- Katılım
- 13 Şub 2021
- Mesajlar
- 4,883
- Çözümler
- 1
- Tepkime puanı
- 551
- Puanları
- 113
- Yaş
- 54
- Konum
- Türkiye
- Web sitesi
- tarihbilinci.com
- Meslek - Branş
- Tarih Öğretmeni
SULTAN II. ABDÜLHAMİD
(31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909)
(31 Ağustos 1876 – 27 Nisan 1909)
You must be registered for see images attach
Babası Sultan Abdülmecit, anası Tiri Müjgan Kadın Efendi. Doğumu 21 Eylül 1842. Anasının vefatında 11 yaşında idi, acısını uzun zaman unutamamış, ana sıcaklığını Piristü Kadın Efendiyle yaşamaya çalışmış, Kadın Efendi de ondan bu sıcaklığı esirgememişti. Babası öldüğü zaman (1861) yetişkin delikanlıydı, acılara alışmıştı. Abdülhamit Efendi Sultan Murat hal edilince tahta oturmuş ve 31 yaşım doldurmak üzereydi. Biat merasimi öncesi biraz karışıklık yaşandı. Bunun sebebi Sultan Murat taraftarlarının çıkarabilecekleri düşünülen olaydı. Her ne olursa olsun, bir Osmanoğlu'nun yoluna baş koyacak fedaileri bulunur. Aleni ve suikasta müsait bir yerde yapılacağına, Bâbüssâde içinde Arz Odası denilen eski kâşane de olsa daha iyi olur, dendi. Sadrazam, Osmanlı âdetinin bozulmasına karşıydı; "kesin olarak Bâbüssâde önünde yapılmalıdır" deyince, taht oraya kondu.
Sultan İkinci Abdülhamit Han 31 Ağustos 1876, Perşembe günü tahta oturdu. Biat merasimi eski usûle göre başladı. Evvela Nakibüleşraf ve Reisülulemâ Mustafa İzzet Efendi ve daha sonra bütün ulemâ, mülkî ve askeri rical... Resmî kişiler ve hazır bulunanların tamamı biat merasimini yerine getirdiler. Belirli yerlerden ve donanmadan toplar atılarak cülus ilan olundu. Üç gün üç gece şehir donanması yapıldı.
O günlerin önemli devlet ricalinden olan Mahmud Celâleddin Paşa'nın, önceki iki pâdişâhla ilgili sözleri ilginçtir: "Sultan Aziz'in hal'ine cinnet fetvası alındığı, aslında, böyle bir şeyin olmadığı, akıllı diye getirilen Sultan Murat için de aynı yolun takip edilişi ibret alınacak bir ilâhi adalettir" diyor. Bakalım, Sultan Hâmid'le ilgili de aynı adam aynı fetvayı verecek mi?
Arapça, Acemce ve Fransızca bilen Sultan Abdülhamit, bilinenin veya zannedilenin aksine musiki de Batı müziğini tercih ederdi. Yerli ve yabancı hocalardan dersler alarak belirli bir seviyede kültür sahibi olmuştu. Ne yazık ki, Padişah, düşmanları tarafından cahil olarak tanıtılmaya çalışılmıştır.
Şehzadeliğinde Lütfi Efendi'den Osmanlı Tarihi okuyan Sultan Hâmid, ecdadını kendisine tanıtan hocası hastalanınca aşağıdaki şiiri yazarak, bu vadide de boş olmadığını göstermiştir:
Haber-i inhiraf-ı tabı şerif Oldu gayet teessüre badi
Hak vire afiyetle ömr-i diraz Bâ kemûl-i meserretti şâdi
İlk devir Pâdişahlarına nisbeten sonradan gelenlere talihsiz demek, herhalde yanlış olmaz. Hele de şu son asrın düşünülmesi, Abdülhamit Han'ın ne kadar talihsiz olduğunu anlamaya yeter.
Devlet şifasız dertlerden muzdarip, durmadan ameliyat masalarına yatırılıyor; her kalkışında yaraları azıyor. İler tutar bir yeri kalmadığı bir zamanda Abdülhâmid Han neşteri eline alıyor; etrafındaki ehliyetsizler bırakırsa belki sıhhate kavuşturacak, biraz ömrünü uzatacak.
Abdülhamit Han'ın zekâsı ittifakla kabul edilen hususiyetlerindendir. Devletin dağdağalı günlerinde doğup, büyümüş olması, çekilen mali sıkıntıların ve devamlı toprak kayıplarının gözünün önünde cereyan etmesi onu temkinli olmaya sevk ediyordu. Tarihe merakı bilhassa kendi devletinin tarihini, geçmişini ve bu gününü iyi biliyor olması, mevcut durumdan memnuniyetsizliği, onu çareler aramaya itiyordu. Dünyaya adalet dağıtan şanlı günlerin tekrar elde edilmesi gereğine inanıyordu, lakin etrafında birinci sınıf elemanların kıtlığını da biliyordu.
Sultan Hâmid'in iktidara gelişi (tahta oturuşu) bir takım oyunlarla olmuştu. Sonradan düzelse de, o günlerde akli durumu devletin başında bulunmamasını gerektirdiği için tahttan indirilen Beşinci Murad'ın yerine geçmek için bazı paşaları ikna etmeye uğraşırken, hediye adıyla rüşvet bile vermişti (Midhat Paşa'ya kol düğmeleri). Kendisini pâdişâh yapanların kanun-ı esasi çalışmalarını, istemese de desteklemesi lâzımdı. Avrupa'da faaliyet gösteren Yeni Osmanlılar, yaptıkları neşriyatla Türkiye'de kafaları karıştırıyordu; onlarla mücadele etmesi gerekliydi. Balkanlar kaynıyor, Rusya "hasta adam"ı teneşire yatırmak için kollarını sıvamış, acele ile saldırıyor, bir an evvel mezara gömmek istiyordu.
Yeri geldikçe anlatılacak bir yığın gaile ve imkânsızlıklar içerisinde; üstelik yapayalnız bir adam. Eski bir masaldaki imparator veya pâdişâh gibi. Bütün sulara zehir karışıp da içenlerin delirdiği, sadece Padişahın küplerindeki eski sudan içerek akıllı kaldığı ve diğerlerine benzemeyişinden deli zannedildiği var ya, Sultan Abdülhamit de öyle farklı görülüyordu. Masallardaki padişaha deliler, deli padişah diye arkasından güldükçe "küpleri kırdırmayın bana" dermiş. Sultan Abdülhamit de küpleri kırmamak için olağanüstü mücadele vermiştir.
Onunla ilgili bazı yazıları İ.H.D.'in Kronoloji'sinden aktarıyorum.
"Fevkalâde bir zekâ ile hayret edilecek kuvvetle bir hafızaya malik olduğunda düşmanları bile müttefiktir. İrade kuvveti de zekâ ve hafızasıyla mütenasip gösterilir."
"Sultan Hâmid iffet, haysiyet, vakar ve namus timsalidir."
Eski Dâhiliye Nazırlarından Reşit Bey'in hatıratında onun bu en bariz vasfına: "Kelimenin bütün manasıyla afif idi. Yani kimsenin ırzına ve kesesine göz diktiği görülmemiştir." diye şehâdet edilmektedir."
"Sultan Hâmid'in meçhul cephelerinden biri de Türklük şuurunda gösterilebilir."
"... Karakeçili aşiretinden ikiyüz kişilik bir "söğüt maiyet bölüğü" teşkil etmesi de milliyetine bağlılığındandır. Mabeyn başkâtibi Tahsin Paşa'nın hatıratında bu meseleden bahsedilirken:
"Sultan Hâmid'in bu mızraklı bölüğüne fevkalâde teveccüh ve itimadı vardı." dedikten sonra bunların kumandanı olan Mehmet Bey'in bir arkadaşıyla beraber "Sultan Hâmid'in yatak odası yanında" yattıklarından bahseder. Sarayda bütün ahlâki safvetlerini "kaya gibi" muhafaza etmiş olan "Civanmerd" Karakeçililere karşı Abdülhâmid'in milli rabıtası şöyle izah edilmektedir:
"Sultan Hâmid söğütlü bölüğünden daima memnuniyet ve sitayişle bahseder, onlarla görüştüğü zaman:
- Öz hemşehrilerim! diye hitâb ederdi."
Kızıl Sultan denmesinin sebebi artık herkesçe bilinmektedir. Türk topraklarının parçalanıp bir Ermenistan kurulması faaliyeti, Abdülhamit Han tarafından önlenince, bir Fransızın ortaya attığı bu sıfat diğer düşmanların da hoşuna gitmiş; ne yazık ki, Türklerden bile bunu kabul edenler çıkmıştır.
Kanun-ı esasi ile ilgili düşüncesini Tahsin Paşa'ya anlatmış, o da hatıratında kısaca temas ederken aralannda geçen konuşmada, Sultan Hâmid'in kendisine şöyle söylediğini yazıyor:
"Bir hükümdar için lâzım olan şey memleketin menfaatidir. Eğer bu menfaat Kanun-ı esasinin ilanında ise o da yapılıyor; fakat iyi tatbik olunur mu, Türk'ün menfaati mahfuz kalır mı? Burasını kestiremiyorum."
Bunlar yorum istemeyen, hemen anlaşılan sözlerdir. Abdülhâmid Han'ın milli duygularının derinliği, kanun-ı esasinin içinde Türk milletinin fazla önem taşımadığını sezmesi ile açığa çıkıyor.
Biraz da Yılmaz Öztuna'dan seyredelim Abdülhâmid Han'ı.
"Spor yapar, ata biner, silâh kullanırdı. Bir müddet içmiş, sonra bırakmıştı. İbadetini hiç ihmal etmezdi. Cömertlikten mahrum değildi, fakat muktesiddi. Para işlerine aklı ererdi. İhtiyatlı, sıkı ağızlı idi. Az konuşur çok dinlerdi. İnsanları incelemek ve karakterlerine, zaaflarına nüfuz etmek en büyük merakı idi. Aldatılması müşkil idi. Babası kendisini "kuşkulu ve sükuti oğlum" diye severdi. O da ağabeyi gibi Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne, kurulduğu yıl girmiş, ağabeyi sonuna kadar kaldığı halde o, bir yıl içinde cemiyetin gayesini teşhis etmiş, devlete muzır bulmuş, elini çekmişti."
"İkinci Sultan Hâmid, dindar bir insandı. Bilhassa akşam ezanı okununca başına bir sarık sarar, imamet mevkiine geçerdi. Namaz kıldırmasını pek severdi. Musâhib-i Şehriyarî Lütfi Bey, Evsapçıbaşısı İsmet Bey, Seccadecibaşı, Şamdancıbaşı, Kahvecibaşı ve Bendegândan Hacı Mahmud Bey bu namazda hazır bulunurdu."
Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu'na bir bakalım ne diyor?
"Cennetmekân Sultan İkinci Abdülhâmid Han Hazretleri, Osmanlı devrinin tek ve gerçek siyasi dehası olarak nice ve nice canlı enkaz arasında vekar ve ihtişam ile boy verir..."
Belki abartıyor ama kanaati bu!
Enver Ziya Karal, "Pâdişâhların veliahtlık dönemi, onların halk tarafından tanınmalarına yarardı." diyor. Aslı olmasa da bir takım sözler yaydırmış halk arasına, halk da o sözlerle, istikbalin padişahıyla ilgili yorumlar yaparmış. Sultan Hâmid'in veliahtlık dönemi 93 gün sürdüğü için tanınmasına, hakkında hikâyeler uydurulmasına zaman yetmemişti.
Biat merasimi ve üç gün süren cülus şenlikleri bütün şehirlerde bayram gibi yaşanırken, dördüncü gün bir kızı dünyaya gelir Pâdişâhın ve beşinci günde doğum yıldönümüdür. Kılıç kuşanma töreni altıncı günde yapılır.
Sırbistan ve Karadağ'da harb devam ededursun, Rusyalı hain emelleri için planlar kuradursun, Devlet-i Aliye yeni Pâdişâhı bir haftalık bir bayramla sevindiriyordu. O da, halka ve devlet erkânına sevimli gelecek davranışlardan kaçmıyor, fikren anlaşamadığı insanlara ve meşrutiyetçilere bile şirin görünmeye çalışıyordu.
Kılıç kuşanma merasiminden sonra Topkapı Sarayı'na, oradan Dolmabahçe Sarayı'na geçip, dönüşünde geleneğe uyarak ecdat kabirlerini ziyaret ediyor, fakirlere sadakalar dağıtıyor. Bunlar olağan işlerdir. Seraskerlik binasına gidip subaylarla yemek yemesi farklıdır. Bilâhare "Yıldız Sarayı'nda devlet ve saray erkânı ile yemek yemesi", "bahriye nezaretinde amiraller ve subaylarla karavana yemesi" de farklılıktır. Bunlarla bitmiyordu padişahın yaptıkları. Halkın arasına girip, camilerde namaz kılıyordu.
Abdülhamit Han'ın bu farklı tutumu halkın gönlünü kazanmasına yetiyordu. İdarede bazı değişiklikler de yapmıştı. Bunlardan belki de en mühimi, mütercim Rüşdi Paşa'yı istifa ettirip, yerine şûrayı devlet reisi Midhat Paşa'yı sadrâzam yapmasıydı.
Siyaset ilmini iyi bilen Abdülhâmid Han, Genç Osmanlıların en ateşli üyesi Nâmık Kemâl'i bile kabul etmiş ve ona "Allah için olsun Kemâl Bey, hep birlikte çalışalım; bu devlet ve saltanatı eski halinden âli bir mertebeye getirelim" demek suretiyle onun fikrinde olanlarla da işbirliği yapmak niyetinde olduğunu hissettirmişti."
Balkanlarda Son Durum
Sırbistan ve Karadağ Sultan Murad'ın kısacık saltanatının sonlarında isyana kalkışmış ve Türk ordusunun müdahalesiyle savaşı kaybetme durumuna gelmişti.
Halkın heyecanı son haddinde, malıyla, canıyla bu savaşa destek oluyordu. Fakat hükümet Avrupa devletlerinden çekindiği için, savaşı başlatan taraf olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Balkanlarda daima kendileri için kârlı bir durum yaratma peşinde olan Avusturya ve bilhassa Rusya aralarında bir anlaşma yapmıştılar. "Reichstad"da yapılan anlaşma aynı ismi taşımaktaydı. "Reichstad Anlaşması." Buna göre, harbin sonunu bekleyecekler. Osmanlı Devleti galip gelirse savaş öncesi durumu devam ettirecekler. Şayet Osmanlı Devleti yenilirse? İşte o zaman Sırbistan Karadağ'ı alacak, Avusturya Bosna ve Hersek'i. Rusya daha büyük lokma peşindeydi. Beserabya ve Anadolu'nun doğu kuzeyindeki Batum bölgesi Rusya'nın hakkı olacaktı. Eğer mağlûbiyet geniş çaplı olursa, Osmanlı Devleti'nin felaketi hazır. O zaman Balkanlarda üç yeni devlet, kurulacak: "Arnavudluk, Bulgaristan ve Rumeli, ayrıca Yunanistan'da Tesalya ve Epir'i alacak. İstanbul ise serbest şehir haline getirilecektir. Antlaşmada Balkanlarda büyük bir Slav devletinin kurulmayacağı da tesbit edilmişti."
Ne kadar adil! bir anlaşma ki, Osmanlı Devleti'nin kazanması, sadece kaybolmasını önleyecek; Allah muhafaza kaybederse, görüldüğü gibi!!!
Osmanlı ordusu 100 bin kişilik insan gücüne sahip; Sırbistan gönüllerle beraber 150 bin kişi. Rus General Çernayef dahi Sırplar tarafından bir orduya komuta etmektedir. Karadağ'ın da 40–50 bin kişiyle karşımızda olduğu düşünülürse çok büyük bir orduyla savaşıyoruz demektir. Yalnız Karadağlılar nizami harpten anlamayıp, gerillacılıkta iyi idiler.
Sırplarla birçok saldırı yaşandı. Türk askerinin savaş kabiliyeti Sırplarda görünmüyordu. Çok zayiat veren, yenemeyeceğini, hatta feci bir mağlûbiyet yaşayacağını anlayan Sırplı Prens Milan Belgrad'da bulunan büyük devlet temsilcilerinden ateşkes için aracılık istedi.
Rus milleti, Slavların yenilmesinden büyük üzüntü duyup, devletlerini Osmanlı'yla savaşa teşvik ediyordu. İngiltere'de dinî hisler öne çıkmış, halk, Müslüman Türkiye aleyhine konuşmaya başlamıştı. Bu günlerde İngiltere, Rusya'dan atik davranıp bir mütareke yapılması teklifinde bulundu. Gizli tehdidi de ihmal etmedi. "Aksi halde tarafsızlık diye bir şey kalmayabilir!"
Verilen cevap "istediğimiz şartlarda bir barış için hazırız!" oldu ve savaş durduruldu.
Rusya'da, İngiltere'de kamuoyu baskısı devletini nasıl yönlendiriyorsa Türkiye'de de aynısı mevzubahis idi. Halk daha ziyade heyecanıyla, idareci aklı-mantığıyla hareket ediyor. Türk efkârı umûmiyesi (halk topluluğu) öyle galeyana gelmiş ki, bırakılsa gidip Sırbistan'ı haritadan silecek. Devletin bu gücü varken yapılmamıştı, şimdi ise güç yok. Devlet erkânı oturdu, düşündü ve altı şart ileri sürdü:
1. Sırp Beyi İstanbul'a gelip, padişaha saygılarını sunsun.
2. 1867'de muhafazası Sırp Beyine bırakılan dört kale iade edilsin.
3. Milis askeri terhis edilsin.
4. Asayişin temini için 10 binden fazla nizamî asker bulundurulmasın.
5. İki bataryadan fazla top bulundurulmasın.
6. Miktarı sonra tespit edilecek harp tazminatı verilsin.
İngiltere, Türkiye'nin şartlarını münasip görmedi. Diğer devletlerle görüştükten sonra karşı şartları getirdi: Aşağı yukarı başlandığı yere dönülüyordu. Belki daha kötü: Sırbistan ve Karadağ'a yeni imtiyazlar ve Bosna Hersek'e muhtariyet. Rusya ancak böyle bir şey isteyebilirdi; Devlet şaşırdı.
Bu görüşmeler sürerken Sırbistan Hıristiyan devletler tarafından sevildiğini, korunduğunu fark etti; cesaret kazandı. Zaman içinde askeri noksanını tamamladı. En büyük yardımcısı Rusya idi.
Küçük büyük rütbelerde subaylar ve silahlar geldi Rusya'dan ve Sırbistan 25 Eylül 1876'da tekrar savaşı başlattı.
Savaşın ikinci safhasında Rus general Çernayef mağlup oldu. Sırp komutanı askeri paniğe kapıldı. Türk askerini çok uğraştıran Alesinatz siperleri aşıldı. Belgrad yolu açıldı, Sırbistan işgali bir fiskeye kaldı.
Belgrad'da yaşayan Sırplılar mağlubiyeti hazmedemeyip eli silah tutanlar savunmaya hazırlanırken, Prens Milan gerçekçi hareketi tercih etti. "Hiçbir şey yapamayız" dedi. Acele bir telgraf çekti. Rus Çarı'na dedi ki: "Sırbistan'ın kurtuluşu için Allah'tan sonra size güveniyorum." Rusya zaten hazırdı. İstanbul'daki Rus elçisi -Mahmud Nedim Paşa'nın can dostu- İgnatiyef Osmanlı hükümetine 48 saatlik ültimatom verdi. (31 Ekim 1876) "Eğer Sırbistan ve Karadağ ile şartsız olarak, iki aylık mütareke yapmazsanız, bütün memurlarımla beraber İstanbul'u terk edeceğim ve bunun mesulü siz olacaksınız!" Ölür müsün, öldürür müsün?
Hesap gayet basit. Dünyada yardımına koşacak hiçbir devlet bulunmayan Osmanlı, bütün devletleri de karşısına alarak Rusya ile savaşamaz. İgnatiyef'in dediği yapıldı. (31 Ekim 1876)
İstanbul Konferansı (23 Aralık 1876)
19 Aralık'ta Sadrâzam Rüşdi Paşa istifa etti. Aynı gün Midhat Paşa ikinci defa sadârete getirildi. 23 Aralıkta Balkanlar meselesinin halli için -kimi yerde İstanbul, kimi yerde Tersane Konferansı denen- görüşmelere başlandı, bu konferansın yapılmasını Rusya ve İngiltere ayrı ayrı istediler; iki devlet de kendisi önayak olmayı, birinci rolü kapmış görünmeyi istiyordu. Sırbistan'ın yalvarması sonucu kabul ettirilen ateşkesten sonra 2 Kasım 1876'da Çar II. Aleksandr İngiltere elçisiyle görüşmesinde "Avrupa, Osmanlı hükümetinin devamlı hakaretlerine katlanmaya hazırsa, Rusya böyle bir hale katlanamaz. Böyle bir davranış Rusya'nın şeref ve haysiyeti ile olduğu gibi menfaatleriyle de telif edilemez" demişti. Cesur Çar tek başına Rusya'nın Osmanlı ile uğraşabileceğini de söylemişti.
İngiliz Başvekili de İngiltere'nin muharebeden çekinmediğini, 20 sene bile savaşabileceklerini, İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı'na gönderileceğini söyleyebilmişti. Türkiye, ormanda etrafı çakallarla çevrilmiş bir ceylan gibi. Bu durumda İstanbul Konferansı toplanıyor. Hariciye Nâzırı Saffet Paşa ile Berlin elçisi Ethem Paşa Türk tezini savunacak karşıdaki devletler şöyle: Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya. Rusya'yı İgnatiyef temsil ediyor, İngiltere'yi sömürgeler nazırı Salisbury, Fransa'yı Kont Bourgain, Avusturya'yı Elçi Ziçi, Almanya'yı Elçi Verter ve İtalya'yı Kont Corti...
Temsilciler Bahriye Nezaretinin büyük salonunda toplandılar. Herkes kendisine ayrılan yere oturdu. Konferansta görüşülecek maddeler anlatılırken, bina müthiş bir gümbürtüyle sarsıldı. Herkes peşpeşe atılan topların çıkardığı kulakları uğuldatan sesi hayret içinde -biraz da ürkekçe- dinlerken, Hariciye Nazın Saffet Paşa ayağa kalkarak açıklama yaptı. Uzun uzun meşrûtiyetin ilanını anlattı. Herkesin yüzünde gülümseme bekliyordu. Gördüğü ilgisizlikte, yapılanın hiç de hoş bir şey olmadığı imâsı vardı.
29 gün süren konferans beklenen neticeyi vermedi. Öncelikle, ilan edilmiş bulunan meşruti idarenin, böyle bir konferansın gereğini ortadan kaldırdığı inancı havada kaldı. Sanılıyordu ki, yeni ilan edilen Kanun-ı Esasi Hıristiyanların haklarını gözetmeyi taahhüt ettiği için büyük devletler memnun kalıp, yeni birtakım isteklerden vazgeçecekler. Öyle olmadı. Türk tezi, büyük devletler tarafından, onların tezi de Türk heyeti tarafından reddedildi. Haklılıktan fazla güçlülüğün önemli olduğunun kavranamayışı Türkiye adına talihsizlikti. Türkiye'nin ve Rusya'nın durumunu iyi bilen İngiliz temsilci Lord Salisbury Türkiye adına endişe taşıyordu. Çıkacağından korktuğu savaşı engellemek için çok çaba sarf etti. Rusya'yla başa çıkamayacağını bildiği Türkiye'nin ufak tefek tavizlerden kaçınmamasını istiyordu. Lord'un Türk tarafına yaptığı telkinin ana fikri şu idi. İngiltere'nin yardımı olmadan Türkiye Rusya'yı yenemez ve İngiltere Türkiye'ye yardım edemez. Fakat bunu Mithat Paşa'nın kafasına bir türlü sokamaz.
İngiliz, Midhat Paşa'ya anlatamaz. Rusya ile savaşı "dış siyaset hakkında hiçbir doğru fikri olmayan Sadrazam Midhat Paşa istiyordu. Gafil Serasker Kaymakamı Müşir Redif Paşa ile mabeyn müşiri Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa da onu destekliyordu."
Lord Salisbury önce mektupla, sonra huzura kabul edilerek yüzüne karşı padişaha, Rusya ile savaşın tehlikelerini anlatır. Pâdişâh, savaş taraftarı değildi, zaten. Vükelâyı saraya davet ederek, asker ve mühimmat durumunu sorunca, değişik cevaplar alır. Tatmin olmayınca, kendi aralarında görüşüp, vardıkları neticeyi bildirmelerini ister vekillerden.
Arz edilen netice çok destansıdır. Ancak, "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" denecek zamanlarda verilecek karardır.
"Böyle tekliflerde harbetmek için askerin kuvvetine bakılmaz, bunda istitaat (yardım) aranmaz. Biz Anadolu'ya dört yüz atlı ile geldik, yine dört yüz kişi kalıncaya kadar harbetmek lâzımdır."
"Midyat Paşa kabinesinin böyle bir palavrayı karar diye bildirmesini" İ.H. Danişmend istihza ile anlatır. Daha garibini Cevdet Paşa'nın Tezakiri'nden aktaracağız.
"Elhasıl ol vakit muharebe yoluna gitmek, bizce hiç caiz değil idi. Lâkin akdemce (daha önce) Midhat Paşa efkârı ammeyi tehyîc (heyecanlandırma) ile muharebe yoluna sevk etti. Sanki topu o doldurdu. Redif Paşa ile Mahmud Paşa dahi ateş ettiler. Devleti bir büyük mehlekeye (helak olacak yere) attılar."
Cevded Paşa bunları anlattıktan sonra, Redif Paşa'nın kaleme aldırdığı bir lâyihayı dinlediklerini, layihanın yanlış sınır bilgileriyle dolu olduğunu söyler ve "Bu lâyiha okundukta fevkalâde teessüf ettim ve dedim ki..." der, Paşa:
"Bu beyan buyrulan hüdûd Kırım muharebesinden önceki hudûdumuzdur. Ledel müsâlâha Besarabya kıtası Buğdan'a ilhak olundu. Rusya ile buluşamayız. Muharebemiz ancak Karadaniz'de yâhud Anadolu kıt'asında olmak lâzım gelir." ve devamla:
"Redif Paşa çantasından haritasını çıkardı. Gördük ki; Kırım muharebesinden evvel yapılmış bir haritadır. Lâkin kendisi ana aldanıp bizim sözümüze çerdâr ehemmiyet vermedi. Derhal divan kaleminden hududname getirildi. Görüldü ki ayağı Tuna'ya munsab olan Bel-grad gölü bile Boğdan arazisine ilhak olunmuş. Redif Paşa pek fena bozuldu."
Sultan Abdülhamit bu adamlarla çalışmak zorundaydı ve bu adamların yüzünden Rusya'ya savaş açılıyordu.
"Eğinli Said Paşa'nın hatıratında:
"Vay gidi humk-u belâhet vay! (ahmaklık, budalalık) Rumeli'nin bütün bütün gitmesine sebeb olacaklar." diye yanıp yakılması bile bundandır" diyor İ.H. Danişmend ve ekliyor; "Sadrâzam Midhat Paşa harbciliğin en büyük mürevvicidir (taraflısı) ve Serasker Redif Paşa da kendisiyle hem fikirdir. Saraydaki harp timsali de Dâmad Mahmud Celaleddin Paşa'dır."
Mahmud Celaleddin Paşa (yukarıda bahsedilen Damad Celaleddin Paşa değil) Lord Salisbury'nin Midhat Paşa'yla diyalogunu, hiç de sevimli anlatmıyor. Osmanlı tezine itibar edilmesi, aslında bir fedakârlık getirmiyordu karşı tarafa.
Osmanlı'dan istenenlere gelince, Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetini sıfıra indirmek gibiydi. Mahmud Celaleddin Paşa'nın deyimiyle: "Bosna ve Hersek adına istenilen idare usulünün şekil ve biçimi, neticede oralarda İslâm hukukunun ve Osmanlı hükümetinin kaldırılmasına delâlet edeceği ve Osmanlı askerinin ikametlerinin kalelere inhisar ettirilmesi, "Millet Askeri" tertibi, aynen Sırbistan Prensliğinin kuruluşunda konulan kaideler gibi, Osmanlı idaresinin temelinden yıkılmasına yol açacağı ve bunlardan başka, vali ve hâkimlerin altı devlet reyleriyle tâyini ıslâhata nezâret için ecnebi komisyon kurulması..."
Uzuyor bu mesele. Birdenbire red edilmediği, uzun müzakereler yapıldığı, karardan önce çok düşünüldüğü anlatılıyor. Ve şu da söyleniyor aynı sayfada: "İngiliz murahhası Lord Salisbury, bir gün Bâb-ı Âli'ye gelerek, Midhat Paşa'yı azarlar tarzda pek çok soğuk sözler sarfetmiş..."
Acaba, Mithat Paşa Salisbury ile zıtlaştığı için, ona inad olsun diye aykırı davranmış olabilir mi? Salisbury'nin Rus temsilcisi General İgnatiyefle aynı ağzı konuştuğundan da bahsediliyor, onun Türk tarafını, Rusya'yı sevdiği için tavize zorladığını varsaymak mümkün ise de, aşağıda okunacak, padişaha sunduğu lâyiha düşündürücüdür. İngiltere başmurahhası Salisbury pâdişâha sunduğu layiha ile konferansta istenenlerin kabulünü şiddetle tavsiye ediyor, lâyiha şu:
"Osmanlı Devleti bugünkü günde gayet tehlikeli bir halde bulunuyor. Zira Rusya'nın ikiyüzelli bin kişilik bir ordusu Eflâk ve Boğdan sınırında, yüz elli bin kişilik ordusu da Anadolu sınırı üzerinde yığınak yaptı. Eğer Rusya, Tuna nehrini geçerse, Avusturya Bosna'ya asker sokmaya mecbur olur. İtalya'da Bulgar hadisesi sebebiyle Osmanlı topraklarına saldırmayı ve istilâ etmeyi tasarladığından Avusturyalıların bu hareketi görülürse İtalya'yı tutmak mümkün değildir. Yunanistan ise, istilacı, haris emellerini ortaya atacak, İran'da doğu sınırlarında topraklarını genişletmek iddialarına başlayacaktır. İşte Osmanlı Devleti bu kadar düşman arasında kalıp, muharebeyi bunlarla yapmaya mecbur olur."
Yerlisiyle yabancısıyla Türkiye hakkında düşünülenler böyle yahut buna yakın. Bizim şanlı paşalarımızın bilgisiz cesareti, buna rağmen harp kararı almaya çekinmedi.
Harbin göze alınması, iki tarafın da merdâne! davranışını ortaya koymuştu. İlanından, iki tarafta uzak durmaya çalışıyor olmalı ki, en ateşli taraftar olan Rus İgnatiyef, emelim, savaşmadan gerçekleştirmeyi deniyor. Almanya'ya gittiğinde Berlin'de Osmanlı Devleti maslahatgüzarı ile görüşüp, diyor ki:
"Devletiniz pek basit bir hareketle savaşın çıkışını önleyebilir. O hareket de, Karadağ'la barış yapmak, taahhüt ettiği ıslahatı gerçekleştirmek ve Rusya ile müzakerelere girişerek, iki devlet arasındaki münasebetleri yeniden kurmak için Petersburg'a liyakatli bir elçi göndermekten ibarettir. Belki Avrupa bunu sizden isteyecektir. İstenilmeden önce kendiliğinizden yapmanız akıllıca bir hareket olur. Yoksa savaş çıkması bence muhakkak görünüyor. Bu savaşta ise Osmanlı Devleti'nin bekası tehlikeye düşer ve tebaasının ileride vuku bulacak istekleri de Rusya açısından ıztırâba yol açar."
Rusya'nın Londra'da bulunan elçisi Kont Suvalov da savaşa karşıydı. Ülkesinin barış içinde yaşamasını istiyordu. Londra'daki Osmanlı elçisi Masurus Paşa'ya tavsiyede bulunurken, biraz da Çar'ın gönlü okşansın istiyordu. Ona göre; Çar'a bir elçi gönderilip, aynı zamanda orduların dağıtılması teklif edilirse, buna uyulurdu. Şark meselesi de belirli bir zaman için değil, dâimi unutulur. Suvalov bunu anlatmaya çalışmıştı fakat, hiçbir ilaç çare değil. Ameliyat lazım! Barış yolu araması istenen Masurus Paşa İngilizlerin Osmanlı'yı destekleyeceği yönünde mektuplar gönderip, savaşı teşvik ediyordu.
İlk Meşrutiyetin İlanı (23 Aralık 1876)
Tersane İstanbul Konferansı devam ederken, uzun zamandır üzerinde çalışılan Meşrûtiyet'in ilanı gerçekleşiyordu. Midhat Paşa'nın ısrarla üzerinde durduğu, ama derin bilgilerle hazırlanmadığı için pek de faydalı ve uzun ömürlü olamayan 1. Meşrutiyet Türklerden çok Hıristiyanları sevindirmişti. Her milletin ve memleketin kendine has durumu olduğu hesaba katılmadan, meselâ bir Türk'le bir İngiliz'in ayrı olmadığı düşünülmeden yapılan kanunların neye yarayacağı Midhat Paşa'nın aklına gelmiyordu. Padişahın yetkilerini kısmak, gayrı müslimlerle Müslümanları aynı kefeye koymak Türkiye'ye ne kazandırırdı?
Kanun-ı Esâsi'nin kurtarıcı olduğuna inanan Midhat Paşa, doğru dürüst bir araştırma yapıp, diğer devletlerin kanunlarını bile incelememiş idi. Belki iyi niyetle ama devlet için felaket sayılabilecek maddeleri bile bulunan Kanun-ı Esâsi'de "her milletin kendi dillerini resmen kullanabilecekleri "ta'lim-ü teallümde" serbest olduğu; Türkçenin resmi dil olduğundan bahsedilmediği" vahim hata olarak görülmüş ve Eğinli Said Paşa'nın direnmesiyle bu madde değiştirilmiş.
Her şeyde olduğu gibi Kanun-ı Esâsi'de de mutlaka faydalı maddeler vardı. Lâkin henüz Türkiye için vakti değildi. Bir de, Mithat Paşa bu işe yabancıları karıştırmaya kalkışmış, neredeyse bu anayasa metnini yabancıların himayesine sokmaya çalışmış ama, bunda başarılı olamamış.
"İşte bundan da anlaşılacağı gibi Midhat Paşa dahili idare şeklini haricî kefalet altına sokan bir devletin istiklâlinden eser kalmıyacağını ve ecnebi teminatı altındaki hürriyetin esaretten bin beter olduğunu takdir edemiyecek kadar şahsi ihtirasâtına kapılmıştır."
Meşrûtiyetin ilânından sonra Midhat Paşa hemen hemen bütün yabancı devletler tarafından takdir edilmiş ve "Paris ve Londra borsalarında Osmanlı tahvillerinin fiyatları birden bire beş Frank yükselmiş."
Ne var ki, Midhat Paşa ilk günden sükutu hayale uğrar. Tersane konferansına iştirak eden devletlerin temsilcilerinden, minnet duygularım ifade edici tavır beklerken, hiç bir tepki göremez. Halbuki Midhat Paşa'nın getirdiği demokrasi idi. Devlet-i Âliye'de Hıristiyanlar ve bütün gayrı müslimler rahata kavuşacaktı. Bâb-ı Âli'de hariciye nazırı Safvet Paşa'yı bekleyen Midhat Paşa hemen sorar, "Ne dediler, ne dediler?" Hariciye nazırının cevabı acı! "Ne diyecekler, 'çocuk oyuncağı' dediler!"
Midhat Paşa, konferansa katılan ülke temsilcilerinin memnun kalacaklanı, dolayısıyla Balkanlar'da Türkiye lehine tavır takınacaklarını hesab etmekle yanıldığını anlamıştı.
Meclisin Toplanması ve Harp Kararı (18 Ocak 1877)
18 Ocak'ta yapılan ilk meclis toplantısına 240 kişilik bir kalabalık katılmış, bunların 180'i Müslüman, 60'ı gayrı müslimdi. Bu toplantıda Mithat Paşa'nın bastırmasıyla Rusya'ya karşı harp kararı çıkmıştır. Sultan Hâmid mecburiyetten bu kararı tasdik etmiş, "Rûmî takvime göre '93 Harbi' denilen kanlı faciaya işte böyle yol açılmış ve nihayet Moskof orduları İstanbul kapılarına dayanıp şimdi 'Yeşilköy' dediğimiz 'Ayestefanos' Rus karargâhı haline gelmiştir. İşte bundan dolayı Eğinli Said Paşa'nın hatıratında şu acı hükme tesadüf edilir:
"Harbin netâyici vahimesinden vükelâ, daha doğrusu bizim Mahmud Paşa ile Midhat Paşa mesul olmaz da bu âlemde acaba daha kim mesul olur?"
Cevdet Paşa, o günleri Tezakiri'nde yana yakıla anlatırken, durumumuzun ne kadar elverişsiz olduğunu şu cümlelerle gözler önüne seriyordu:
"Biz henüz ümerây-i askeriyyemize hududu öğretmek üzere iken Rusyalı Turla nehrini geçti... Asâkiri nizamiyye-mizin kifayet etmiyeceği anlaşılmağla vilâyatta bulunan süvari asâkir-i zabtiyyenin dahi mevaki-i harbiyyeye sevk olunması emr olundu ve icrây-i îcâbı nezâret-i âcizîye havale kılındı... Bu tarihte hudûd-ı hâkaaniye gerek zabtiye ve gerek mu'avine ve aşâir atlısı olarak sevk etmiş olduğum askerin mikdan yüzbini tecavüz etmiştir. Bunların takım takım şevki ve masraflanın tedâriki azîm bir meşguliyet idi." Midhat Paşa beş altıyüz bin askerle Rusyalı üzerine gidileceğinden bahsediyor, tabii ki yanılıyordu.
Mevcud asker sayısı kifayetsiz olduğundan yeni asker toplanmasına karar verilir. "... Yirmi yaşından kırk yaşına kadar olan nüfûs-ı zükûr-ı müslime her kangı rütbe ve me'mûriyette bulunur ise bulunsun vücûdca özürleri almadığı hâlde mevkib-i hümâyun taburlarına kayd olunarak ta'lim-i askerî ile mükellef olacağı..." duyurulur.
Böyle, alel acele asker toplanır, "bir iki ay zarfında tüfeng tutma ve hey'eti muntazama ile hareket etmeğe" alıştırılırlar. Bir yandan da elbiseleri hazırlanır, "âlâ atlar" temin edilir. Sultan Ahmed Camii'nde mevlid-i şerif okutulur.
"Taburlarımız Bab-ı hümâyûn dahilindeki Darbhane meydanına gayet nümayişli bir suretta dizildi. Süvari bölüğü dahi bir tarafa yerleştirildi." Sultan Hâmid askerleri seyrederken "böyle müddet-i kalîle zarfında tenfizinden dolayı fevkalâde mahfuz-u mesrur olarak gözlerinden yaş geldi."
Sultan Abdülhâmid'in gözlerini yaşartan askerin mükemmelliği miydi? Yoksa o da, Edmondo De Amicis gibi eski günlerin azametini göremediği için mi hislenmişti? İtalyan Amicis, 1874'te geldiği İstanbul'da gördüklerini kaleme alırken, bazan da gördüklerini kabul etmeye gönlü razı olmaz, eski günlere, muhayyilesini zenginleştiren zamana gider...Kitabında, "Ordu" başlığıyla anlattıkları aşağıda:
"Gelmeden evvel, eski günlerin fevkalâde ordusuna aid bir iz bulamayacağımı bildiğim halde, İstanbul'a varır varmaz, her zaman büyük bir sevgi beslediğim askerleri merak içinde aradım. Fakat, hey hat! Hakikatin beklediğim kadar olmadığım gördüm. Eski, bol, güzel ve cengâver kıyafetlerinin yerine siyah ve dar üniformaları, kırmızı pantalonları, sıkı ceketleri, sırmalı uşak elbiseleri, mektepli kayışlarını ve Sultan'dan askere kadar herkesin başına giydiği, hele kanlı canlı Müslümanların kafasında adi ve ç¬cuksu durması bir tarafa, birçok göz hastalığının ve baş ağrısının sebebi olan şu acıklı fesi buldum. Türk ordusunda artık bir Türk ordusunun güzelliği almadığı gibi, henüz bir Avrupa ordusunun da güzelliği yok; askerler bana hüzünlü, gamlı ve derbedermiş gibi geldi; cesur olabilirler, ama sevimli değiller."
Amicis, hoşuna gitmeyen bazı sahneler anlattıktan sonra tarihe dalıp, eski, ihtişamlı Türk günlerini, Türk askerlerini tasvire çalışıyor: "Sultan Bâyezid'in, Sultan Süleyman'ın ve Sultan Mehmed'in Davudpaşa Ovası'na dizilmiş muhteşem orduları! İstanbul surlarının üstünden kim sizi bir dakika için tekrar görebilirdi! Zafer görmüş Edirnekapı'sının önünden her geçişimde, bu muhteşem ordular gözümün önüne ışıklı bir hayâl gibi geliyor ve sanki hassa fırkalarının münadisi olan miri miran hemen görünüverecekmiş gibi, durup kapıyı seyrediyordum."
Amicis kendinden geçmek istiyor. Bizim yüreğimizi yakan perişanlığımızla, onun duyduğu hüzün aynı değildir! Fakat o kadar güzel anlatıyor ki, biz de acımızın derinliğini keşfediyoruz. O, muhteşem bir manzaranın seyrinden mahrum kalmanın; biz, muhteşem bir tarihin zavallı mirasçıları olmanın azabını yaşıyorduk.
Sekiz bin Yeniçeri'nin başında bir paşanın, miralayların, erzak ve silah taşıyan hizmetkârların, iç oğlanlarının, mehter takımının, mabeyncilerin, timarların geçişini anlatırken, "Bu daha öncüydü" diyor. Ve "Aralıksız taburların üstünde, rengârenk sancaklar uçuşuyor, tuğlar dalgalanıyor, mızraklar, kılıçlar, yaylar, ok kılıfları, tüfekler biribirine çarpıyor, bunların arasında Kandiya ve İran muharebelerinde güneşten yanmış çehreler görülür gibi oluyordu; davulların, zurnaların, boruların ve nakkarelerin ahenksiz sadaları, Yeniçerilerin yanındaki duahanların sesi, çarpışan zırhların ve zincirlerin gürültüsü, Allah! nidaları, Davudpaşa ordugâhından Haliç’in öteki sahiline kadar yayılan neşeli ve korkunç bir uğultunun içinde biribirine karışıyordu."
Amicis; bunca güzel anlatmasına rağmen doymuyor ve sesleniyor: "Ebediyen yok olmuş bu güzel Şark dünyasını sevdalı bir şekilde inceleyen ressamlar ve şairler, İstanbul'un köhne surlarından III. Mehmed'in harikulade ordusunu çıkarmama yardım ediniz."
Amicis istediği rüyayı görmeye başlıyor ve gördüklerim bizimle paylaşıyor. "Öncü geçti: göz kamaştırıcı başka bir şey ilerliyor. Sultan mı bu? Hayır. Tanrı henüz otağından çıkmadı. Bu ancak birinci vezirin maiyetidir. Kadife zırh örtülü ve gümüş dizginli kırk ata binmiş samur kürklü kırk ağa, onlardan sonra, sırma örtüler giydirilmiş kırk katanayı tutan, kalkanlı, gürzlü ve palalı, debdebe içinde bir sürü içoğlanı ve seyis."
Amicis anlatıyor, anlatıyor, gelen her alayda, Sultan varmış hissini verdikten sonra "hayır henüz Sultan değil bu!" diyor. Bir yerde, heyecanı iyice yükseltip, devam ediyor:
"Başka bir kalabalık ortaya çıkıyor. Seyirciler yerlere kapanıyorlar. İşte Sultan! Hayır, henüz Sultan değil bu. Gördüğümüz şey, ordunun başı değil, kalbidir, etrafında dağlar gibi cesetlerin yükseleceği ve dereler gibi kanların akacağı cesaret ve mukaddes gazabın ocağı, Sancağı Şeriftir. Haz. Peygamberin yeşil renkli sancağı, bayrakların bayrağıdır."
Bu alayla ilgili malûmatlardan sonra, "Bir başka insan ve at dalgası geliyor. Henüz Sultan değil bu." diyor ve tafsilât.
"Göz kamaştıran başka bir renk ve debdebe başka bir alayı haber veriyor. İşte nihayet Sultan!" diyor amma, bilerek yanılmıştır. Okuyucunun heyecanını yükseltiyor Amicis ve yine muhteşem bir tablo seyrettirdikten sonra, bu alayın "Sadrâzam alayı" olduğunu söylüyor.
"Sadrâzam alayı geçti. Birden borular ve davullar ortalığı inletmeye başladı; seyirciler kaçışıyor, toplar gürlüyor, kapıdan palalarını savurarak öncüler fırlıyor ve işte kesif bir mızrak, sorguç, kılıç ve pırıl pırıl yanan bir altın ve gümüş miğfer şaşaasının ortasında, atlas sancaklardan bir bulutun altında, işte sultanlar sultanı, hükümdarlar hükümdarı, dünya prenslerine taç dağıtan, Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz'in, Karadeniz'in, Rumeli'nin, Anadolu'nun, Dulkadir, Diyarbekir, Azerbaycan, Acemistan, Siyam, Halep, Mısır, Mekke, Medine, Kudüs eyaletlerinin, bütün Arabistan ve Yemen diyarlarının, şanlı seleflerinin ve şevketli atalarının zaptettiği veya alev alev yanan muzaffer kılıcıyla haşmetli devletinin hükmü altına aldığı bütün öteki eyaletlerin hükümdarı, mutlak hâkimi."
Amicis 'in bundan sonraki tasvirini geçip, son cümlesi ile bu konuyu bitirelim. "Sancak bulutlan, sorguç ormanları, sarık selleri, demir çığları, arkalarında tüten enkazlardan bir çöl ve kesilmiş kellelerden meydana gelmiş dağlar bırakarak Avrupa'nın üstüne atılmaya gidiyorlar."
"Hayali cihan değer", amma nerede o günler?
Sadrâzam Midhat Paşa'nın Azli ve Sürgünü (5 Şubat 1877)
Midhat Paşa'nın sürgün edilmesi de bu günlerdedir.
Rusya ile savaşa asker hazırlanırken, bu savaşın çıkmasına sebep olan Midhat Paşa azlediliyor; İstanbul'dan, hatta Türkiye'den bile çıkarılıyordu. Sebep mi? Pek çok. Sultan Aziz ile Sultan Murad'ın tahttan indirilmelerinde birinci adam. Abdülaziz Han'ın ölümünden sorumluluğu var. Pâdişâhla araları iyi değil. Pâdişâha rağmen ilan ettiği Kanun-ı esâsi'nin en çok sevinen taraftarları "Midhat Paşa köşkünün önünde sevinç gösterileri yaptılar. Türklerden başka, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler kendi dillerinde nutuklar söylediler." "... Hıristiyanların ruhani reisleri Midhat Paşa'yı ziyaret ederek tebrik ve teşekkürde bulundular."
Gayri müslimleri bunca sevindiren bir şeyin Müslümanlan üzeceği kimsenin meçhulü değildir. Midhat Paşa dediğini yapmış olmanın heyecanıyla havalara girmiş, sık sık rakı sofraları kurmaya, bu sofralarda devlet sırlarını ifşa etmeye başlamış. Nâmık Kemâl ile Ziya Bey (Paşa) Midhat Paşa'nın hayallerini dinlemeye alışmışlar. Meşhur sözlerinden biridir: "Âli Osman" olur da "Ali Midhat" olamaz mı? Çok büyük hayaldi bu. Ne Âli Osman'ın bir üyesi bulunan Pâdişâh af edebilirdi bu sözü, ne de Türk milletinin herhangi bir ferdi. Fakat belki de sarhoşlukla ortaya atmıştır böyle bir lafı. Yerin kulağı var ya, hemen halkın diline sakız olmuş.
5 Şubat Pazartesi günü görevden alınan Paşa'nın sürgün yeri italya'dır. Giderken söylediği sözler de muhteşemdir! Kendisini nasıl gördüğünün resmidir.
"Eğer beni buradan tard-u tedib ederseniz alimallah memleket mahvolur."
Ve vapura bindirilir Paşa, artık gidiyor. Onsuz olunamayacağı inancında olmalı ki, "Allah rahmet eylesin bu millete." der. Ve "Teessüf ederim ki, dersaadete avdetimde ne Şevketlü Efendimizi bu saraylarda ve ne de bu mülkü yerinde göremeyeceğimden ve edilen hataların vakt derecesi taayyün eder ise de telâfi-i mâfât (imkâna) mümkün olmayacağından bunların ayniyle ve tamamıyla Huzûr-ı Şahaneye arzını rica ederim." diye hatıratına yazmış olan Midhat Paşa, dönüşünde de her şeyi yerli yerinde bulmuş. Hattâ devletin vilayetlerinde valiliklerde bulunmuştur.
Midhat Paşa'nın pâdişâha söylediği bir sözü daha nakledelim. "Bir yazısında pâdişâha şöyle hitâb etmiştir. "Evvelâ Zât-ı Mülûkânelerine aid olan vazâif-i hükümdârânenizi mutlaka bilmelisiniz; zira bil cümle harekâtınızdan, millet nazarında mes'ûl olacaksınız!" "... Usûl-i meşveretle idare olunan bir millette nizâm nedir, bilir misiniz?.. Binayı devleti tamire çalıştığımız sırada, siz adetâ yıkmak istiyorsunuz."
Midhat Paşa'yı kısaca tanımaya yetecektir bunlar. Şimdi savaş ne haldedir, bir bakalım.
Meclis-i Meb'usan'ın Açılış Merasimi (19 Mart 1877)
Midhat Paşa'nın gayreti, her şeyden fazla meşrûtiyet üzerine yoğunlaşmıştı. Kanûn-ı Esâsî, Meclis-i Mebusan ve Midhat Paşa yan yana anılırlardı; şimdi ayrılar. Midhat Paşa'nın eseri! hayata geçtiği halde kendisi sürgün. Kânun-ı Esası dolayısıyla Midhat Paşa için, "Musul taraflarının meşhur bir şairi olan Şeyh Rızâ-i Talekânî, Tanzimattan beri süregelen ecnebi kânunlar meselesini de tenkid eden bir şiirinde Kânun-ı Esasi tâbirini şöyle hicvetmiştir."
Bîçâre adalet ki yıkılmışdı binası
Birden içine s...dı bu Kanûn-ı Esâsî
Kânun-ı ilâhî varken, yani şeriat
Kanun hezeyandır çi siyâsi, çi esâsî
İyi yahut kötü, bütün yenilikler muarızlanyla beraber doğar; Kanun-ı Esasi'nin de Tanzimat gibi algılandığı, ona düşman olanların buna da düşman olduğundan bellidir. İyi mi kötü mü meselesi de adamına göre değişiyor. Neyse, Meclis-i Mebusan'ın açılışına bakalım.
Daha önce seçilmiş olan Mebuslar ve Ayan-senatörler İstanbul'da toplanmıştı. Bugün Dolmabahçe Sarayı'nın bir salonunda yapılacak merasime iştirak ettiler. "69 müslim 46 gayri müslim" ve pâdişâhın tâyin ettiği 26 âzâ ile beraber ceman 115 kişi idiler. İlk Meclis-i Mebusan reisliğine Ahmed Vefik Bey (Paşa) seçilmişti.
Sultan Abdülhâmid bu açılışta hazır bulundu. Vükela, ulema, askeri ve mülkî erkânın yanı sıra Rum, Ermeni, Katolik patrikleri, Bulgar eksarhı, Protestan vekili, Hahambaşı vs. ile yabancı devlet temsilcileri de merasime katılanlar arasındaydı. Yabancı devletlere şirin görünme uğruna yapılan bu yenilik daha çok onlara gösterilmek isteniyordu. Ne var ki, bu yeniliğin banisi ortalarda yoktu.
Pâdişâhın, tahtının solunda kardeşleri veliahd Reşad ve Şehzade Kemaleddin Efendiler bulunuyordu. Sultan Hâmid, burada okunmak üzere hazırladığı nutku Küçük Said Paşa'ya okuttu. Nutuk, daha ziyâde iyi dileklerle, pâdişâhın Kanûn-ı Esâsi'den memnuniyeti ile Osmanlı Devleti'nin kısa tarihçesinden bahisle, bugünün önemini vurgulayan kelimelerle bezenmişti. Nutukda zikredilenlerle pâdişâhın gönlü aynı şeyleri terennüm ediyor muydu acaba?
Türk-Rus Harbi (24 Nisan 1877)
Türkiye'de Pâdişâh ile bazı devlet erkânı savaş istemiyordu; Rusya'da da durum aynı; II. Aleksandr istemiyor; onun da bazı adamları savaş yanlısıydı. Bizde Midhat Paşa'ya söz geçirilemediği gibi, II. Aleksandr da adamlarına söz geçiremiyor. (1990'lann Jirinovski'si gibi aşırılar o zaman da Rusya'da eksik değildi). "Avrupa devletlerinin de savaşa rızaları yoktu."
Anadolu cephesi Başkumandanı, Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa idi ama bir dağınıklık vardı. Şöyle ki: Müşir Derviş Paşa Batum'da bir kolordunun başında; Erzurum Valisi Kurd İsmail Paşa Van ve Bâyezid taraflarında kuvve-i muavene fırkası toplamakla meşgul ve bunlar müstakil hareket ediyorlardı. Ahmed Muhtar Paşa'nın asker mevcudu 57650, top sayısı 97 ve askeri talimsiz. Rusların kuvveti 125390 asker, 189 top; bir de Rusların takviye alma imkânlarına mukabil, Ahmed Muhtar Paşa'nın o şansı da yoktu.
1877,30 Nisan Pazartesi; Bâyezid, 17 Mayıs Perşembe Ardahan'ın düşüş günleridir. Rusların hedefi Karakilise. General Tergusaf karşısında Ahmed Muhtar Paşa'yı bulacak ve ummadığı bir yenilgiyi tadacaktır. (21 Haziran) Rus Çarı şöyle diyecektir. "Herhalde büyük satranç ustası idi... Onun bu maharetine İstanbul'daki Pâdişâh ve idareciler sahip olsa idiler savaşa gerek kalmazdı." (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)
Ruslar 25 Haziran'da Zivin'e hücum ederler, yine mağlup dönerler; Kars şehri muhasaradan kurtulur. Ermeni asıllı General Loris Melikof' a Petersburg'dan azil emrini bildiren bir telgraf gelir, onun yerine Prens Misel Nikolayeviç tayin edilir. Ferik Fazıl Paşa bir fırka askerle Sohum'a çıkarma yapar ve Rusları müşkül duruma düşürür, Kızıltepe ele geçirilir. Ruslar 6000'den fazla yaralıyla, 3000 ölü bırakarak kaçarlar savaş meydanından.
Bu başarılar İstanbul'a ulaşınca Pâdişah'dan Ahmed Muhtar Paşa'ya bir telgraf gelir; bu Petersburg'dan gelenin tam aksine, kumandanı taltif edicidir. Saygılı Paşamız Pâdişâhın telgrafını ayakta dinler, bir yere gelince gözyaşlarına hakim olamaz. Kendisine gazilik unvanı veriyordu Pâdişâh. Yine de fazla mutlu değildir, çünkü Rusların daha güçlü olduğunun farkında, yarın ne olacağını bilemiyor...
Üç gün sonra Yahniler muharebesiyle bir zafer daha yaşanır, bunun kahramanı Mirliva Kapdan Mehmed Paşa'dır. Gazi Ahmed Muhtar Paşa onun için şöyle yazar hatıratına:
"Koca herif, kendine mahsus o gümrah sadasiyle sabahtan akşama kadar ayakta ve ortalık yerde envâı kelimat-ı müheyyice ile askerini teşci eder, asker de onu gördükçe gayretini artırır ve cehennemden nümûne-nümâ olan hâli hiçe sayar idi."
Bu muharebede 74 bin Rus askerine karşı 34 bin Türk askeri savaşmış, 8–10 bin Rus ölmüş, 2500 Türk şehid olmuştur.
Ruslar takviye alırlar, Gazi Ahmed Muhtar Paşa alamaz ve hezimet kaçınılmazdır. Asker sayısı çok muvazenesiz, top Ruslarda 254, Türklerde 52. 15 Ekim'de topların mermisi tükenir, Ferik Ömer ve Raşit Paşalar şehit düşerler. Askerler öle öle tükenir. Ümit tükenir ve Kars 41 senelik mateme ve Türk bayrağı hasretine mahkum, Ruslara teslim edilir. Gazi Paşa bir avuç askeriyle Erzurum'un yolunu tutar, fakat Rusları da oldukları yere çiviler. Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın Kars'tan Erzurum'a, bu şanlı çekilişi "sonradan Avrupa harb akademilerinde kurmay namzetlerine ders olarak okutulmuştur."
Muhtar Paşa, Pâdişâh emriyle İstanbul'a çağrılınca, yerine Kurd İsmail Paşa geçmiştir. Rusya'da, Çara gidip kazandığı zaferi tebliğ eden Prens Misel, Çar'dan aldığı cevap karşısında dona kalır.
"Grandük" der, "Zaferi siz mi kazandınız?.. Silahlarınız derseniz evet... Ama oradaki üç Türk Paşası'na mağlûp oldunuz. Galipler orada ve siz buradasınız.." İşte bizim övüncümüz budur..." (İlhan Bardakçı, İmparatorluğa Veda)
Rumeli cephesi:
Büyük bir acının, uzun bir mücadelenin, dünyayı hayran bırakan kahramanlığın ve Türklerin Balkanlar'dan sökülüşünün hikâyesidir. Kimi tarihçilerin Kafkas, kimilerinin Anadolu cephesi dediği Doğu'da Ahmed Muhtar Paşa'yı gazi yapmışız ama, Erzurum'dan ötesini Ruslara bırakmıştık. Aynı tarihlerde Rumeli'de yaşanan savaşlarda neler olduğuna şimdi bakıyoruz. Burada da en büyük askerlerden birini gazi yapıyoruz. Tokatlı Osman Paşa'yı.
Rusya ile savaşa nasıl girildiği daha önce görülmüştü. Böyle bir savaşı kaldırmaya hiç bir imkânımız olmadığı halde, memleketin ve milletin mahvına sebebiyet verecek uğursuz adımı atanlar atmış, Türk evlâdına da ceremesini çekmek kalmıştı. Binlerce evladımızı şehit vermiştik. Devletin Hıristiyan tebeasının eline silâh verilmiyordu.
Rumeli cephesi başlığı ile anlatılan savaşlarda yer adları da şahıs adları da çok. Tabii ki, çok özet olarak belli başlılarını konu edeceğiz. Esas olarak, Plevne kahramanı diye tanıdığımız Gazi Osman Paşa'yı biraz yakından seyretmeye çalışalım.
Tuna ordusu başkomutanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa, karargâhını Şumru'da kurar. Süleyman Paşa Hersek'te, Ali Saip Paşa İşkodra'da, Veli Paşa Bosna'da ve Mehmed Ali Paşa Sırbistan'la Karadağ arasında... Anadolu cephesinde olduğu gibi burada da bir dağınıklık var; bazı kumandanlar bağımsızdırlar. Ahmed Muhtar Paşa'nın ordusu, Rusların ordusuyla sayıca mukayese edilmezken, burada o kadar fark yoktu. 200.000'e 250.000. Rumeli cephesi başkumandanı Abdülkerim Paşa'mn kifayetsizliği önemli zaaflarımızdandır. Rus ordusunun başkumandanı Çar'ın kardeşlerinden Grandük Nikola'dır ve 800 topa sahiptirler. Romanya hürriyet ister Bab-ı Ali'den, "hayır" denir. Rusya fırsatı kaçırmaz. "Bize yardımcı olun, Türkleri buralardan atalım, istediğinizi alırsınız." Mezhep yüzünden biribirini sevmeyen iki millet güzel bir ortak menfaat bulunca anlaşırlar ve Rusya da bu anlaşmadan istifade eder. Hattâ, belki de mağlubiyetimizin sebebi, Rusların Edirne'yi de geçip Yeşilköy'de karargâh kurmalarının mesulü, Romanya'yı Rusların kucağına atanlardır. İlhan Bardakçı "İmparatorluğa Veda" adlı eserinde Romanya'nın başında bulunan Prens Karol'un İstanbul'a gönderdiği elçisinin nasıl ortada kaldığını anlatıyor.
"Dışişleri Bakanı Safvet Paşa ile Sadrâzam Edhem Paşa'nın basiretleri bağlanır.
"Gelen aracı kim? Sıfatı nedir, acaba bizimle eşdeğerde midir?" diye tartışmaya başlarlar. Aradan on gün geçtikten sonra, Avusturya - Macaristan'ın İstanbul Büyükelçisi aracı olur ve Safvet Paşa'ya: "Korkarım ki, der. Ruslara karşı sahip olacağımız en kudretli silahtan daha güçlü bir imkânı kaçıracaksınız. Romanya bu savaşta tarafsız kalmak istiyor. Tarafsız kalırsa, Rusya hiç bir şey yapamaz. Rumenler Slav değildir. Sizi Ruslara tercih edeceklerdir. Savaş da tarafsız kalacak bir Romanya, Rus ordusunun ikmâl yollarını kesecek ülke demektir..."
Bunun gerçekleşmesi için istenen şey, yukarda denmişti. Zaten bağımsız olan Romanya'nın Bâb-ı Âli'ce tanınması, hepsi bu. Amma, kabul edilmez. 50.000 kişilik orduları Rusların öyle bir işine yarar ki, belki de bizim işimizin bitirilmesinin tek sebebi olurlar.
Şıpka kahramanı Süleyman Paşa General Gurko'yu çok uğraştırır ama ateş demiri eritir. General Gurko, Şıpka'ya hakim olur. (17 Temmuz) 20–26 Ağustos arası Süleyman Paşa yapabileceği her şeyi yapar... Paşa'nın yiğitliği ve kahramanlığı Şıpka'yı Ruslardan almaya yetmez. Suçun büyük kısmı Başkumandan Mehmed Ali Paşa'ya yüklenir. Daha önce Abdülkerim Nadir Paşa'dan alman görev kendisine verilmişti, bu yenilgi üzerine Müşir Süleyman Paşa Başkumandanlığa atanır. Mehmed Ali Paşa'nın Hırvat dönmesi olduğunu biliyoruz.
Şimdi; esas anlatacağımız Plevne zaferleridir. Birinci, ikinci ve üçüncü... Kumandam esir düşen zaferimiz!
20 Temmuz 1877 Birinci Plevne Zaferi
Osman Paşa, 19 Temmuz'da Plevne'ye gelen Alman asıllı Rus Generaliyle 20 Temmuz'da karşılaşır. General Şilder 2847 ölü ve birçok ağırlık bırakıp cepheden bozgun halinde kaçar. Yine Alman olan bir general yardımına gelir. Bunun adı Krüdnerdir.
30 Temmuz 1877 İkinci Plevne Zaferi
Osman Paşa'nın emrinde 23000 askeri, 58 adet topu var; Alman asıllı Rus Generallerinin 50000 askeri ve 184 topu. Maddi nispetsizliğe karşılık, Osman Paşa farkı, en önemli faktördür. Rus Çan İkinci Aleksandr da cephede savaşı yakından takip etmektedir. Abdülhâmid Han Dersaadette telgraf başında heyecan içerisinde, duaları Türk askerinin başarısı için.
Bu savaş bir destandır. Osman Paşa destanı. 100 şehit, 400 yaralı verir Türk ordusu ve Rus ordusunun kaybı 7305'dir.
İşte burada, bizim paşaların görüşme talebini on gün ertelediği, aracılar vasıtasıyla yapılan görüşmede, talebini reddettikleri Romanya Prensi Koral çıkar piyasaya.
Çar panik içerisindedir; Petersburg'dan Hassa ve Kazak fırkalarını çağırırken, Romanya Prensi'ne aşağıdaki telgrafı çeker.
"İmdadımıza gel! İstediğin şartlar altında, istediğin yerde, istediğin gibi Tuna'yı geç. Fakat yardımımıza koş! Türkler bizi mahv ediyorlar! Hıristiyanlık davası kaybedilmiştir."
İkinci Plevne zaferinden sonra Rusların yardım beklemeleri zaman alırken, Türk tarafı bu fırsatı değerlendirmez. Aradan 44 gün geçer. Hem Rusya'dan beklenen askerler, hem de Romanya'nın 50.000 askeri Koral komutasında gelir, yetişir.
11 Eylül 1877 Üçüncü Plevne Zaferi
Ruslar bütün güçlerini yığdıkları halde, "Şark, Garp ve Cenup Türk orduları düşmanı imha için elbirliği etmeye maatteessüf muvaffak olamamışlardır."
"Düşman 432 topla geceli gündüzlü Plevne'yi doğuyordu." Çok gayretle mücadele eden Ruslar birşey elde edemiyorlar. "3'ü general ve 350'si subay olmak üzere 15553 ölü" bırakıyorlar savaş alanına. Türk tarafının yaralı ve şehit olarak zayiatı 3500 kişi. Pâdişâh, Osman Paşa'ya gazi unvanı veriyor.
Gazi Osman Paşa destan yazmaya devam ediyor. Fakat kalemde mürekkep tükeniyordu. Rusların Plevne önündeki kayıpları 50.000 kişiyi bulmuştur. Asker kaybı belki morallerini bozuyordu Rusların, amma yerlerine devamlı yenileri geliyordu. "Rusya demek, tükenmez sürüler yetiştiren bir mahşer demektir. Onun için Rus ordusunun üçüncü Plevne muharebesinde yediği müdhiş darbenin yegane neticesi, yeni takviye sürüleri celbinden ibaret kalmıştır."
Ruslar, bu insan sürüleriyle Plevne'yi üç tarafından kuşatırlar. Bir tek yol var cephane ve mühimmat gelebilecek, o yoldan gelenler de Rusların eline geçer. General Gurko tek geçiş yolunu da kapatır. Artık, Gazi Osman Paşa tam bir çember içine girmiştir, cephane ve erzak bitmek üzeredir... Görünen bir selâmet yolu var ise, o da düşman hatlarını yarıp kaçmak!
Deli Fuad Paşa, 4 Aralık'ta Elena meydan muharebesinde Rusları yenerse de, Süleyman Paşa'nın Maçka meydan muharebesinde yenilmesi Plevne'ye imdad gelmesini önlediği için işe yaramaz. Soğuklar başlar, açlık ve hastalık askerde takat bırakmaz. Aslında, Rus Başkumandanı Grandük Nikola da savaşın sürüp gitmesinden yana değil, bu yüzden Osman Paşa'ya gayet nazikçe bir mektup yazarak Plevne'yi teslim etmesini ister... Gazi Osman Paşa "Plevne'den çıkmam diyor!" Nikolay'a red cevabını, kullandığı kelimeleri seçerek, gayet ağırbaşlı bir mektupla bildirir.
10 Aralık 1877 Düşüş
"Tuna nehri akmam diyor
Etrafımı yıkmam diyor
Şanı büyük Osman Paşa
Plevne'den çıkmam diyor"du, amma kararını verdi, gece çekilme yapacak. Bu yarma hareketini denemek zorundaydı; denedi. 2500 şehit, 3500 yaralı verdikten başka, Gazi Osman Paşa bacağından bir kurşunla yaralandı ve atı vurularak öldü. Teslim olmaktan başka çare kalmamıştı.
"Plevne kahramanları, harp talihini değiştiremediler ise de Türk ordusunun askerlik şerefini kurtarmış oldular."
Mirliva Tevfîk Paşa ile, teslim teklifi iletilince, Rusların Generali Strukaf, Tevfik Paşa ile beraber Gazi Osman Paşa'nın bulunduğu kulübeye gelir. Osman Paşa rütbece kendisinden üstündür. General, saygısından oturmaz. Osman Paşa'nın müsaadesine rağmen ayakta durur. Bir başka General gelip kılıcını alır Osman Paşa'nın. Grandük Nikola Rus Başkumandanıdır, duruma üzülür, hemen Osman Paşa'nın yanına gelerek "Böyle bir kılıcı sizden iyi kullanacak kimse olamayacağı için" diyerek, merasimle Osman Paşa'nın kılıcını iade eder.
Bu kılıcın iade edilişini Sayın İlhan Bardakçı'dan dinleyelim:
"Merasim son buldu... Grandük Nikola Osman Paşa'ya: "General kılıcınızı bir hata eseri olarak almış. Çarım İkinci Aleksandr, bu kılıcın hakiki sahibine ve ona şeref veren insana yani size, derhal iade edilmesini emrettiler. İnancımız odur ki, bu kılıcı dünyada, başka hiçbir kumandan sizin kadar liyakat ve şerefle taşıyamaz..."
Rusya, Gazi Osman Paşa'yı şeref misafiri sayıp, şanına uygun davranmaya gayret ediyordu. Paşamız bihalare vatanına dönecek ve Pâdişâha en yakın adamlardan biri olarak ömrünü sürdürecektir...
Rusya'lı Osman Paşa'yı ağırladığı günlerde Rus askerleri Yeşilköy'e kadar ayaklarını sokmuşlardı. İki devlet başkanının da istemediği bu savaş için Cevdet Paşa önceki söylediğinin biraz farklısını, uzununu yazmış tezakire.
"Midhat Paşa anı ilam harbe mecbur etti. Ahâli-i İslâmiyenin efkârını tehyic ile cenge hırslandıran odur. Sanki tüfengi o daldurdu, Dâmad Mahmud Paşa üst tetiğe çıkardı, Redif Paşa ateş etti. Bu üç kişi devletin başını felâkete uğrattı."
4 Şubat 1878, Pazartesi
Ahmed Vefik Paşa, sadarete tayin edilir. Bu renkli sima o makama da renk katar, artık Sadrâzam adı, onun teklifiyle kaldırılır ve A. Vefik Paşa (Başvekil) olarak anılır.
13 Şubat Çarşamba
Çeşitli milletlerden meydana gelen meclis-i mebusan, Pâdişâhla uyum sağlayamadığı, hattâ Pâdişâhı tahkire yeltenenler bile bulunduğu cihetle Pâdişâhın emriyle tatil edilir. Böylece, büyük gürültülerle kurulan Meşrutiyet yönetimi sona erer. Bu, Birinci Meşrutiyet olarak tarihdeki yerini alacak, çok şeyler yazılıp, söylenecek olan bir kısa devredir.
3 Mart 1878 Ayestefanos (Yeşilköy) Antlaşması
Birkaç maceraperestin arkamızdan itelediği fırında yandık; pek çok kayıplar verdik; şimdi üstümüzü başımızı örtecek bir şeyler almaya çalışacağız. Bu işin içinde deriyi yüzdürmek de var, kolu kanadı kestirmek de.
Eğer unutmadıysak, İngiliz elçisi yalvarmış, Rus elçisi rica etmişti; "gelin bu savaşa girmeyin, zamanımız çok olur" demişlerdi. Bizim, ne kadar askere sahip olduğunu bilmeyen, haritada meydana gelen değişikliklerden bihaber paşalar cesaret gösterisine kapıldılar. Avludan bir adımlık yol vermeyi içlerine sindiremeyenler şimdi konağın odalarını kurtarmaya yarışacak.
Ruslar, devamlı desteklemekte olduğu Balkanlılardan, Romanya, Karadağ, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanis¬an'dan aldığı destekle, İstanbul'un dibine Yeşilköy'e gelip oturunca, Osmanlı Devleti yöneticileri "aman" diledi. Devletin tamamen mahvı sözkonusuydu, erkeklik bir tarafa vatan bir tarafa dendi ve ağır basan vatan oldu.
Paris Barışı'ndan imzası bulunan büyük devletler, aracılık için çağrıldığı halde cevap vermedi. Özel olarak, İngiltere'den medet uman hariciyemiz, oradan da beklediğini alamadı. Yine de İngilizler akıl vermeyi ihmal etmeyip, komutanlar arası görüşmenin faydasını anlattı.
Sarfedilen mesâinin tek amacı ateşkesi sağlamaktı, paşalar buna koşturdu bir süre. Akıllarda Rus elçisi General İgnatiyef'in sözleri var, İstanbul'un kulağında Yeşilköy'den gelen Rus ve diğer kavimlerin tüfenk sesleri...
İkinci Abdülhâmid Osmanlı Devleti'nin pâdişâhı ve bilumum Müslümanların halifesi idi, bunalmıştı. Rus Çarı'na telgraf çeken Sultan Hâmid mütareke talebinde bulundu, Çar, Başkomutan Grandük Nikola'ya müracaatını tavsiye etti. Aynısını iki yüz sene önce Osmanlı Devleti Fransa'ya yapmıştı. Fransız elçisi sadrâzamla görüşebilmek için kan terlemişti.
Osmanlı Devleti, kuruluşundan beri bu kadar acı bir tabloda yer almamıştı. Ruslar İstanbul'a asker sokmayı talep ediyorlardı. Sultan Hâmid Başvekile gönderdiği haberde dedi ki:
"Rusya askerinin İstanbul'a duhûlüne (girişine) cevaz gösteremem. Ümerâyı askeriyemiz izhârı cebânet (korkaklık) gösteriyorlar, ben nefsime her fedâkârlıktan çekinmem; Sancağı Şerifi çıkarıp Rus ordusu üzerine gitmeye hazırım."
Silahların susturulması için yapılan müracaatlar geç olsa da netice verdi. Önce Rus Başkomutanı Grandük Nikola'nın talimatıyla Kızanlıkta bir araya gelindi. Burada, Rusya'nın önceden tespit edeceği şartların kabul edilmesi gerektiğini söylediler. Buna göre, daha önce hiçbir konferansta teklif edilemeyen ağır yükler geliyordu:
Ayestefanos yahut Yeşilköy Anlaşması'na gelene kadar barış için verilen mücâdelenin bir kısmım, nasıl bir durumda olduğumuz anlaşılsın diye takdime çalıştık. Şimdi, safahatına girmeden, Yeşilköy'de varılan anlaşmanın bellibaşlı maddelerine bakıyoruz.
Batıda Büyük Bulgaristan Prensliği kurulacak; Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli bu Prensliğe verilecek. Kars, Ardahan ve Batum Rusya'ya verilecek. Karadağ ve Sırbistan'ın bağımsızlıkları kabul edilecek. Rusya'nın savaştaki maddi kaybı da Osmanlı Devleti tarafından tazmin edilecek, yani Rusya'ya 245 milyon Osmanlı altını ödenecek. Türkiye'deki Rus tebeasının menfaatleri ile Aynaroz keşişlerinin hukuku da Çar tarafından teminat altına alınıyordu.
Osmanlı Devleti yapılan anlaşma ile Rumeli'de 237.298 km kare toprak ile 8 milyona yakın nüfus kaybetmiş oluyor. "Bulgaristan Artvin, Tunus gibi yerler bu rakamların dışındadır."
Ruslarla pazarlık şansı olmadan yapılan anlaşmanın içinde bir madde vardı ki, bu, münakaşaya yol açtı. "Ruslar Abdülaziz devrinden beri Karadeniz'e hâkim olan Türk donanmasından altı zırhlının kendilerine terkini istedi. Bâb-ı Âli, güç yetinirse, bu isteği redde, ama başaramazsa kabule razı olmuştu. Sul¬an Hâmid bunu öğrenince Başvekil Ah-med Vefik Paşa ile diğer vekillere aşağıdaki Hattı Hümâyunu gönderdi.
"Başvekil Paşa'ya ve Saffet Paşa'ya ve sair Vükelâya kasemle beyân ederim ki Donanmayı-Hümâyunun elden çıkarılmasına katiyyen reyim ve rızam oktur. Her türlü fedâkârlığı eder, fakat bu do¬anma maddesini reddeylerim ve esbâb-ı mûcibesini dahî beyâna muktedirim." (27 Şubat 1878)
Ahmet Vefik Paşa tarafından Grandük Nikola'ya gösterilen Hattı Hümâyun tesirini göstermiş ve donanma maddesi anlaşma metninden çıkarılmıştır.
Osmanlı Devletini maddi olarak çökerten, manen ağır bir yıkıma sürükleyen Yeşilköy Anlaşması Türk murahhasları Hâriciye Nazırı Saffet Paşa ile Sadullah Bey tarafından gözyaşları içinde imzalanmıştır. (3 Mart 1878)
Ayestefanos yıkıcı bir anlaşma idi. Başka devletleri de alakadar eden hükümler ihtiva ediyordu. Çok geçmeden tekrar masaya yatırılacak.
İlgili Konular