Osmanlı Merkez Teşkilâtı

OSMANLI MERKEZ TEŞKİLÂTI


A)DEVLET YÖNETİMİ

Osmanlı Devleti'nde kuruluş döneminde, eski Türk töresine uygun olarak yönetimde aşiret usulleri tatbik edilmiştir. Yani memleket ailenin müşterek malı sayılmakta olup, Ulu Bey tayin edilen kişi aynı zamanda memleketin hâkimi olmuştur. Bu usul I. Murat zamanından itibaren bazı değişikliklere uğramış ve idareye yalnız hükümdar bulunanın evlatları getirilmeye başlanmıştır. Bununla beraber hükümdar olan önemli meselelerde tek başına karar vermeyerek bir kısım devlet adamının fikrine de müracaat etmiştir. Bu fonksiyon daha sonra Dîvân adı verilen meclis tarafından yerine getirilmiştir.

Yönetimde veziriazam (daha sonra sadrazam) ve vezirler hükümdarın birinci derece yardımcılarıydı. Her şey belli nizam ve kanunlar çerçevesinde yürütülürdü. Fatih’e kadar örfe dayalı olan bu şekil, Fatih’le birlikte yazılı kanun haline getirilmiştir. Devletin genel kanunları dışında, her kaza ve sancağın özelliklerine göre kanunları vardı. Kanunlar şer’i hukuka göre olmakla birlikte, bazı hususlarda örfe de riayet edilirdi.

İdarede bütün yetki padişahın ve onu temsilen divanın elinde toplanmıştı. Bu durum mutlak bir merkezî otoriteyi getirmiş, bütün tayin ve aziller merkezin bilgisi altında yapılmıştır. Birinci derecedeki işler dışında kalan idarî ve kazaî meseleler ise veziriazam ve kadıaser divanlarına bırakılmıştır.



I —Divan-ı Hümayun




Bizzat padişahın başkanlığında birinci derecede devlet işlerini görüşmek üzere toplanan divana Divan-ı hümayun ismi verilmiştir. Bu Osmanlı divanı Selçuklu, İlhanlı ve diğer Türk devletleri örnek alınarak meydana getirilmiştir. Nitekim Selçuklularda Divan-ı âlî, İlhanlılarda Divan-ı kebir, Memluklarda ise Divan-ı Sultan adlarını taşıyan divanlar mevcuttu.

Osmanlı Devleti'nde Sultan Orhan zamanından itibaren divanın bulunduğu görülür. Divana katılan beyler burma dülbent giyerler, giymeyenler ayıplanırdı (“Divana geldin,kanı burma dülbendin derler idi.” Aşıkpaşazade).

Divan toplantıları Sultan I. Murad, Yıldırım Bâyezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmiştir (Bu hükümdarlar döneminde divan toplantılarının Edirne sarayında Kubbealtı’na benzer divan yeri denilen bir yerde yapıldığı araştırmalarda yer almaktadır). Meselâ Yıldırım Bâyezid, halkın şikâyetlerini yüksek bir yere çıkarak dinler ve haksızlığa uğrayanların davalarını çözümlerdi.

Dîvân Orhan Bey zamanından itibaren Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanırdı. Divan toplantıları sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. XVI. yüzyıldan itibaren ise divan toplantıları haftada dört güne inmiş, bunun iki günü de arz günü olarak kabul edilmiştir. Divan toplantıları XVII. asır ortalarında haftada ikiye, XVIII. yüzyıl başlarında III. Ahmet zamanında bire indirilmiş, hatta daha sonra bir ara kaldırılmış ise de görülen lüzum üzerine yeniden tertip edilerek önce haftada bir salı günleri, bir müddet sonra da altı haftada bir toplanması kararlaştırılmıştır. Bunun yerine devlet işlerinin çoğu veziriazam divanlarına bırakılmıştır.

Hükümdar nerede bulunursa divan orada kurulurdu. Fâtih'e kadar dîvâna hükümdarlar başkanlık etmiştir. Bundan sonra veziriazamlar divana reislik yapmış ve Mühr-i Hümâyun da kendisine verilmiştir (Fatih divana başkanlığı terk ettikten sonra Kanunnamesinde “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerifim pes-i perdede oturup, haftada dört gün vüzeram ve kadı askerlerim ve defterdarlarım rikâb-ı hümayunuma arza girsünler” şeklinde koyduğu hükümle divan toplantılarını terketmiştir).

Dîvân toplantıları Kanunî zamanına kadar bugünkü Kubbealtı denilen binanın bulunduğu yerin arkasındaki Divanhane’de yapılmaktaydı. Kanuni devrinde veziriazam Damat İbrahim Paşa bugünkü binayı yaptırarak, divan toplantıları ondan sonra burada yapılmıştır.

a)Divan’da Görülen İşler

Dîvân-ı hümâyun toplantısı ilk ve orta devirlerde çok önemli olup birinci ve ikinci derecedeki siyasi, idarî, askerî, örfî, şer’i, adlî ve malî işler, şikâyet ve davalar görüşülüp karara bağlanırdı. Divan hangi din ve millete mensup olursa olsun, hangi meslek ve tabakadan bulunursa bulunsun kadın erkek herkese açıktı. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kadılarca haklarında yanlış hüküm verilmiş olanlar, valilerden, askerî sınıflardan şikâyeti bulunanlar, vakıf mensuplarının haksız muamelelerine uğrayanlar için divan açıktı.

Divanda idarî, örfî işler veziriazam, arazi işleri nişancı, şer'î ve hukukî işler kadıaskerler, malî işler de defterdarlar tarafından görülürdü. Divânda alınan kararlar ve görülen işler Mühimme, Ahkâm, Tahvil, Ruûs, Nâme ve Ahidnâme gibi defterlere kaydedilmekte olup padişahın veziriazamdaki mührüyle mühürlenen “Defterhâne”de muhafaza edilirdi.

Divan toplantısı sabah namazından sonra başlar ve öğleye kadar devam ederdi. Divan-ı hümâyun müzakeresi o günkü rûznâmeye (gündem) göre bittikten ve Maliye hazinesiyle Defterhane veziriazamın mührüyle mühürlenip kapandıktan sonra çavuş başı elindeki asasını yere vurarak divanın sona erdiğini bildirir ve divan dağılırdı. Divandan sonra yeniçeri ağası padişah tarafından kabul olunarak ocak hakkında bilgi alır, onun arkasından kadıaskerler huzura girip kendileri ile ilgili işleri arz ederler, bundan sonra da veziriazam ile vezirler ve defterdar kabul olunurlardı. Bundan sonra padişahlar veziriazam ve vezirlerle beraber yemek yerdi. Ancak bu usul Fatih zamanında kaldırılmış ve kanunla veziriazam, baş defterdar, vezirler, defterdarlar ve nişancının birlikte yemek yemeleri şekli getirilmiştir. Divan erkânından başka işleri dolayısıyla divana gelmiş bulunan halka da din ve millet farkı gözetilmeksizin yemek verilirdi.

b)Divan Üyeleri

Divan toplantılarına veziriazam, vezirler, kadıaserler, defterdarlar, nişancı aslî üye olarak katılırdı. Bunlardan başka reisülküttap, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı da divan toplantılarına iştirak ederdi (Bazı araştırmalarda 1536 senesinden itibaren Rumeli Beylerbeyinin de divan üyelerinden olduğu belirtiliyor). Ancak bu sonuncular divan hizmetkârı sayıldığından oturmazlar ayakta dururlardı. Padişahın divan toplantılarını terk etmesinden sonra veziriazam divanın başkanı olarak, Kasr-ı adi denilen hükümdarın toplantıları dinlediği pencerenin altında bir sedirde oturur, onun sağ tarafında rütbelerine göre kubbe vezirleri yer alırdı. Sol tarafında ise sırasıyla Rumeli ve Anadolu kadıaskerleri ve defterdarlar, sağ yanda da nişancı bulunurdu. Eğer beylerbeyiler İstanbul'da iseler divana katılırlardı (3).

1)Veziriazam ve vezirler

Kanunnameye göre veziriazam vezirlerle diğer devlet ileri gelenlerinin başı ve hepsinin ulusu, padişahın da mutlak vekili idi. Bu vekâlete işaret olmak üzere kendisine beyzi ve yüzük şeklinde altından padişahın ismini taşıyan bir mühür (Mühr-i Hümâyun) verilirdi. Veziriazamlar bunu bir kese içinde koyunlarında taşırlar, makamlarından azillerinde bu mühür kendilerinden alınarak yeni veziriazama verilirdi.

Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluş yıllarında vezir Memlûkler'de ve İlhanlılar'da olduğu gibi ilmiye sınıfından yetişenlerden tayin edilmiştir. Meselâ Orhan Bey zamanında Alâeddin Paşa, Ahmet Paşa b. Mahmud, Hacı Paşa ve Sinaneddin Yusuf Paşa ilmiye sınıfından vezirliğe getirilmiştir. Aynı şekilde Çandarlı Kara Halil ile oğullan da kadıaskerlikten vezir olmuşlardı.

İlk zamanlarda bir vezir bulunmaktaydı; I. Murad döneminden itibaren ise vezir sayısı artmış ve bu sebeple birinci vezire veziriazam ismi verilmiştir. Tarihlerde belirtildiğine göre ilk veziriazam Çandarlı Halil Hayreddin Paşa'dır. XV. asır sonlarına kadar vezir adedi üçü geçmemiştir. Vezirler Dîvân-ı hümâyun'da Kubbealtı'nda toplanıp kendilerine verilen işlere baktıkları için Kubbe veziri veya Kubbenişîn adını almışlardı. Vezirlerin üç tuğları vardı. Mîrimîran da denilen beylerbeyi rütbesini taşıyan eyaletlerdeki valiler, eyaletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra ancak vezirliğe geçebilirdi. Bu sebeple ilk dönemlerde vezir sayısı sınırlıydı. Bunlar devlet hizmetinde yetişmiş tecrübeli kişiler olduklarından fikirlerinden istifade edilirdi. Fâtih devrine kadar önemli eyaletlere de vezirlerin vali olarak tayin edildikleri görülmektedir. XVI. asrın ikinci yarısından itibaren vezir adedinin yediye kadar çıktığı bilinmektedir. Vezirliğe sonraları gelişigüzel kişiler tayin edildiği için bu makam eski önemini kaybetmiş, nitekim Köprülü Mehmed Paşa zamanında sayıları azaltılmıştır. XVIII. asrın başlarında iki ile üç arasında bir sayıda olan Kubbe vezirleri, 1731'den sonra tamamen kaldırılmıştır. Vezirler Divan-ı Hümayun’da veziriazamın sağ tarafında otururlardı.

Kanunnameye göre veziriazam padişahın mutlak vekili olduğundan devlet idaresinde büyük yetki sahibiydi. Padişahlara yapıldığı gibi bayram tebriki merasimleri düzenlenirdi. Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi'nde belirtildiği gibi veziriazam ilmiye tevcihleri de olmak üzere bütün tayin ve aziller, terfiler onun yetkisindeydi. Ayrıca Fatih Kanunnamesi’nde 5999 akçeye kadar olan timarı padişaha sormadan verebilirdi (3). Sefer harici zamanlarda vezir, kadıasker ve şeyhülislâm gibi yüksek devlet adamlarının tayin ve azillerinde padişahın iznini alırdı. Fakat seferde aynı hükümdar gibi herkes için idam hükmü verebilirdi.

Veziriazamlar sefer esnasında padişahın maiyyetinde bulunurlardı. Padişahların seferi terk etmeleri üzerine ise onlara vekâleten ordu başkomutan vekili olarak savaşa gitmeye başladılar. Bu gibi durumlarda veziriazamlar serdâr-ı ekrem unvanını alırlardı. Serdâr-ı ekrem olan veziriazamların seferde yapacakları masraflardan dolayı kendilerine hesap sorulmaz, her türlü, tayin, azil ve idam kararlarmı kendileri verirdi. Diğer bir deyimle padişahın sahip olduğu her türlü yetkiye sahip olurdu, onun emri ferman demekti.

Veziriazamlar seferde bulundukları zaman, merkezdeki işlerin yürümesini sağlamak için yerlerine bir vekil bırakırlardı. Buna Sadaret Kaymakamı veya Kaymakam-ı Rikâb-ı Hümâyûn adı verilirdi. Sadaret kaymakamları tamamen veziriazamın yetkilerini haiz olup, defteri kendisine bırakılmış olan bütün devlet işlerini kanun çerçevesinde ferman göndererek yapar, divan toplardı. Alâmet olmak üzere veziriazamın mührünü taşırdı.

Veziriazamların padişahlara gönderdikleri maruzatlarına telhis veya takrir denirdi. Erdel, Eflâk-Boğdan voyvodalarıyla diğer yabancı devlet yöneticilerine yazdıkları mektupların ise sağ kenarından başlayarak alt tarafına kadar uzanan bölümüne kendi isimlerini taşıyan pençe denilen alâmetlerini çekerlerdi. Veziriazamların hükümdarla görüşmeleri XVII. yüzyıldan itibaren gittikçe azalmaya başlamıştır. Bu sebeple özellikle bu asırdan itibaren devlet işlerini telhis ve takrir adlı yazıyla gerekli ekleriyle birlikte hükümdara arz etmeye başlamıştır. Böylece kanun, nizam, usul ve âdete uygun olarak hazırlanmış hususlar padişahın fikrine sunulurdu.

Veziriazamın azlinde veya ölümü halinde Mühr-i Hümâyun ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i Hümâyun ya dîvâna gönderilmek veya veziriazam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi sureti ile verilirdi. Veziriazama Fâtih devri sonuna kadar yıllık bir milyon iki yüz bin akçalık has maaş olarak verilirdi. Bunun yanı sıra Fâtih Kanunnâmesinde belirtildiği üzere padişaha yıllık gelen haraç, pişkeş ve âdet-i ağnam gelirinden de hisse verilirdi.

Veziriazama yazılacak çeşitli resmî yazılarda ise “Düstûr-ı ekrem müşir-i efhâm nizâmi'l-âlem nâzımu manâzımı'l-umem enîsu'd-devleti'l-kahire celîsû saltanatı'z-zâhire müdebbirû umûrul-cumhûr bi'r-re'yi's-sâib mûtemmimu mehâmmi'l-enûm bi'l-fikri's-sâkıb müessisû bunyâni'd-devleti ve'l-ikbâl muhassısu erkâni's-saltanati ve'l-iclâl el-mahfûfu bisunufi'l-avâtıfı'l-me-liki'l a'lâ veziriazam edâmallahu iclâlehu” şeklinde elkab konulması kanundu. Diğer taraftan veziriazam tekaütlük ister ise senede yüzelli bin akça ile tekaüd edilirdi.

Veziriazamlar ilk zamanlar Dîvân-ı hümayun’da bir netice elde edilemeyen meseleleri kendi konaklarında Pazartesi, Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri ikindi ezanından sonra topladıkları divanda görüşürlerdi ki buna İkindi Divanı adı verilirdi. Bu divanda tercüman da bulundurulur, Türkçe bilmeyenlerin dilekleri bu tercümanlar aracılığıyla dinlenirdi. Görüşülen davalar veziriazamın o anda halledeceği bir işse hemen yapılır, padişaha arz edilmeğe muhtaçsa Dîvân-ı hümâyun'a havale edilirdi. Dava eğer şer'î ve hukukî ise kadı-askerlere ve İstanbul kadısına bırakılırdı. Veziriazamın bundan başka Cuma günleri sabah namazından sonra kadıaskerlerinde iştirakiyle teşkil ettikleri Cuma Divanı ile her Çarşamba günü İstanbul, Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılarının katıldığı Çarşamba Divanı da vardı.

2)Kadıaskerler

Osmanlı Devleti'nde askerî sınıfa ait şer’i ve hukukî işlerin görüldüğü kadıaskerlik, bazı kaynaklarda 1360 senesinde Orhan Gazi tarafından kurulmuş ve ilk kadıaskerliğe de Bursa kadısı Çandarlı Halil getirilmiştir. Bazı kaynaklarda ise kadıaskerliğin 1362 senesinde I. Murad zamanında ihdas edildiği bildirilmektedir. Kadıasker sayısı 1480 yılına kadar bir tane iken bu tarihten sonra görülen lüzum üzerine ikiye çıkarıldı ve Rumeli kadıaskerliği o sırada kadıasker olan Muslihiddin-i Kastalanî'ye, Anadolu kadıaskerliği de İstanbul kadısı Balıkesirli Hacı Hasanzâde'ye verilmiştir. Nitekim Fatih Kanunnamesi’nde “kadıaskerlerim” tâbiri kullanılmıştır. Kadıaskerlerden Rumeli kadıaskeri derece ve paye itibarı ile Anadolu kadıaskerinden daha önce gelirdi ve geliri de daha çoktu.

Kadıaskerler teşrifatta vezirlerin hemen arkasında yer almaktaydı. Nitekim Fâtih Kanunnâmesi'nde “Ve bir cem'iyyet-i âlî ve bir mec-ma'-ı ahâlî olsa ehl-i dîvâna ahardan âdem karışmasun. Evvelâ vüzerâ, anlardan sonra kadıaskerler sonra defterdarlar...” şeklinde kaydedilmiştir. Kadıaskerliğe mevleviyet denilen beşyüz akçelik kadılıklardan (İstanbul, Edirne) gelinirdi. Ayrıca Anadolu kadıaskeri payenlerinden tayin edilirdi. Kanunnamede kadıaskerlerin günde beş yüz akçe alacağı kayıtlıdır. Vazife müddetleri ise XVII. yüzyıla kadar iki yıl olup, daha sonra müddetleri bir yıla indirilmiştir. Müddetini dolduran kadıasker mazul olarak yerine başkası tayin edilirdi. XVII. asır başlarından itibaren ehemmiyetleri azalan kadıaskerlerin azil ve tayinleri şeyhülislâm tarafından yapılırdı.

Dîvân üyelerinden olan kadıaskerler, veziriazamın sol tarafında oturmaktaydılar. Ayrıca İkindi divanlarına da katılırlar ve bunlardan Rumeli kadıaskeri dava dinlerdi. İşin çok olması halinde ise veziriazamın izni ile Anadolu kadıaskeri de davalara bakardı. Kadıaskerler divan toplantılarından sonra yeniçeri ağasının huzurdan çıkmasından sonra padişaha arza girerler, tayin edilecek müderris ve kadılarla ilgili mütalaalarda bulunurlardı.

Kadıaskerler salı ve çarşamba günleri hariç diğer günler kendi konaklarında divan kurarak kendilerini alâkadar eden şer'î ve hukukî meselelere bakardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, ruznâmçeci, matlabcı, tatbikci, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı vardı. Ayrıca her birinin davalı ve davacıyı divana getiren yirmişer muhzırı bulunmaktaydı.

Kadıaskerler padişahın sefere çıkması halinde onunla birlikte giderler, padişahın gitmemesi durumunda ise onlar da gitmeyerek yerlerine “Ordu kadısı” tayin edilirdi.

3)Defterdar

Osmanlı Devleti'nde defterdar tabiri daha ondördüncü asrın sonlarından itibaren görülmektedir. Defterdar padişahın malının mutlak vekili ve onun temsilcisi durumundaydı. Bu durum Fatih kanunnamesiyle de teyit edilmektedir. Nitekim aynı kanunnameden öğrendiğimize göre Defterhane ve hazinenin açılması defterdarın vazifeleri arasında gösterilmiştir. Dîvân'ın aslî üyelerinden olan defterdar, sadece salı günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesiyle ilgili bilgiler verirdi. Ancak padişahın huzurunda okuyacağı telhis hakkında daha önce veziriazamla görüşür ve onun olurunu alırdı. Bayram tebriklerinde padişah vezirlere olduğu gibi defterdarlara da ayağa kalkarlardı.

Devletin kuruluş yıllarında bir defterdar varken, daha sonra yeni yerlerin fethedilmesi ve doğan ihtiyaca istinaden sayıları arttırıldı. Bunlar II. Bayezid dönemine kadar, Rumeli'de hazineye ait işlere bakan Rumeli defterdarı veya baş defterdar ile Anadolu'nun malî işlerine bakan Anadolu defterdarı olmak üzere iki tane idi. Fâtih kanunnamesinde mal defterdarı ve baş defterdar tabirlerinin geçmesi bu şekildeki ayırımın muhtemelen bu padişahtan önce de var olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Yine aynı kanunnamede kaydedildiğine göre defterdar olabileceklerin payeleri de şöyle belirtilmiştir: “Evvelâ defter emini ve şerh emini defterdar olmak kanunumdur. Ve üçyüz akçe kadı dahi defterdar olmak kanunumdur. Ve reisülküttab dahi ri'âyet olunursa defterdar olmak kanunumdur”. Daha sorara defterdar sayısı artınca başdefterdarlığa Anadolu defterdarının geçmesi usulü getirildi. Diğer taraftan Fâtih kanunnâmesiyle başdefterdarın derecesi Rumeli beylerbeyi düzeyine yükseltildi. Yine aynı kanunnâmeyle divandaki yeri kadıaskerlerin alt tarafı olarak belirlendi. Verilecek hassın gelirinin ise 600.000 akça olması, emekliye ayrılması halinde de baş defterdara 90.000, mal defterdarlarına 80.000 akça verilmesi hükmü kondu(3).

4)Divana katılan diğer üyeler

Nişancı, Tevkiî veya Tuğraî denilen memurlar ise Dîvân-ı hümâyun azasından olup yeri veziriazamın sağında ve vezirlerin alt tarafında idi. Divan üyelerinden olmalarına rağmen vezir rütbesine sahip olmadıkça arz günleri kanun üzere padişahın huzuruna kabul edilmezlerdi.

Nişancılar XVI. yüzyılın başlarına kadar ilmiye sınıfı arasında kalemi kuvvetli olanlar arasından seçilirdi. Fâtih kanunnâmesi'ne göre nişancıların dâhil ve sahn müderrisleri arasından seçilmeleri kanundu. Tuğrakeş-i ahkâm veya muvakkî de denen Nişancı padişah adına yazılacak fermanlara, beratlara, nâmelere hükümdarın imzası demek olan tuğrasını çekerdi. Divanda tuğrası çekilecek iş çoksa veziriazamın emriyle kubbe vezirlerinden en kıdemsiz olanı kendisine yardım ederdi. Nişancıların en önemli vazifelerinden biri de devlet arazi kayıtlarını ihtiva eden Tahrîr Defterleri'ndeki düzeltmeler ve değiştirmelerin yapılmasıydı. Nişancıdan başka hiç kimse bu işe kalem karıştıramazdı. Bu düzeltme ve değiştirmeler dîvân heyeti huzurunda yapılır, orada vezirlerden kim varsa ismi defterin kenarına yazılırdı. Padişah mektuplarının yazımı işi XVI. yüzyıldan itibaren reisülküttablara devredilince, nişancılar sadece tuğra çekmekle meşgul oldular. XVIII. asırdan itibaren ise eski ehemmiyetlerini kaybetmişler ve bu vazife hâcegân sınıfının ikinci derecedeki memurlarına verilmeye başlanmıştır.

XVII. yüzyıl sonlarına kadar Dîvân-ı hümâyun kâtiplerinin ve kalemlerinin şefi olan reisülküttâblar ise divanın aslî üyelerinden değiller ise de tecrübeleri ve yazılacak yazıların kaleme alınması açısından önemleri büyüktü. İlk devirlerden XVII. asrın sonlarına kadar nişancının maiyyetinde bulunmuşlardır. Reisülküttâbların vazifeleri kanunnâmelerden kaydedildiğine göre, verilen hükümleri ve kararları düzelttikten sonra tamamlamak; fermana uygun olarak emirleri yazmak; hükümdara ve veziriazama gelen mektupları tercüme ettirerek bunlara cevaplar hazırlamak ve dîvânda tezkerecinin bulunmadığı zamanlarda onun vazifesini yerine getirmekti. Hâce makamında olan reisülküttâb kanunnâmede belirtildiğine göre divâna “uzun yenli üst kaftan” ile gelirlerdi. Bunlara bağlı olan kâtiblerin azli ve tayini de defterdarlara bırakılmıştı.

Divan erkânından Kapıcılar Kethüdası saray teşrifatçısı olup, padişahla divan arasındaki haberleşmeyi sağlardı. Padişaha arzolunacak şeyler bunun vasıtasıyla yapılırdı. Divanda elinde gümüş bir asa ile hizmet ederdi.

Çavuşbaşı da Divan hizmetlilerindendi. Divan’daki çavuşlar bunun emrinde olup üçyüz kadardı. Çavuşbaşı zabıta vazifesini yerine getirir, tevkifi emredilen şahısları bulup hapsederdi. Kapıcılar Küthüdası gibi elinde gümüş bir âsâ ile bulunur ve kapıcıların saraya aldıkları davacıyı alıp divâna getirirdi. Divân-ı hümûyun çavuşlarının hükümetin emirlerini vilâyetlere ******ürmek, sürgün kararı verilenleri sürgün yerlerine nakletmek, hakkında ölüm emri verilmiş olanları kati için mübaşirlik etmek gibi vazifeleri de vardı. Bu son üç memuriyet, Fâtih kanunnâmesi'nde belirtildiği üzere dîvânın aslî üyeleri olmayıp hizmetlileri olarak gösterilmiştir. Bunlar dîvânda oturmazlar, ayakta dururlardı.

Dîvân-ı hümâyun'da ve Paşa Kapısı'ndaki kalemlerin şefleri, maliye, kapıkulu ocakları kâtipleri, tersane emini, şehremini, arpa, matbah, darphâne eminleri, teşrifatçı, tophane, baruthane v.s. hizmetlerin müdür, nazır ve eminleri ise Dîvân-ı hümâyun Hocaları adı altında toplanmıştır. İlk devirlerde bu unvan sadece Dîvân-ı hümâyun daireleri şeflerine verilirken, sonraları bir rütbe olarak bunun dışındaki bazı hizmet sahiplerine de verilmiştir. Ayrıca divânda görüşmeler esnasında Türkçe bilmeyen yabancıların davasını anlatmak için bir de tercüman bulundurulurdu. Bunlara Dîvân-ı hümâyun Tercümanları denirdi. Bunlar yabancı devlet elçilerinin veziriazam veya padişahla görüşmelerinde de hizmet ederlerdi.

c)Dîvân-ı Hümâyun Kalemleri

Divan-ı hümayun’daki işler reisülküttap ve onun idaresinde bulunan beylikçi'nin nezaretinde görülürdü. Dolayısıyla bunlara bağlı çeşitli kalemler vardı ki, bunlara kısaca Divan kalemleri adı verilirdi. Bunlar Beylik (Divan), Tahvil (kese veya nişan), Ruûs, Âmedî kalemleri ile Teşrifatçılık, Vak'anüvislik, Dîvân-ı Hümâyûn Hocaları, Dîvân-ı Hümâyûn Tercümanları, Hazine-i Evrak (Arşiv) gibi bölümlerden müteşekkildi. Ayrıca bütün bu kalemlerin defterlerinin muhafaza edildiği Defterhane bulunmaktadır.

1)Beylikçi veya Divan Kalemi

Bu bölümün reisi olan Beylikçi Efendi, Dîvân-ı hümâyun kalemlerine nezaret eder, yabancı devletlerle yapılan anlaşmaları saklar ve tatbik edilmesini sağlar, ferman ve beratları yazdırarak arkasına kendi alâmetini koyardı. Beylikçi kaleminde ayrıca büyük divanın kararları tutulur, divanda müzakere edilen evraklar gerekli yerlere havale edilir, divandan çıkan emir ve hüküm suretlerin defterlere kaydı yapılırdı. Bu defterlere Mühimme Defterleri, yazanlara da mühimmenüvisan denirdi.

2)Tahvil Kalemi

Bu kalem nişan veya kese kalemi olarak da adlandırılmıştır. Burada mevâlî denen vilâyet kadılarının, vezir, beylerbeyi, sancakbeyleri beratlarıyla, zeamet ve umarların kayıtları bulunurdu. Bir kimseye zeamet ve tımar verildiği zaman kayıtlar Defterhane’de derkenar olarak işlenip Tahvil kalemine gönderilirdi. Devletçe yazılan bütün beratlar tahvil ve beylik kâtiplerince yazılıp, berat mümeyyizince düzeltildikten sonra Âmedci tarafından kontrol edilerek gönderilirdi. Tahvil kaleminin şefine Tahvil Kesedarı denirdi.

3)Ruûs Kalemi

Buna Ruûs-ı Hümayun Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi ve tımar sahipleri hariç olmak üzere, Osmanlı memleketlerindeki bütün dairelerin reis ve mümeyyizleriyle kapıcıbaşılar, kale ağalıkları, dizdarlar, kethüdalıklar, müderris, vaiz, devirhan, imam, hatip ve mütevellilerle, hazine ve evkaftan maaş ve tahsisat alanların malî işlerine burası bakar ve bütün muamele buradan sorulurdu.

Ruûs kalemi efradı oldukça kalabalık olup kâtip, şagird ve şerhli isimleriyle anılan, mülâzım kayıtlılar, XVIII. asrın son yarısında yüzelli kadardı.

Ruûs kalemi'nde üç çeşit ruûs vardı:

1 - Ruûs kalemi'nden verilen ruûslar

2 - Savaş dolayısıyla ordu cephede iken ordudan verilen ruûslar

3 - Rikâb-ı hümûyun ruûsları, yani veziriazam cephede iken hükümdarın emri ile İstanbul'da verilen ruûslar.

Bunun haricinde ruûs defterleri komutan (serdar) olarak bir yere tayin edilen vezirlere de verilirdi. Serdarlar Ruûs buyuruldusu denilen bu defterlere, kendilerine verilen geniş salâhiyet dolayısıyla, hükümdar adına tevcih ettikleri valilik, sancakbeyliği, zeamet, tımar v.s. tayin hülâsası ve hüküm suretlerini kaydederlerdi. Ayrıca veziriazamların kendi dairelerinde topladıkları İkindi Divanı’nda yaptıkları tevcihlerin kaydedildiği “İkindi Ruûsu” denilen tevcih defterleri de vardı.

4)Âmedî Kalemi

Âmedî kaleminin reisine Âmedî-i Divân-ı hümâyan veya Âmedî veyahut sadece Âmedci denirdi. Âmedci efendi, reisülküttabın birinci derecede maiyeti, yani özel kalem müdürü idi. Padişaha, veziriazam tarafından yazılacak takrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılan ahitname ve anlaşma suretleri, ayrıca yabancı devlet başkanlarına veziriazam tarafından gönderilen mektup müsveddeleri, protokoller, elçi, tercüman ve tüccarlarına yazılan yazılar ve evraklar hep burada kaleme alınırdı. Bu bakımdan buraya alınacak memurların gayet dürüst ve iyi ahlâklı olmalarına, yabancı lisan bilmelerine dikkat edilirdi. Mevcutları ilk zamanlar beş-altı kadardı.

Âmedî Kalemi, Bâb-ı Âlî'nin XVIII. Asrın son yarısında devlet işlerini tamamen eline almasından sonra gözle görünür derecede ileri bir daire halini almıştır. 1839'da Tanzimat'ı müteakip Meclis-i Vükelâ teşekkül ettikten sonra meclisin zabıt kâtibliği de Âmedcilere verilmiştir. 1908 yılına kadar (Meşrutiyet) âmedciler sarayla haberleşmeye dair arzları yazmak, sadaret değişmesi dolayısıyla Bâb-ı Âlî'ye gelen hatt-ı hümâyûnları okumak, kararları yazıp mazbata şekline sokmak, saraydan gelen iradeleri kaydetmek ve veziriazamın saraya yazacağı arzları kaleme almak gibi işleri yapmaktaydılar.

5)Teşrifatçılık

Dîvân-ı Hümayun’daki en önemli vazifelerden biri de teşrifatçılık idi. Hammer bu memuriyetin Kanunî Sultan Süleyman tarafından kurulduğunu belirtiyor.

Teşrifatçının, saray adabını ve bütün merasimleri bilmesi şarttı. Divanda maaş verilmesi ziyafetler, elçilerin gelmesi, Mısır hazinesinin teslimi, padişahın cülusunda veya bayramlarda sarayda yapılan törenler ve tebrikler, donanmanın denize çıkması bir geminin denize indirilmesi, hükümdara pişkeş çekilmesi, hilat giydirilmesi, senelik tevcîhat, veziriazam dairesindeki merasim dolayısıyla yapılan işler hep teşrifatçıya aitti. Ayrıca beylerbeyi, vezir ve devlet erkânına ait olan resim ve harçların defterini tutmakla da vazifeliydi.

Teşrif atçının emri altında bir teşrifat kalemi vardı. Kalem şefi olan teşrifatçıdan başka derece sırasıyla teşrifat kesedarı, teşrifat halifesi, kaftancıbaşı ve teşrifat kesedarı yamağı gelirdi. Bunlardan teşrifat halifesi saray ve devlet merasiminin bütün sicillerini muhafaza etmekle mükellefti. Kaftancıbaşı ise padişah ve veziriazamın huzuruna kabul edilecek olanlara giydirilecek hil'atları muhafaza ederlerdi. Bu şekilde yapılan bütün teşrifatlara dair hususlar defterlere kaydedilirdi. Bunlara yevmi, mufassal ve müteferrik defterler denirdi. Defterlerin çok eskileri hazinede saklanırdı. Yevmî defterlere teşrifat yevmiye defterleri ismi de verilmiştir. Yevmî defterler gün ve tarih sırasıyla tutulmuş, mufassallara ise bir teşrifata ait merasimler inceden inceye kaydedilmiştir. Teşrifatçıların teşrifat merasimini bir yanlışlık yapmadan yerine getirmeleri gerekirdi.

6)Vak'anüvislik

Devletçe kendisine verilen çeşitli işlere dair evrakları kaydeden vak'anüvis, XVIII. asırdan itibaren Dîvân-ı hümâyûn dairesinde görülmektedir. Vak'anüvisler bütün vesikaları görmeyip, gizli olanları ancak ağızdan duyarak kaydederlerdi. XVIII. asırdan önce vak'anüvislik yerine şeyhnâmenüvislik denen bir memuriyet bulunmaktaydı. Genel olarak devletin resmî tarihçisi hüviyetinde bulunan vak'anüvislerin ilki Halepli Mustafa Nâima Efendi'dir (Eseri Nâima Tarihi, VI cilt).

7)Dîvân-ı Hümâyûn Hocaları

Hâcegân-ı dîvân-ı hümâyûn olarak da adlandırılmakta olup, gerek Dîvân-ı hümâyûn ve gerek Paşakapısı'ndaki kalemlerin şefleriyle, maliye, kapıkulu ocakları kâtipleri, tersane emini, şehremini, arpa, matbah, darphane eminleri, teşrifatçı, tophane, baruthane vesair hizmetlerin müdürü, nazır ve eminleri bu isim altında toplanmıştır. İlk devirlerde bu unvan sadece Dîvân-ı hümâyûn daireleri şeflerine verilirken, sonradan bir rütbe halinde bunun dışında kalan bazı hizmet sahiplerine de verilmiş, XVIII. asırdan itibaren ise taşradaki bazı hizmet sahipleriyle vezirlerin maiyetindeki divan efendileri de bu adla anılmıştır. XVIII. yüzyılda dört sınıf halinde tertip edilmiş olup, birinci sınıf hâcegan üç defterdar ile nişancı, reisülküttâb ve defter emininden meydana gelir ve bir yıl için tayin edilirlerdi. İkinci sınıf hâcegânı, maliye dairesinden büyük rüznâmeci, başmuhasebeci ve Anadolu muhasebecisi oluşturmuştur. Üçüncü sınıfı tersane emîni (daha sonra Bahriye nazırı) ile sarayın Bîrun ağalarından olan şehremini, darphâne emîni, arpa emîni ve masraf-ı şehriyârî kâtibi meydana getirmekteydi. Dördüncü sınıf hâcegân ise otuzsekiz kişi olup, bunlardan yirmi ikisi maliye kalem âmirlerinden teşekkül etmekteydi.

8)Divân-ı Hümâyûn Tercümanları

Divan’da görüşmeler esnasında Türkçe bilmeyen bir yabancının davasını anlatmak için bir tercüman bulundurulması kanundu. Bundan başka divan tercümanı, yabancı devlet elçilerinin veziriazamla veya padişahla görüşmelerinde hizmet edip, mektupları da tercüme ederdi. Tercümanlar divanda kendilerine ayrılan yerde ayakta dururlar ve öylece hizmet görürlerdi.

XVIII. yüzyıldan itibaren reisülküttabın yabancı devlet elçileriyle görüşmelerinde önemli rol oynayan tercümanların ehemmiyetleri daha da artmıştır. Bir elçi ile yapılan görüşmede elçinin tercümanı Türkçe hitab etse bile, reisülküttap tercüman vasıtasıyla konuşmayı sürdürürdü.

Tercümanların hemen hepsi XVI. ve XVII. asırlarda müslümanlardan olup kendilerine maaş olarak tımar verilmişti. XVIII. yüzyıldan itibaren XLX. asrın ilk yarılarına kadar divan tercümanlığı tamamen Fenerli Rumlar'ın elinde kalmıştır. Bundan dolayı devlet sırlarına vakıf olan bazılarının casusluk ettikleri bilinmektedir. Bu sebeple bu tarihten sonra dönme kişilerden tercüman tayin edilmeye başlanmıştır. Öte yandan Türkler'e yabancı dil öğretilmek için Babıâli'de bir Tercüme Odası açılmıştır (Türk Tercümanlar yetiştirilmesine ilk olarak Mustafa Reşit Paşa tarafından teşebbüs edilmiş ve Tercüme Odasına hep Türkler alınmıştır. Ancak âli Paşa sadrazam olunca bu daire Ermeni tercümanlara açılmış ve onlar da kendi fikirlerinde olmayan Ermenileri bile odadan attırarak, hep kendi fikirlerinde olan vatandaşlarını almışlardır. A. Cevdet Paşa, Ma'rûzât, 1-2, yay. Yusuf Halaçoğlu, İstanbul 1980).

9)Hazine-i Evrak (Arşiv)

Dîvân-ı Hümâyûn ve Bâb-ı Âlî'deki evrak ve vesikaların çoğu parça halinde (yani Kâğıt) ve bir kısmı ciltli halde defter şeklinde idi. Bu defterler muntazam olarak, tasnif edilmiş bir vaziyette evrak hazinelerinde saklanırdı. Muameleleri biten evraklar takımıyla muhafaza olunurdu. Her dairede günün evrakı bir tomarı ve her ayın tomarları bir torbayı, her yılın torbaları ise bir sandığı meydana getirirdi. Her sandığın üzerinde o sandığın ihtiva ettiği vesikaları gösteren etiketler konmuştu. Bu sandıklar saraydaki evrak mahzenine konur, ihtiyaç halinde buradan izinle alınarak incelenir ve eski yerine bırakılırdı. Padişahların veziriazamlara yazdıkları fermanlar ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Padişah istediği zaman, bunlar da buradan alınarak verilir, sonra tekrar eski yerine konurdu. Arşivlerdeki keselerin hemen hepsi kırmızı atlas keselerden oluşmuştur. Torbalar ise hem bez, hem atlastan olurdu.

Bugün Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu devrine ait arşiv malzemesi ihtiva eden birçok arşiv ve müessese bulunmaktadır. Bunlardan en önemlileri, Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi, Deniz Arşivi, Harp Tarihi Dairesi Arşivi, Cumhuriyet Arşivi ve Başbakanlık Osmanlı Dairesi Arşivi'dir. Ayrıca bazı kütüphane ve müzelerde arşiv belgeleri ile şer'iyye sicilleri denilen mahkeme kayıtları da yer almaktadır.

10)Divan-ı Hümayun’un Başlıca Defterleri

Dîvân-ı Hümâyûn'da muhtelif işler hakkında çeşitli defterler tutulmuştur. Bunlar toplam olarak otuz altı çeşit olup içlerinde en önemlileri: Mühimme, ahkâm, ruûs, tahvil, nâme, ahidnâme ve şikâyet defterleridir. Ayrıca Bâb-ı Âsâfî'ye ait Buyruldu ve İlm u haber defterleri, İrade Kayıt Defterleri, Ayniyat Defterleri ve Gelen-giden defterler vardır. Yine Defterhâne'ye ait Tapu-Tahrir Defterleri de bulunmaktadır.

11)Defterhane

Osmanlı Devleti'nde Divan-ı Hümayun’da her divandan sonra padişahın veziriazamdaki mührüyle mühürlenen ve toplantı günlerinde açılan üç hazineden biri idi. Defterhane’ye bu kadar önem verilmesinin sebebi, devletin muhtelif bölgelerini hâvî toprak işleri, reaya ile ilgili meseleler, tımarlı asker teşkilâtı ve toprak hizmet erbabı ile ilgili hususların burada yer alması idi.

Defterhâne bazı kalem şubelerine ayrılmakta olup, bir daire halindeydi. Buradaki işleri idare eden müdüre Defter Emini denilirdi. Defterhane icmal, mufassal ve ruznamçe olarak üç kalemden meydana gelirdi.

İcmal Kalemi vilâyetlerin sınır taksimatını, toprağın miri, has, zeamet ve tımar olduğunu ve topyekûn hâsılatını gösteren defterleri tutardı.

Mufassal Kalemi, arazi tahririne ait defterleri tutardı. Mufassal defterlerde her sancak ve kazadaki vergiler ve mükellefleri mahalle mahalle, köy köy kaydedilirdi. Yani kasaba ve köylerdeki vergi ile mükellef halk ile vergiden muaf olanların isimleri ve köyün arazisi kimin dirliği, mülkü, mukataası veya vakfı olduğu senelik hâsılatının neler olup, ne kadar vergi alındığı, kasaba ve şehirlerdeki gümrük, baç, transit resimleri, hülâsa hiçbir şey eksik kalmamak üzere deftere yazılırdı. Eğer herhangi bir köy kısmen veya tamamen vergiden muaf ise bunun sebebi, vakıf ise nerenin, mülk ise kimin olduğu gösterilirdi. Mufassal defterlerin baş kısımlarında ait olduğu sancağın kanunnâmesi yer alırdı. İki aded olan mufassal defterlerin bir de icmalleri bulunurdu.

Rûznamçe kalemi ise her gün tevcih edilen has, zeamet ve tımarların berat kayıtlarını ve intikal muamelelerini tutardı.

Bu üç esas defterden başka Defterhane'de, bölge bölge tutulan has, zeamet, tımar, yaya, müsellem, yörük, akıncı, evlâd-ı fatihan, kâtib defterleri ve tımar yoklama defterleri gibi teşkilâta ait müteferrik defterler de vardı. Bugün Tahrir defterleri denilen arazi defterlerinin en eskileri İstanbul'da Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunmaktadır.
 
II — Saray Teşkilâtı


Osmanlı Devleti geliştikçe, büyümesiyle orantılı olarak padişahların oturduğu saraylar da büyümüş ve ihtişamı artmıştı. Bursa'daki mütevazı Osmanlı sarayına mukabil Edirne'de daha teferruatlı saraylar yapılmıştı. Fâtih'in İstanbul'u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezid'de İstanbul Üniversitesi'nin bulunduğu sahada bir saray yaptırılıp, daha sonra beğenilmeyen bu sarayın yerine Sarayburnu'nda Topkapı Sarayı yaptırılmıştır. Yeni Saray adı verilen Topkapı Sarayı padişahın ailesine mahsus daireler (Harem), Enderun ve dış hizmetlerle alâkalı Bîrun adı verilen üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Sarayın Bâb-ı hümayun adı verilen Ayasofya Camii tarafından girilen dış kapısıyla içerdeki orta kapı arasına Birinci yer; Ortakapı ile Babüssaâde veya Akağalar kapısı arasındaki yere İkinci yer veya Alay meydanı; Bâbüssaâde'den içerideki Üçüncü yer'e de Enderun veya Harem-i hümâyun denilirdi. Alay meydanı'nın solunda “Kubbealtı” denilen Dîvân-ı hümayun'un toplandığı bina ile hazine ve maliye kayıtlarının muhafaza edildiği mahaller bulunmaktaydı.

Sarayın ilk avlusunda Bîrun erkânı denilen saraya mensup vazife sahiplerinin daireleri bulunurdu. Üçüncü avluda ise divan heyetinin ve elçilerin kabul edildiği Arz Odası ile mukaddes emanetleri havi Hırka-i Saadet ve padişah ailelerine mahsus dairelerle Enderun halkına mahsus odalar bulunmaktaydı. Bâb-ı hümayun ile Orta kapı, kapıcılar kethüdasının emrindeki kapıcılar tarafından, Üçüncü kapı da hadım Ak ağaları tarafından muhafaza edilirdi.

a)Enderun ve İçoğlanlar

Sarayın enderun halkını devşirme denilen bazı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getirmekteydi. Bunlar devşirme kanununa göre sekiz ilâ onsekiz yaşları arasında toplanıp önce Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrahim Paşa Sarayı gibi saraylarda tahsil ettirilip Türk-İslâm adet ve geleneklerine göre yetiştirilir, bundan sonra Enderun'daki ihtiyaca göre büyük ve küçük odalar verilerek orada da tahsile devam edip saray âdap ve erkânını öğrendikten sonra yeteneklerine göre Seferli, Kiler ve Hazine odalarına, zamanları gelince de kapıkulu süvarisi olarak dışarıya çıkarılırlardı. Bu odaların en ilerisi Hasoda idi ki, asıl Enderun ağaları bunlardı .

b)Ak ve Kara Hadım Ağaları

Osmanlı sarayının Bâbüssaade denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. yüzyılın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Bâbüssaade veya Kapı ağası idi. Bunların emrindeki Ak hadımlar sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarındaydı.

Kara hadım ağaları ise kadınlarla meskûn olan harem kısmında vazifeliydiler. Kara hadımların en büyük âmirine Dârüssaade ağası veya Kızlar ağası denirdi. Harem kısmında bulundukları için Harem ağası de denmekteydi. XVI. yüzyıl sonlarına kadar Kapı ağasına bağlı idiler.

c)Bîrun Erkânı

Osmanlı sarayının dış hizmetine bakan ve sarayda yatıp-kalkmak mecburiyetinde olmayıp dışarıda evleri bulunan padişah hocası, hekimbaşı, cerrahbaşı, göz hekimi, hünkâr imamı gibi ulemâ smıfından olanlarla şehremini, darphâne ve arpa eminleri gibi sivil vazife sahiplerinden müteşekkildi. Bunlardan başka ayrıca sarayın Enderun dışındaki hizmet erbâbından olup emîr-i âlem, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mirahur, bostancı ve bunların maiyyetinde bulunanlar da bîrun erkânı içinde yer almaktaydı.
 
III — Elçi Kabulü




Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren münasebette olduğu bir kısım beylikler ve devletlere karşılıklı geçici elçiler göndermişti. Bunlar arasında Memlûk, Bizans, Germiyan, Karaman, Candar Oğulları, Timurlular, Karakoyunlular ve Akkoyunlular ilk sırada yer almaktadır.

Osmanlı Devleti'nin Anadolu ve Rumeli'de geniş topraklar elde etmesi, bu bölgelerde ticarî çıkarları bulunan Ceneviz ve Venedikliler'i telaşlandırmıştı. Diğer taraftan bu cumhuriyetlere rakip olan Milano hükümeti, ticarî çıkarlarını korumak maksadıyla daha XV. asırda Edirne'ye Benedikto isimli elçisini göndermişti. İstanbul'un fethini müteakip ise, özellikle Karadeniz ve Ege Denizi'nin Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra Cenevizlilerle Venedikliler, ticarî çıkarları doğrultusunda Osmanlı Devleti'yle münasebete girdiler. Bunlardan Ceneviz, para karşılığı Osmanlılara bir takım hizmetlerde bulunduğundan, daha avantajlı bir statüye sahip olmuştu. Venedik ise Osmanlı Devleti'ne karşı hasım devletlerle işbirliği yapmış ve düşmanca bir tavır takınmıştı. Fakat İstanbul'un fethinden sonra Venedik Fatih'ten bir takım ticarî imtiyazlar elde etmiş ve bu arada İstanbul'da devamlı elçi bulundurma hakkını da kazanmıştır. Balyos adı verilen Venedik elçilerinden ilki Bartolommeo Marcello idi. Sonraki padişahlar döneminde diğer devletlerden Fransa, Avusturya, Rusya, Lehistan, İngiltere, Portekiz, İspanya v.s.leri de Osmanlı Devleti nezdine daimî elçi göndermiştir.

Osmanlı Devleti nezdine gönderilen bir elçi, sınırlardan içeri girdiği andan itibaren misafir muamelesi görür, kendisini İstanbul'a getirmek için bir mihmandar görevlendirilirdi. Elçilik heyetinin bütün yol ve yiyecek masrafları o andan itibaren devlet tarafından karşılanırdı. Bu hususta çeşitli kaynaklarda bilgiler bulunduğu gibi, II. Bâyezid döneminde İran'dan gelen bir elçilik heyetinin de Erzurum'dan Geyve'ye kadar yol masrafları bir defter halinde tutulmuştu.

Gerek müslüman olsun, gerekse Hıristiyan olsun, elçilerin İstanbul'a gelişleri ve padişah ve veziriazamın huzurlarına kabulleri merasime tabi idi. Bu hususta teşrifata çok önem verilirdi. Elçinin büyük veya orta elçi oluşuna göre kabul merasimi değişirdi. Huzura kabul edilen elçi, hükümdarının gönderdiği mektubu takdim eder, padişah da bunu bizzat alarak açar ve Türkçeye tercüme etmesi için baştercümana verirdi. Bu merasimi müteakip elçi maiyetindekilerle birlikte el öperler ve geri geri çekilirlerdi. Bunun üzerine padişah çekilip gider ve elçiyi yalnız bırakırdı.

Osmanlı Devleti'nde başlangıçtan itibaren elçilerin padişah huzuruna kabulleri belli kaideler çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Genellikle elçilerin huzura kabulleri Galebe dîvânı denilen Ulufe dîvânı'na tesadüf ettirilir, böylece Osmanlı ihtişamı ve teşrifatı gösterilirdi. Meselâ XV. yüzyılın ilk yarısında İstanbul'a gelen Bertrandon de la Brocquiere, Milan elçisi ile II. Murad'ın huzuruna çıkışlarını uzun uzun anlatmaktadır. Ulufe dîvânından başka bir güne rastlayan elçi kabullerine ise resm-i âdî denirdi. Bununla birlikte bazı elçilerin huzura çıkışlarında teşrifata uygun davranmamaları yüzünden reddedildikleri ve kabul edilmedikleri de görülmektedir.

Osmanlı Devleti'ne gelen elçilerin bir kısmı daimî, bir kısmı ise geçici olup, bazı büyük devletler de (Avusturya ve Rusya gibi) devlet merkezinde “Kapı Kethüdası” adı altında maslahatgüzar bulundurmuşlardır. Buna mukabil Osmanlı Devleti'nin, bütün siyasî mihverin kendisine bağlı olması dolayısıyla Avrupa'da elçi bulundurmadığı görülmektedir. Bununla beraber gerek İslâm devletlerine, gerekse ilişkilerin iyi olarak devam ettiği Hıristiyan devletlere elçi gönderildiği görülmekteyse de, bunlar geçici bir heyet tarzında olup, ya padişahın tahta çıkışını veya bir kralı tebrik maksadını taşımaktaydı. Ayrıca bir savaşın arkasından anlaşma yapmak için âdet olduğu üzere padişahının mektubu ile hediyeleri ******ürmek için de geçici olarak elçi gönderilirdi. Bu sebeple siyasî bakımdan hayli yoğun olan XVIII. asırdan itibaren Avrupa'daki hadiseler Eflâk voyvodalarının yabancı gazetelerden tercüme ettirip gönderdikleri bilgilerden öğrenilmekteydi. Avrupa devletlerinin vaziyetleri hakkında bilgi edinmek üzere daimî elçi gönderilmesine 1720 senesinden itibaren Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın sadareti döneminden başlanarak ilk elçi sıfatıyla Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi Fransa'ya gönderilmiştir. Nihayet III. Selim zamanında büyük devletlere üçer sene kalmak üzere birer elçi gönderilmesi kararı alınarak, İngiltere'ye Penah Efendizâde Yusuf Agâh Efendi, Avusturya'ya Sadaret Kethüdası Kâtibi İbrahim Afif Efendi ve Prusya'ya da Dîvân-ı hümâyûn hocalarından Ali Aziz Efendi tayin olundu. Bir müddet sonra Fransa'ya da Defterdar kesedarı es-Seyyid Ali Efendi gönderildi.

XVIII. yüzyıldan itibaren, kanun ve kaideye göre daimî elçi olarak İstanbul'a gönderilen ve sefarethaneye inen her yeni elçi, geldiği gün veya bir gün sonra, kendi sır kâtibini Paşakapısı'na gönderip geldiğini resmen haber verirdi. Sır kâtibinin gelmesi için reisülküttâb ahırdan at gönderir ve bu şekilde Paşakapısı'na gelen sır kâtibini reis efendi kabul eder, kendisine kahve, şerbet v.s. ikram edilir ve sonra da sadrazam tarafından kabul olunurdu. Elçi dönüşte sadrazam kethüdasının odasına uğrar, orada da ikramda bulunulduktan sonra dönerdi. Bu suretle bir elçinin geldiği hükümetçe resmen öğrenilmiş olurdu. Sır kâtibinin gelişinin ertesi günü kanun üzere yeni elçiye umumiyetle divan tercümanı vasıtasıyla sadrazam tarafından yemiş ve çiçekler gönderilerek, hükümet adına kendisine hoş geldiniz denilir, aynı zamanda muhafazasına yeniçeri tahsis edilirdi.

İran, Buhara, Hindistan taraflarından gelen daimî olmayan elçiler ise önce Üsküdar'dan alınarak kendilerine tahsis edilen İstanbul tarafındaki konağa misafir edilirler ve sonra münasip bir günde alayla (törenle) Paşakapısı'na getirilip sadrazam tarafından kabul olunurlardı. Burada kendilerine kahve, tatlı ikram edilir, İran elçisine nargile verilerek, buna karşılık sadrazam da çubuk içerdi. Eğer elçi hristiyansa, merasimle sefarethaneden alınıp Tophane'ye ve oradan da çavuşbaşı kayığı ile Bahçekapısı ve Sirkeci iskelesine gelir, oradan alayla Paşakapısı'na getirilirdi. Paşakapısı'na gelen elçi attan iner, kendisini karşılayan iki sıra dizilmiş Paşakapısı erkânı arasından geçerek Arzodası'na girerdi. Bu sırada sadrazam başında mücevveze (daha sonraları selimi veya kallavî) denilen kavuk, arkasında merasim kürkü ve önünde kethüda bey, reisülküttab ve tezkereciler olduğu halde Arzodası'na girip makamına otururken çavuşlar alkışta bulunurlar, elçi de sadrazamın karşısındaki iskemleye otururdu. Eğer beraberinde yüksek rütbeli maiyeti varsa onlar için de bir-iki iskemle konurdu.

Sadrazam güler yüzle ve tercüman vasıtasıyla elçiye iltifat ederek hatırını sorar, kahve tatlı ikram ederdi. Bu sırada elçi itimatnamesini ve mektuplarını sunar, reis efendi elinden alıp sadrıazamın yanındaki yastığın üzerine koyar, görüşme bittikten sonra ise seraser kaplı kürk giydirilirdi. Elçinin getirdiği itikadnâme, dîvân-ı hümâyûn tercümanı tarafından tercüme olunur ve elçi âdet üzere kapukulu efradına ulufe verilecek olan bir salı günü (Ulufe dîvânı) merasimle saraya getirilerek yemekten sonra padişah tarafından kabul olunurdu.

Yerine başka bir elçi gönderilen yabancı devlet sefirleri, memleketlerine gitmeden önce Osmanlı Devleti’nin iznini alırdı. Bundan dolayı elçi dönüşünden önce Paşakapısı'na müracaat ederek memleketine gidiş için müsaade ister, durum padişaha arzedilerek izin alınır ve bundan sonra resmî veya gayr-ı resmî olarak padişahın huzuruna çıkarılan elçiye nâme-i hümayun verilirdi.
 
IV - Bâb-ı Âlî'nin Teşekkülü




XVIII. yüzyılın son yarısından itibaren üç ayda bire inen ve eski ehemmiyetini yitiren Divan-ı hümayun, yerini veziriazamın ikindi divanına bırakmış, çok önemli görüşmeler ise çeşitli yerlerde toplanan Şura’ya bırakılmıştır. Bu suretle Kubbealtı toplantıları ve kubbe vezirleri usulü kalkmış, bir vekiller heyeti teşekkül ettirilmiştir.

Kaptan paşalar İstanbul'da bulundukları zaman Bâb-ı Âlî'de toplanan vekiller heyetine katıldıkları gibi, şeyhülislâmların da Bâb-ı Âlî dışında, çoğu defa kendi konaklarında yapılan toplantılara katılmaları âdet olmuş, bu durum şeyhülislâmların sonradan vekiller heyetine girmelerini sağlamıştır.

Bu suretle veziriazamın İkindi divanı bütün devlet işlerinin görüldüğü bir meclis haline gelerek, dîvân-ı hümâyunda bulunan kalemler, defterler, kayıtlar Bâb-ı Âlî'ye nakledilerek reisülküttab ile divan kalemleri, çavuşbaşı dairesi ile maiyeti ve teşrifatçı Paşakapısı idarsine girerek, veziriazamın maiyeti olan kethüda ve mektupçu ile birlikte “Hademe-i Bâb-i Âlî” ismini almıştır.

Bâb-ı Âlî toplantılarının günü ve toplantıya iştirak eden kişilerin sayısı ilk devirlerde kesin olarak belirlenmemişti. Gizli toplantılarda, veziriazam devlet erkânından kimlerin bulunmasını isterse onlar bulunurdu. Islahat ve askerî meselelere ait toplantılara ise yeniçeri ağası ile diğer ileri gelen ocak ağaları, kadıaskerler ve bunların mazulleri, İstanbul kadısı ile bir kısım ulema iştirak ederdi. Basit müzakerelere hemen her zaman sadrazam kethüdası, reisülküttab, defterdar, çavuşbaşı, nişancı ve tezkireciler katılırlardı. Toplantı günleri ise belirlenmemiş olup, vaziyete göre toplantı yapılırdı. Ancak II. Sultan Mahmut zamanında toplantılar pazartesi ve perşembe günleri yapılmaya başlanmış, bunlardan birinin Bâb-ı Âlî'de, diğerinin de şeyhülislâm konağında yapılması kararlaştırılmıştır.

Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından sonra (Vak'a-i Hayriye) vekiller heyetinde bulanacak olanlar yavaş yavaş tayin yoluyla belirlenmeye başlanarak, üyelerin padişah tarafından tayin ve azli usulü getirilmiş, böylece kadrolu bir vekiller heyeti teşkil edilmiştir. Daha sonra da sadrazam, Bahriye, nazırı ismini alan Kaptan-ı derya, Mülkiye ve Dâhiliye nazırı ismini alan eski adıyla Kethüdâ-yı Sadr-ı Alî, Hariciye nazırı ismini alan reisülküttab, Maliye nazırı ismini alan- defterdar, Serasker veya Deâvî nazırı (sonradan Adliye nazırı) ismini alan çavuşbaşı vekiller heyetini meydana getirmiştir. Daha sonra şeyhülislâm da bu heyete dâhil olmuştur. Bu şekilde padişahın arzusuna göre kabine teşekkülü Meşrutiyet'in ilânına kadar devam etmiştir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Benzer konular

Geri
Üst Alt