Talebe
Yönetici
- Katılım
- 14 Şub 2021
- Konular
- 559
- Mesajlar
- 4,059
- Tepkime puanı
- 10,674
- Puanları
- 113
- Meslek - Branş
- Öğretmen - Tarih
Talebe Hakkında ek bir bilgi sağlanmamış.
İtilâf Devletlerinin Türkiye'yi Paylaşma Projeleri |
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ile birlikte Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşında kaybeden taraf olduğunu açıkça kabul ediyordu. Bu yüzden Osmanlı yöneticileri söz konusu durumdan en az kayıpla kurtulmanın yollarını ararken; İngiltere Türkiye konusunun bir an önce ele alınarak bütün yakın doğu meselesinin çözülmesini ısrarla istiyordu. Fransa ise İngiltere’nin ısrarlarına rağmen öncelikle kendisi için bir tehdit unsuru olan Almanya ile sulh yapılmasında ısrar ediyor ve Türkiye’yi “verilecek hükmü bekleyen bir suçlu” olarak değerlendiriyor ve askeri bir tehlike olarak görmüyordu.
Oysa Türkiye, I. Dünya savaşı sırasında devleti parçalamak için imzalamış olan gizli antlaşmalardan haberdar olduğu andan itibaren milli şuurla hareket etmeye başlamıştı. Bu yüzden işgaller başlar başlamaz milli mukavemet de ortaya çıkmıştı.
Bununla birlikte İtilaf Devletleri’nin Türkiye ile yapacakları barışın gecikmesinin altında savaş sırasında yapmış oldukları gizli antlaşmaların uygulanmaya konulması sırasında karşılaşılacak problemler ve daha ziyade Türk topraklarının bazı bölgelerini Amerikan mandaterliğine verme hususunun tam olarak açığa kavuşmamış olmasıydı. Çünkü Amerika Anadolu’da bir Ermeni mandaterliğini üstlenmek konusunda tereddütlüydü. Nitekim Wilson’da ülkesinin genel menfaatlerini göz önünde bulundurarak yaptığı bir konuşmada “Fikrimce A.B.D. halkı için Asya’da askeri sorumluluk kabul etmemek kadar az temayül göstereceği başka hiçbir mesele yoktur...” diyor, fakat Irak, Suriye ve Ermenistan’ın da Türkiye’den koparılması gerektiğini” savunuyordu.
22 Aralık 1919’da Londra’da İngiltere ve Fransa delegeleri bir araya gelerek barış sözleşmesi müzakerelerini yeniden ele aldılar. Fakat istedikleri şartlarda bir barışı kabul ettirmek konusunda tereddütleri vardı. Nitekim 7 Mart 1920’de De Robeck’in raporunda ifade edilen “müttefikler acaba Türkleri İzmir, Edirne ve Erzurum’dan mahrum eden ve Sultan’ı İstanbul’da bir muhafız bölüğü ile tek başına bırakan muahedeye karşı onların (Türklerin) şiddetli muhalefetlerine direnebilir ve bütün Türkiye’de idarelerini zorla kabul ettirebilirler mi, müttefikler muzaffer bir sulhü mütarekenin ilk birkaç ayı zarfında zahmetsizce kabul ettirme şansını nasıl kaybettilerse (16 Mart’ta) son darbeyi vurmakla avantajlarını da kaybedebilirler...” demektedir.
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon da barışın gecikmesinden rahatsızdı. Zaman uzayacak olursa Türklerin kuvvetlerinin müttefikğlerin istedikleri şekilde bir barışı kabul ettiremeyeceklerinden endişe ediyordu. Barışın gecikmesi İngiliz kamuoyunda da tepkilere yol açmıştı. Bu yüzden Yunan taarruzunu teşvik ederek Türklere barışı zorla kabul ettirebileceklerine inanıyor, fakat 11 Şubat 1920’de Fransa’nın Maraş’tan çekilmek zorunda kaldığını hesaba katmıyorlardı.
Barış yolunda Londra Konferansı’ndan bir sonuç çıkmayacağı anlaşılınca başvekiller konferansı terk etti. Ancak çalışmalar daha alt seviyede olmak üzere 10 Nisan 1920’ye kadar devam etti ve San Remo’da toplanmak üzere çalışmalara ara verildi.
San Remo Konferansı |
Fakat İtilaf Devletleri hiç de adil davranmak niyetinde değillerdi. Türkiye ile yapılacak barış konusunda A.B.D. Başkanı Wilson’un 30 Mart 1920 tarihli telgrafına konsey adına Lord Curzon tarafından hazırlanarak verilen cevapta “Birleşik Amerika Hükümeti’nin Türkiye ile yapılacak antlaşmanın bütün taraflar için dürüst ve adil olması yolundaki temennisi bütün müttefik devletlerce paylaşılan bir husustur. Ancak bir tarafta Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında kayıtsızca savaşa giren Türkiye, diğer taraftan hayatlarını ve mallarını kaybeden eski Türk vatandaşı Müslüman olmayan halkın çıkarları eşit olarak düşünüldüğünde, hak ve eşitlik içinde hareket edilmemiş olacağını da hatırdan çıkarmamak gerekir” denilerek taraflı davranacakları ortaya konmuştu.
San Remo’da daha önce Paris ve Londra konferanslarında sürüncemede kalan Kürdistan, Ermenistan meselesi, Türkiye’nin sınırları, İstanbul ve Boğazların statüsü ve kapitülasyonlarla ilgili barış antlaşmasının esasları hazırlandı. Bundan sonra Osmanlı Hükümetinden Barış Konferansına temsilcilerini yollamasını istediler. Tevfik Paşa başkanlığında bir heyet Paris’e gidip Fransız Dışişleri Bakanı Milleran’dan 11 Mayıs 1920’de antlaşma taslağını aldılar. Antlaşma metni Tevfik Paşa tarafından onurlu bir şekilde geri çevrilmiş, Sultan Vahideddin İngiliz Kralı V.George’ye 27 Mayıs 1920’de bir mektup yazarak şartların hafifletilmesini istemiş ve Damad Ferit Paşa’da Barış Konferansına 8 Temmuz 1920’de bir muhtıra şeklinde Türk karşı teklifini bildirmişse de müttefiklerin şartları hafifletmek gibi bir niyetleri yoktu.
Müttefik Devletler ise metinde çok ufak tefek değişiklikler yaptıktan sonra 17 Temmuz 1920’de Osmanlı Hükümetine bir “Ültimatom” vererek metnin imzalanması için 10 günlük bir süre tanıdılar. Ve “Eğer Osmanlı Hükümeti, antlaşmayı imzalamadan kaçınırsa ve üstelik imzadan sonra, Anadolu’da söz geçirmesini yeniden kurmak ve antlaşmanın yürütülmesini sağlamak konusunda güçsüz bulunursa, müttefikler, antlaşmanın maddelerine uygun olarak, bu kararı yeniden incelemek ve bu kez Türkleri Avrupa’dan sonsuzluğa dek kovmak durumuna gidebileceklerini” vurguladılar.
BUNLAR DA İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR