılmamış eğlence hayatı idi, diğer hareketler bunun gölgesinde kalmıştı. Hâlbuki Nevşehirli İbrahim Paşa'nın kocaman bir beyni vardı. Esas olarak onun tatminine de çaba sarf ediyordu. Paşa'nın bu tarafını, sadece teşkil ettiği ilim hey¬tinin isimlerine dokunmak bile, biraz gösterebilir.
Eski İstanbul Kadısı Mehmed Selim Efendi; bu şahıs Tezkirel-üş-Şuara sahibidir. İshak Efendi ki ileride Şeyhülislâm olacaktır. Sabık Şam Kadısı Medhî, sabık Halep Kadısı İlmî, Sabık Selanik Kadısı Mestcizâde Abdullah, ulemadan Razî Abdüllatif, Kara Halilzâde Mehmed Said; bu zat da ileride şeyhülislâm olacak. Eski İzmir Kadısı Meylî Ahmed, Seyyid Vehbi, Nedim Ahmed, Tarihçi Küçük Çelebizâde İsmail Asım, tezkireci Şerif Halil, İzzet Ali Bey, Afvî Mehmed Bey, Rumeli kazaskerlerinden Şeyhi Mustafa Efendi ve Hacı Çelebi. Fetva Emini Ömer Efendi, Galata marullerinden Mustafa Efendi, Süleymaniye Şeyhi Arab Hasan Efendi, Fatih Camii Şeyhi Ali Efendi, Müderris Yekçeşim İsmail Efendi, Recepzâde Ahmed Efendi, Turşucuzâde Efendi, Darandeli Mehmed Efendi, Arabzâde Salih Efendi, Şamlı Ahmed Efendi, Tavukçubaşı Damadı Mustafa Efendi, Yanyal, Esat Efendi, Şakir Hüseyin Bey, Razi Efendizâde.
İçlerinde meşhur olmuş isimler yoksa bile, bir gün bir yerde meraklısının karşısına çıkabilir düşüncesiyle tek tek isimleri sıraladık. Bilinmeseler de, bu in-sanlar o zamanın en yetkinleriydi. Belirli zamanlarda yapılan toplantılarla beyin jimnastiği, çeşitli dallarda tartışmalar, meşhur ve lüzumlu eserlerin tercümeleriyle ilgili, tekliflerle ilgili beceriler sergilenirdi.
Adına sonradan "Lâle Devri" denen Nevşehirli dönemi aslında çok yönlü geçmekteydi. "Anadolu, Mısır ve Kırım'la ilgili asayiş tedbirleri" ihmal edilmeden alınıyor, Batıyla sulh içinde yaşanıyordu. İran'da fetihler de devam ediyor. 1730 senesine böylece gelindi.

İran'a Savaş İlanı

Efganlı Eşref Şah ve Osmanlı Devleti tarafından uğradığı kayıpların telâfisi için savaşan Nadir Şah, galibiyetle Efganlı Eşref Şah'dan topraklarım geri aldı. Safevi saltanatını yeniden kurdu. İstanbul'a gönderdiği elçi ile de Osmanlı işgalindeki topraklarının iadesini istedi ve hemen taarruza geçti. "Safevi ordusunun hareketine karşı koyması gereken Hemedan Muhafızı Abdurrahman Paşa askerini bırakıp kaçtı ve orası sükût etti. Bu durum İstanbul'da sefahat tarlasına düşen bir yıldırım oldu. Nevşehirli'nin topladığı "Fevkalâde meclis"te Seferi Hümâyun açılmasına karar verildi.
Seferi Hümâyun denince ordunun başında pâdişâhın bulunması lâzım ya; Sultan III. Ahmed İstanbul'dan ayrılmak istememiş. Nevşehirli, asker arasında "Hadise-i mekrûhe" şiddetli huzursuzluk olacağını anlatarak pâdişâhı Üsküdara geçirmeye zorla ikna edebilmiş.
Üçüncü Ahmed'in sefere çıkmak istemediği halk arasında konuşulmaya başlamıştı. Şehir halkı zaten senelerdir huzursuzluk içerisinde, padişahtan ve damadı vezir-i azamdan ümidi kesmiştiler. Yeniçeri Ocağı cadı kazanı gibi kaynıyordu. İmparatorluğun her tarafında adı deftere yazılı olup kendisi görünmediği için defterden silinen Yeniçeriler Nevşehirli'den nefret ediyorlardı.
Orduyla alâkası kesilip esnaflık yap¬maya başlayan yeniçeriler halkı isyana teşvik ediyorlardı. Göreve devam eden yeniçerilerin çoğu vezir-i azamın Fransa'dan mütehassıslar getirip, Üsküdar'da bir kışla kurdurup, yeni askerlerin orada talime başlamasını kendi hayatlarının sonu sayıyor; bu yüzden işin önüne erken geçmeyi tasarlıyorlardı.
Sancağı şerifi alıp Üsküdar'a geçen Sultan Ahmed, vilayetlere birer yazı göndererek sefere çıkacağını ilân eder. Yapılan hareketler an'ı kurtarmak içindir, ne pâdişâhın niyeti vardır sefere, ne vezir-i âzamın. Üsküdar'da vakit geçirilirken boşalan İstanbul'da fitne ateşi alevlenmektedir.
Ayaklanmayı tertip edenlerden şeyhülislâma kâğıt gelmişti; bunlar yarı açık yarı imâ ile "Biz Mahmud-ül hısal bir pâdişâh isteriz" diye Şehzade Mahmud'u işaret ediyorlardı.
Daha önceki pâdişâhlar da görmüştük; ayaklanmalar ekseri ayaklananlar lehine neticeleniyordu. Hatta vezir-i âzamlar, isyancılara muhatap olan pâdişâha "Kul kısmı istediğini ala gelmiştir; siz de âdete uyun, istedikleri kelleleri verin Hünkarım" diyorlardı. Bu sefer biraz farklı, hem vezir-i âzam hem de pâdişâh hedefte, ikisinin de birbirini kurtarma şansı görünmüyor!

Patrona Halil İsyanı (28 Eylül 1730)

III. Sultan Ahmed Vezir-i âzam Nevşehirli İbrahim Paşa'nın hazırladığı sâdâbad eğlencelerinde Nedim'in

Gezermiş kasrın etrafında yer yer taze mehnûlar
Mükâhhal gözlü, şirin sözlü, leyli yüzlü ahular
Heman alkış sedasın andırırmış çağlayan sular
İderlermiş duasın padişah mâdeletkârın...


Şiiriyle kendinden geçerken, şerefâbada gitmek için vakit ayırmaya çalışıyordu. Eğlence yeri çoktu; hepsinde de padişahın varlığı arzu ediliyordu. Onun için Nedim

Hangi gün teşrif ider şahım deyû can atmada
Gel şerafâbadı gör şevketli hünkarım hele...


diyor, pâdişâh ta mübarek bedenini esirgemiyordu. Onlar bu eğlencelerde, her şeyi israf ederlerken, birileri de bu devrana son vermenin hesabını yapıyordu.
İsyancı başının Patrona Halil olduğu yazılıdır kitaplarda ve bazı arkadaşlarının adları, kimlikleri sıralıdır. Bunların belli başlıları şunlar: Birinci isim Patrona Halil Hurpişteli bir Arnavud'dur, arkadaşı Muslubeşe Rusçuk kazasının Karalar köyünden olup aslen Ulah imiş. Diğerleri, Ali Usta, Karayılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, cebecilerden Kutucu Hacı Hüseyin, Manav İsmail isimli şahıslardı"
Halil irikıyım bir dellaktı. Bâyezid hamamında çalışırken peştemalı atıp yalınayakla sokağa fırlamıştır, yanında Muslu olduğu halde, ellerinde hançerle gören Hollanda'lı bir ressam, resimlerini çizmiş, yalınayakları ile tarihi bir vesika olarak duruyor.
İ.H. Danişmend Abdi Tarihi'ne göre, diyor, bu "Eşkiyâ" hemen kamilen Arnavud, Boşnak, Çingene, Bulgar, Yahudi, Rum, Ermeni, Laz, Acem, ve Kürt “Erazil-ü esâfil”inden mürekkeptir.
İsyan bayrağının açıldığını haber alan pâdişâh, gece Üsküdar'dan, devlet erkânıyla beraber Topkapı Sarayı'na geçerse de saray muhafızları dağılmış olduğundan kendisini koruyacak kimseyi bulamaz.
Çarşılarda hiçbir dükkân açılmamış, ehli namus evlerinde, olacakları merakla beklerken hapishaneler boşalmış, zengin evleri, devletlilerin konakları, sarayları yağmalanmaya başlanmış... Yine önceleri seyrettiğimiz filmlerden hatırladığımız sahneler... Belki de çoğunun Cenabı Allahla arası hiç hoş değildir amma moda deyimdir "Şer ile davamız var" deyip halkı da isyanın içine çekmeye çalışırlar. Geniş olarak tarih kitaplarına geçen, bu isimle Romanı yazılan olayın özetini vermeye çalışıyoruz. Yazarken de, kalemimiz hiçbir haz duymuyor, pâdişâh bizimdir, devlet bizimdir, tarih bizimdir...
Âsiler, pâdişâhın yaşayışından memnun değildir ya, bunda başkaları kusurlu bulunur, onların bertaraf edilmesi istenir. Belki de ilk adımın böyle atılması, isyan yasasına! daha uygundur!
Saraya gönderilen haberde, derler ki:
— "Pâdişâhımızdan her veçhile hoşnuduz; lakin devletlerine zarar ve hıyanetleri olan dört kişiyi iki saate kadar bize takdim edin" sonrada haseki ile yekûnu otuz yedi kişiyi bulan isim listesini pâdişâha gönderdiler."
İlk istenenler Vezir-i âzam Damad İbrahim Paşa ve Paşa'nın damadları olan, Kaymak Mustafa Paşa, Sadâret Kethüdası Mehmed Paşa, bir de Şeyhülislâm Abdullah Efendi.
Herkes canının derdinde, tabiî ki Şeyhülislâm da! Daha önce kendisine "Biz Mahmüd-ül hısal bir pâdişâh isteriz" yazılı kağıt gönderildiğini hatırlatıp, "Asilerin maksadı Şehzade Mahmudu hükümdar yapmaktır, niçin uzun düşünürsünüz" demiş.
Vezir-i âzam "ben ölüm eri olmuşumdur; lâkin velinimetimin hal edilmemesine çare düşünelim" derken, velinimeti onu gözden çıkarmıştı. Pâdişâh, âsilerin istediğini alacağına inanıyordu. Bir iyilik yaparak vezir-i azamı ve damadı olan Nevşehirli'yi damatlarıyla beraber asilere diri diri teslim etmeyip, öküz arabasıyla cesetlerini gönderdi. Sultan Ahmed tahtını kurtarmaya çalışıyordu, İspiri zade Ayasofya vaizidir, aklı başında adamdır, boş konuşmaz, Nevşehirli İbrahim Paşa'yı çekemeyenlerdendir; belki bu yüzden padişaha da içinde bir miktar hoş olmayan hisler vardır. Sultan Ahmed'e der ki:
— "Pâdişâhım siz saltanattan çekilmedikçe bu kıyamın dağılması muhaldir" Hoca Efendi haklı. Âsiler kendisine karşı ayaklandıkları pâdişâhı tahtta bırakırlarsa, biraz sonra başlarına nelerin geleceğini bilirler.
Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan kapısına bir at yaklaşıyordu; kuyruğuna bir ip bağlanmış; ipin diğer ucu bir cesedin boğazında. Padişahın, sağ olarak teslime yüreği el vermediği İbrahim Paşa'nın âsilerce reddidir bu. Ve asilerin yükselen sesi.
— "Pâdişâhımız İbrahim Paşa'yı saklayıp kürkçü Manol'u ona feda eylemiş. Halife olan pâdişâha böyle yalan yakışır mı?"
Pâdişâha en has adamını öldürmeyi yakıştıranlar, bu durumda yalanı yakıştıramıyor. Buna pâdişâh inanacak değil ya; anlıyor vaziyeti. Yeni tayin edilen vezir-i azamı, Anadolu ve Rumeli Kazaskerini çağırıp, niyetini söylüyor. "Bu kadar zamandan beri İbrahim Paşa'nın şahsı herkesçe malûm iken âsilerin bundan kasıtları benim saltanatımı istemedikleri aşikârdır benim dahi tabiatımda saltanata ve hilâfete fütur gelmiştir..."
İhtilâlcilerin oyununu pâdişâhın anlaması normaldi. Öncesini hiç saymasak bile, 12 senelik sadrâzamı cesedinden tanımamaları mümkün olmayan güruh, "bize yanlış ceset gönderdin" diyerek, hikâyedeki Kurt rolünü oynuyorlardı. Hani suyun alt yanındaki kuzuya kurt "suyumu bulandırıyorsun" diyordu ya. Şimdi de ihtilalciler pâdişâha, atın kuyruğuna bağladıkları Nevşehirli İbrahim Paşa'nın cesedi için "Bu o değil, Kürkçü Manol" diyorlar.
III. Ahmed kendisinin ve evlatlarının canına dokunulmaması için garanti aldıktan sonra yeğeni Şehzade Mahmud'u yanına getirtip alnından öper, yeğende amcasının elinden öper ve hemen biat edilir. Sultan Ahmed saltanatı teslim ettiği yeğenine nasihatinde, derki:
— "Vezirine teslim olma; dâima ahvâlini tecessüs eyle ve beş on sene birini vezarette müstakil istihdam eyleme ve kalemi düruğlarına asla itimad etme; merhamet sahibi ol ve sahaveti elden koma; kendin gör, ele itimat eyleme; işte benim ahvalim sana nasihat için kafidir. Oğlum; baban -İkinci Mustafa- devlet işlerini Feyzullah Efendi'ye ve ben vezir-i azama bıraktığımızdan bu hâller başımıza geldi. Sen bizzat idareyi eline al."
Sultan Ahmed daha önce oğlu Süleyman'dan benzeri sözler dinlemişti. Demişti ki Süleyman, Vezir-i âzam Nevşehirli için, "Şevketlû peder, bu vezirin cümle umur-ı devleti kendi dairesine mahsur etmesi, hem kendisine, hem şevketlû pâdişıhıma, hem bize (hanedana) hem Devleti Aliye'ye yazık eder; zira padişahlara ve vezirlere layık olan, esbab-ı şecaat ve âlat-ı mehabet olup, gayyurlara ve yiğitlere ashâb-ı maariften pak tiynet ulemaya rağbettir; yoksa bunlar terk olunup levh-ü hevâ ile meşgul olmak ne demektir?"
III. Ahmet, Nevşehirli İbrahim Paşa eliyle, İstanbul'un güzelleşmesinde önemli adımlar atmıştı. Kendi adıyla anılan Ayasofya’daki çeşme güzelliğiyle dillere destandır. Tahtı, Sebkati ve Necib mahlâsıyla şiirler yazan yeğenine bırakan Sultan Üçüncü Ahmed 57 yaşında ve 27 senedir padişahtı. Altı sene sonra hayata veda etti (13.06.1736) Çoğu küçük yaşta ölen çocuklarından geriye kalan Üçüncü Mustafa ve Birinci Abdülhâmid pâdişâh oldu.

Sultan Ahmet Dönemi Özetlenirse?

Tekrar söylendiği gibi, Lâle'siyle, eğlencesiyle öne çıkan ve bir ihtilalle karartılan devir, gözden kaçan savaş ve barışıyla daha önemlidir. Yavaş yavaş sınırları daralıp kabuğuna çekilmeye başlayan devlet, yapılan akıllı anlaşmalarla kavuştuğu sulh dönemini iyi değerlendirmiştir.
"Yirmiyedi yıl devam etmiş olan Üçüncü Ahmed'in saltanatı dönemi, Osmanlıların başarılı ve azametli dönemlerinden biridir." Barış anlaşmalarıyla Azak, Mora ve İran'ın bir kısmı alınmış oldu.
Başlangıçta düzen tutturamayıp on-beş senede onüç sadrazamla çalıştıktan sonra mührü hümâyunu verdiği damadı Nevşehirli'yle sonuna kadar gitti ve bütün güzellikler onun siyasetiyle vücut buldu.
Bir yerde gözden kaçan dengeler yine Nevşehirli'nin hatası sayılabilirse, bu hatanın cezasını canı ile ödedi. Bu dönemi süsleyen eserlerin bir kısmı yangından, depremden beter ihtilâlciler tarafından harab edilmesine rağmen, kalanların şehâdeti kâfi... Sayfiyelerin cazibesi, camilerin ihtişamı, matbaanın bastığı kitaplar o günleri anlatmaya çalışıyor...
Gönlümüz dörtbaşı mamur bir pâdişâh isterdi; Sultan Ahmed bu isteğe tam uymadı. Onu, düşüncemize ters yanlarıyla mahkum edebiliriz, istersek dünya ahvalini gözden geçirip, muasırı olan devlet başkanlarından geri kalmadığım görüp, hatta fazlalığı olduğunu bile söyleyebiliriz. Devletin iyice yaşlandığı, bu yaşlılığın tecrübe kazandırmadan fazla, bir ağaç gibi çürüme yönünde temayüz ettiği hatırlanırsa, Sultan Ahmed için kinlenmek gerekmez.
Kendisi için "tenperver" deniyormuş. Doğrudur. Şair de deniyordu. Birincisiyle ilgili belgemiz yok ama ikincisini ispatlayan birkaç mısra var elimizde.

Hayalî rûyi dilber cismi zarımda nihânımdır
O dilcûnun şitâbı sû gibi gözde revûnımdır


Bu mısralar Nevşehirli İbrahim Paşa'nın gazeline nazireydi.

Aşağıdaki mısralar kendi gazelinden örnektir. Son mısralar...

Nazire söylemek mümkün değil bu matla'ı hûbe
Suhan pervaz olan ol âsafı devri zamanımdır

Tenezzül eylemez ziynet sarayı dehre aşıklar
Hümâ pervazı aşka cây-ı süfli aşiyan olmaz
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt