Osmanlı Devleti ve Çöküşü
Osmanlı Devletinde gerilemenin sebeplerine genel bir bakış
Osmanlı toplum düzeni, yaklaşık olarak 1550 yılına kadar çağına göre oldukça tutarlı ve dengeli bir nitelik taşımaktadır. Sosyal-ekonomik ve idari düzen bir yandan devleti, görevlerini ve kurumlarını, öte yandan insan ve dünya görüşünü dengelemiştir. Osmanlı toplumundaki bu denge son derece hassas noktalara sahiptir. Bu denge, aşağıda da bahsedeceğimiz gibi çeşitli sebeplerden dolayı sarsıntılar geçirmiş ve Osmanlı Devleti bu sarsıntılara karşı vaktinde gerekli önlemi alamayınca geri kalmaya ve çökmeye mahkum olmuştur.
Osmanlı Devleti'nin gerilemesi olgusunu açıklamaya Toprak Mülkiyeti Rejimi'nin bozulması ile başlamak, olayların tarihteki sıralaması ve sebep sonuç ilişkileri bakımından daha tercih edilir görünmektedir.
Osmanlı Devleti'nde genel kural olarak toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu feodal beylerin belirmesini önledi. Tımar ve zeamet toprakları büyük servetler yaratmayacak ölçüde tutuldu. Kendisine Tımar verilen kimse toprağın verimli bir şekilde ekilip biçilmesinden ve elde edilecek üründen payını almaktan sorumlu idi. Devlet bu sistemle temelde iki büyük yarar sağlamaktaydı. Bunlardan birincisi vergi toplayıp bunu gene görevlilerine dağıtma külfetinden kurtulmasıydı. İkincisi de toprakların verimli bir şekilde kullanılmasını güvence altına almış olmaktı.
Başlangıçta çok iyi işleyen bu düzen XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bozuldu. Bu bozulmanın başlıca nedeni Kanuni Sultan Süleyman'ın en parlak günlerinde başlayan ve ondan sonra da bir türlü önü alınmayan enflasyondur. Bu enflasyonun da başlıca iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi, ilk açık deniz yolculuklarından Avrupa'ya akan kıymetli madenlerin, özellikle gümüşün Osmanlı İmparatorluğu'na da girerek piyasada o zamana kadar görülmemiş bir para bolluğuna yol açması; ikincisi de devlet giderlerinde görülen devamlı artıştır.
16. yüzyılın sonundan itibaren belirmeye başlayan ve içeride yeni gelir kaynağı olarak görülen İltizam" usulü de Osmanlı sisteminin çöküşünde rol oynadı. İltizam usulüyle devlet belli bir yörenin vergi gelirini belli bir süre için bir mültezime peşin para karşılığında satıyordu. Bir kere bu hakkı alan mültezim devlete peşin olarak verdiği parayı fazlası ile çıkarabilmek için, gelirini satın aldığı yörenin köylüsünü alabildiğine sömürmeye başladı. Devlet iltizam usulünü önceleri üçer yıllık sürelerde denemişti. Ne var ki devletin para ihtiyacı arttıkça bu süreler de giderek uzadı. Bu gelişme Hristiyanlardan daha çok Müslüman Türk ve Arapların üzerinde derin yaralar açtı. Mültezimler Müslüman reayadan (köylüden) aldığı parayı Hristiyan tebaadan aldığı paradan farklı görmemeye başladı. İşte bu durum; Batı Avrupa'da feodalitenin bütün gücünü yitirdiği ve burjuvazinin belirdiği sırada Osmanlı İmparatorluğu'nda bir ayağı eşrafa, bir ayağı da Âyan'a dayanan derebeylik düzenini ortaya çıkardı. Buna karşılık giderek artan enflasyon ve giderek çoğalan vergiler zaten fazla güçlü olmayan Osmanlı orta sınıfını (burjuvazi) büsbütün güçsüzleştirdi. Avrupa'dakine benzer bir üretici burjuvazinin gelişmesini önledi. Osmanlı İmparatorluğu'nun önce duraklayıp sonra gerilemesinde ve giderek ekonomik bağımsızlığından taviz vermesinde bir burjuva sınıfının yokluğunun büyük payı olsa gerekir.
Burjuva sınıfının gelişmemesi Osmanlı İmparatorluğu'nda üç önemli sonuca sebebiyet verdi:
1- Burjuvazi girişimleri sonunda gerçekleşen endüstri devrimi Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekleşmemiştir. Eğer, Osmanlı Devleti bu devrimin önemini zamanında kavrayıp endüstrileşmeyi kendi imkanlarıyla sağlasaydı, belki Avrupa'yı bir ölçüde izlemek imkanı bulabilirdi. Fakat bu yapılamadı. Böyle olunca Osmanlı toplumu zenginliğe ulaşamadı.
2- Ekonomik sektörlere canlılık getirecek iktisadî bir karar birimi olan ve davranış çerçevesini amoral kar maksimizasyonuna göre inşa edecek bir insan tipolojisinin Osmanlı toplumunda 1870'lere oluşturulamaması dolayısıyla Osmanlı burjuvazisinin ekonomik girişim ruhundan yoksun kalışı; devlet adamlarının servetlerini ekonomik verimlilikten uzak, kâr bekleyişinden çok prestije açık kalemler, ziynet eşyaları, gayri-menkuller ile kısmen tahviller oluşturmaktaydı. Bunların hiçbiri ekonomik canlılık ve istihdam için seferber edilmiş kıymetler değildi.
3- Kurtuluş ve yükseliş döneminde halkla çok iyi bir iletişim kurmayı başaran ve sürekli kendisini yenilemek gayreti içinde olan ilmiye sınıfının bozulması da Osmanlı Devleti'nin gerilemesinde önemli bir pay sahibidir. Bu sınıf başlangıçta batıdaki ruhban sınıfı gibi kapalı ve sınırlı bir zümre değildi. Vakanüvist Naima Efendi'nin ifadesi ile ulema; devleti oluşturan dört unsurdan en önemlisi, devletin damarlarındaki kandı. IV. Murat'a bir risale sunan Koçi Bey de ulema sınıfı için "şeriatın desteği ilim, ilmin desteği ulema idi... Halk Allah'tan korkanlara muhalefete cesaret edemezdi" der.
Ancak 16. yy.ın ortalarından itibaren Osmanlı ulemasının, kendisini Batıdan üstün görmesi ve kendi kendisini aşma düşüncesinden vazgeçip daha önce yetişmiş olan ulemanın bilgilerini öğrenmeyi yeterli görmesi; hem Osmanlı ulemasının dünyadaki bilimsel gelişmelerden uzak kalmasına, hem de imparatorluğun hızla gerilemesine sebep oldu.
Avrupa'da sosyal ve fen bilimlerinin öncüleri bir bir ortaya çıkarken, Osmanlı İmparatorluğunda Batı'nın hızla terk ettiği Ortaçağ skolastik düşüncesi ve onun sosyal yapıdaki uzantısı feodal yapı, yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başladı. Böyle bir ortamda Osmanlı toplumunda sosyal felsefe, tarih felsefesi ve ekonomi-politik ortaya çıkamazdı. Bu itibarla, 18. yüzyılın en önemli olaylarından biri olan Fransız ihtilâli de bu yönde bir düşünce değişikliği uyandıracak anlamda yorumlanamadı. Geleneksel güçler, üst düzey devlet idarecilerinin çoğunlukla kişisel gayretleri ile gerçekleştirmeye çalıştıkları ordunun modernleştirilmesine bile uzun süre direnmeyi başardılar. Bir dönem ilmin odak noktası olmayı başaran medreselerde, İslam dini dünyaya büyük önem verdiği halde insanları yalnız ahirete hazırlayan kurumlar haline geldi. Başarılı bilim adamlarının yetişmesi tamamen ferdi eğitim ve öğretime kaldı. Böylece, bir dönem gerek halkla bütünleşmeleri ve gerekse devlet yöneticilerine yaptıkları önemli bilimsel katkı ile devletin yükselmesinde büyük pay sahibi olan alimler son döneminde gerilemenin odağı, isyanların destekleyicisi, rüşvetin merkezi durumuna geldiler.
Yukarıda ifade ettiklerimizin yanı sıra Osmanlı Devleti'nin gerileme sebepleri içinde sayılan ögelerin başlıcalarını şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra Osmanlı yöneticilerinde ve yönetiminde bozulma başlamıştır.
2- Macaristan'ın fethinden sonra imparatorluk doğal sınırlarına ulaşmış, daha fazla gelişme şansı bulamamıştır.
3- Osmanlı Devleti Avrupa'da gelişen savaş teknolojisine ayak uydurmamış ve düzenli Avrupa orduları karşısında yenilgiye uğramaya başlamıştır.
4- Kapitülasyonlarla gayri müslim Osmanlı tebaasının bir nevi himayesine hak kazandıklarını iddia eden yabancı devletlerin tesirleriyle, muhtelif mezheplere mensup Hıristiyan tebaanın hükümet tarafından idaresinde bazı problemlerin ortaya çıkması,
5- XVII. asrın ortalarından sonra, harplerin bir gelir kaynağı olmaktan ziyade büyük masraflara yol açması,
6- Büyük devletlerin tamamı gibi muhtelif dinlere, mezheplere inanan, muhtelif dillerle konuşan birçok kavimlere hakim Osmanlı İmparatorluğu'nun tebaasını, maddî, manevî tesirlerle uzlaştırarak birleştirmeye muvaffak olamaması,
7- Ordu ve maliyenin bozulması v.b.
Bütün bu ve benzeri söylenenlerde gerçek payı yok değildir. Ancak bize kalırsa, bunlar birer neden değil sonuçturlar.
Osmanlı Devletinde Yenilik Hareketleri
Bu eğilime uygun olarak Osmanlı Devleti'nde ıslahat hareketleri askerî alanda yoğunlaştı. Avrupa tarzında Humbaracı kıtalarını oluşturmak ve mevcutlarını ıslah etmek için Eylül 1731'de Sadrazam Topal Osman Paşa tarafından Fransız asıllı Comte de Boneval (Humbaracı Ahmet Paşa) görevlendirildi. 1734'de Üsküdar'da yeni bir öğretim merkezi Hendesehane açıldı. Ancak bu okul ve Bonneval'ın evlatlık edindiği Süleyman'ın komutasında teşkil edilen mühendisler kıtası uzun süreli olmadı. Yeniçeriler tabiatıyla bu tür yeni moda fikirlerin hepsine şiddetle karşıydı. Görünüşte tasarıyı onlardan gizli tutma çabasına rağmen, okulun yerini keşfedip kapatılmasını sağladılar. Böylece Osmanlı ordusu 1769'a kadar teknik öğretim kurumlarından mahrum kaldı.
1773'de denizcilik için yeni bir matematik okulunun açılışıyla daha ciddi bir çaba başladı. Bu okulun başına önce Macar asıllı Fransız Kontu Baron de Tott getirildi. Baron de Tott hatıralarında bu okulun öğrencileri arasında beyaz sakallı kaptanların ve altmış yaşını geçmiş olanların bulunduğundan bahseder. Bununla birlikte bu okul, zamanına göre eğitilmiş bir subay sınıfı çekirdeği meydana getirdi ve daha sonra açılacak okullara örneklik etti.
III. Selim
Osmanlı Devleti'nde Islahat faaliyetleri III. Selim döneminde artarak devam etti. III. Selim (Saltanatı 1789-1807) 18.yüzyılın ıslahatçı geleneği içinde yetişmiş ve daha veliaht iken, ihtilâl öncesi Fransa'nın son kralı olan XV.Lui ile, yapılabilecek ıslahat konusunda gizlice mektuplaşmış, O'ndan tavsiyeler almıştı. Bu davranış, III. Selim'in ıslahat yolunda hedeflerinden daha ileri gitmek niyetinde olduğunu gösterir.
III. Selim tahta çıktığı vakit ard arda gelen başarısızlıklardan dolayı kafası sürekli şu soru ile meşguldü: "Bu devlet nasıl kurtarılabilir." Kırım'ın kurtarılması için 1787 yazında başlatılmış olan savaştan henüz çıkılmış olması sebebiyle ilk akla gelen çözüm yolu, Avrupa'ya açılımı sağlayarak orduyu Avrupa tarzında yeniden techiz etmekti. Ama bu yeterli olacak mıydı? Sultan bu yüzden kafasındaki soruyu şahsilikten çıkararak devlete mal etmek düşüncesiyle oluşturduğu meşveret grubunda dönemin seçkinlerine de sordu ve Batı karşısında devletin niçin geri kaldığı, ne gibi tedbirlerle kötü gidişin durdurulabileceği konusunda incelemeler yapılarak kendisine "layihalar" (raporlar) sunulmasını istedi. III. Selim'e bu hususta 22 rapor sunuldu.
III. Selim kendisine sunulan raporlar doğrultusunda ıslahatlar başlattı. Bu dönemin en anlamlı ıslahatı hiç şüphesiz Nizam-ı Cedit hareketidir. III. Selim bu projeyi kendi kadrosu ile gerçekleştirmek istediğinden Sadrazam ve Serdar Koca Yusuf Paşa'yı görevinden aldı. Kendisine karşı başlatılan şiddetli muhalefet ve dedikoduya aldırmadan, daha önceden mektuplaştığı 16. Luis'nin tavsiyeleri ile başta Ebubekir Ratip Efendi'nin sefaretnamesi ve kendisine sunulan 22 layihadan çıkardığı sonuçlardan Nizam-ı Cedit hareketine girişti. III. Selim, ıslahatı için kullandığı bu deyim ilham kaynağını açıkça ortaya koymaktadır. Fransız İhtilâli'nin getirdiği düzene "yeni düzen" adını takan III. Selim kendi ıslahatı için de aynı adı benimsedi. Nizam-ı Cedit hareketinin karakterindeki en belirgin özellik, Batı'nın Osmanlı İmparatorluğu'ndan her yönü ile üstün olduğunu kabul etmiş olmasıdır.
Dar anlamda Nizam-ı Cedit, yeni bir ordunun kurulmasından başka bir şey değildir. Ordunun kuruluşuna Yeniçeri Ocağı'nın tepki göstereceği bilindiği için Nizam-ı Cedit Ordusu Bostancı Ocağına bağlandı ve resmi adı Bostancı Tüfekçisi Ocağı oldu. Ordu'nun ilk başarısı Akka Zaferi ve Napolyon'un Mısır'dan kaçması sırasında görüldü. Bunun ardından 23.11.1799'da Üsküdar'da kıyafetlerinin rengi ayrı olan ikinci orta kuruldu. Mısır'daki başarıları olmasaydı, belki de Nizam-ı Cedit Ocağı küçük bir nüve bir çeşit pilot proje olarak kalacaktı. Ordu 1801'de 9263 er 27 subay iken, bu sayı 1806'da 22685 er ve 1590 subaya ulaştı. Bunların yarısı kadarı Anadolu'da gerisi de İstanbul'daydı.
Nizam-ı Cedit hareketinin geniş anlamı "mevcut rejimin yerine yenisini koymaktı" ve şu hususları içine alıyordu:
1- Yeniçeri ocağını kaldırmak,
2- Ulema sınıfının nüfuzunu kırmak,
3- Avrupalılaşmak.
Bu radikal düşünceler bizi ilk defa olarak gerçek bir ıslahatçı padişah tipi ile karşılaştırmaktadır. Ancak bu nokta da aklımıza şu soruyu getirmektedir. III. Selim bu büyük değişimi gerçekleştirebilir miydi? Bu soruya evet cevabı vermek zordur. Çünkü Osmanlı Devleti'nin hükümet prensipleri ve idare sistemi başlangıçta Batıya karşı üstünlüklere sahipti. Bir dönem Batıya karşı tartışmasız bir üstünlüğe sahip bir devletin, Batı esaslarını benimsemek zorunda kalması başlı başına büyük bir zorluğu ve batılılaşma talebi içinde onlara karşı da tepkiyi ortaya çıkarmıştır.
Bu yüzden III. Selim'in ıslahat programında da hemen hemen bütün Osmanlı ıslahat doktrininin ana temasını oluşturan "eskinin yanında yeniyi kurma" metodu ön plana çıkmıştır. Bu metot, İngiltere örneğindeki olumlu sonucu vermemiş, aksine birbirini inkar eden iki ayrı tip müessesenin, kültür seviyesi düşük, aydın insanların yerini müneccimlerin aldığı ve onlardan medet beklendiği bir ortamda bir arada yaşatılmak istenmesi, ıslahat hareketlerinin çoğunu ölü doğmuş bir hale getirmiştir.
III. Selim'in bütün iyi niyetine rağmen yenilik hareketleri istenilen neticeleri vermedi. Bunun başlıca sebeplerini aşağıdaki şekilde özetlemek mümkündür.
1- Reformları uygulayacak yeterli sayıda inançlı kadronun bulunmayışı ve reformların halka anlatılamayışıdır. III. Selim'in iş başına getirdiği elemanların çoğu, inanmadıkları halde sadece mevkilerini korumak için ıslahat yanlısı görünüyorlardı. Sayıları az olan reform taraftarları ise, Avrupa'nın bilim ve teknikte öne geçmiş olduklarını kabul etmekle beraber işe nereden, nasıl ve hangi metotla başlayacakları konusunda hem fikir değillerdi. III. Selim'e sunulan layihalardan tutucu, sentezci ve radikal olmak üzere belli başlı üç ayrı görüşün çıkmış olması da belli bir ortak fikre sahip olmadıklarını göstermektedir.
2- Yenilik hareketlerinin başarısızlığa uğramasının bir diğer önemli sebebi, İstanbul'da hemen her alanda tekelciliğin baş göster-mesinin yanı sıra Anadolu'dan çok miktarda nüfusun İstanbul'a akması ile ortaya çıkan işsizlik ve buna paralel olarak Yeniçerilerin gelirlerinde görülen azalmadır. Yeniçeri kahvelerinde, reformlar için toplanan gelirlerin büyüklerin cebine girdiği, zevk ve eğlencede harcandığı yolundaki dedikodular ise yeniliklere duyulan tepkinin bir ölçüde dışa yansımasıdır.
3- Dış siyasette karşılaşılan başarısızlık ve dış dünyanın Osmanlı devletine tesirleri. Aslında dünya çapında bir hareket olan Fransız İhtilâli ve Napolyon savaşları sırasında Osmanlı Devleti kendisini parçalayıp yıkacak iki kasırgaya tutuldu. Bunlardan biri Fransızların ihtilâlci heyecanla her yanda ve bu arada Osmanlı topraklarında yaymakta oldukları hürriyetçi ve milliyetçi düşünce; ikincisi de Rusların bu ihtilâle "panzehir" ve emperyalizmlerinin silahı olarak Rumeli'de yaptıkları, fakat sonuç olarak aynı noktaya (Osmanlı ülkesini parçalamaya) ulaşan Ortodoksluk ve Slavcılık propagandasıydı. Bu sırada Müslüman Osmanlıların ayanlık ve talimli asker- yeniçeri gaileleri ile uğraşıyor olması bu etkileri daha da yıkıcı kılıyordu. Merkeze karşı başlarına buyrukluk davasında olan ayanlar her çeşit dış desteği kabule hazır durumdaydılar. Mesela Canikoğullarından Tayyar Paşa gibi bazı ayanlar Ruslardan para ve silah yardımı alıyordu.
Sonuçta ulema, ıslahatçı devlet erkanı ile birlikte III. Selim'in de öldürülmesi fetvasını verdi. Böylece olaya meşruluk kazandırılarak; ileride bu hareketi yapanların cezalandırılmasının önüne geçilmiş ve eski düzen taraftarı IV. Mustafa padişah yapılmıştı. Ancak Rusçuk ayanı Bayraktar Mustafa Paşa'nın isyandan kurtulmayı başaran Nizam-ı Cedit'çilerle İstanbul'a yürümesi ve olaylara el koymasından sonra 28 Temmuz 1808'de IV. Mustafa'nın yerine II. Mahmut tahta çıkarıldı. Böylece Osmanlı tahtına kimin oturacağı, iyi niyetli de olsa, bir ayanın kararıyla belirlenmiş oluyordu.
Fransız İhtilali ve Osm. Devletine Etkileri
Fransız ihtilâli, bir bakıma 18. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa'da gelişen aydınlanma hareketinin (düşünce sisteminde aklı ön plana çıkarma) bir sonucudur. 17. yüzyılın sonlarına kadar adeta devletin hakimi durumunda bulunan kilise tarafından dondurulmuş devlet ve evren anlayışı karşısında aydınlanma çağının önemli isimleri arasında yer alan Montesqieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778) Jean-Jacques Rousseau (1712-1755), Diderot (1713-1784) gibi aydınlar tarafından akıl, her konunun çözümünü sağlayacak bir anahtar olarak ortaya atılınca, toplum hayatının birçok alanında reformen görüşlerin gelişmesine yol açtı. Aydınlar arasında akılcılığın hızla yayılması, toplumu dar kalıplı, kilise tarafından sınırlandırılmış düşünce biçimlerinden belli bir süreç içinde çıkarmayı başardı. Toplum, aydınların öncülüğünde kiliseyi ve devleti sorgulamaya başladı. Hürriyet fikri dalga dalga yayıldı. Bu duruma Fransa'nın içinde bulunduğu iktisadî bunalım da eklenince Kral XVI. Louis bunalıma bir çare bulabilmek ümidi ile istemeye istemeye 1614 yılından beri toplanmayan Etats Generaux'u (Soylular, papazlar ve halk temsilcilerinden meydana gelen ve hükümet tarafından belirlenen zamanlarda toplanan ancak herhangi bir yasama ve yürütme yetkisi olmayan meclis) toplantıya çağırmak zorunda kaldı. Ancak bu meclisin çalışmalarından bir sonuç çıkmadı.
Bunun üzerine 17 Haziran 1789 tarihinde halk temsilcileri, kendilerinin toplumun %96'ını temsil ettiklerini söyleyerek, kendilerinden meydana gelen meclisi “Millî Meclis” olarak ilan ettiler. 20 Haziran günkü toplantıda da bir anayasa yapılıncaya kadar dağılmamaya and içtiler.
Mill" Meclis'in Fransa krallığı için bir anayasa yapmak üzere harekete geçmesi, yüzyıllardan beri süre gelen monarşi yönetimini değiştirmeyi hedef alan bir hareketti. Bu bakımdan krala ve kiliseye karşı gelmekti. İşte bu girişimle ihtilâl başlamış oluyordu. 14 Temmuz'da halk, Paris'te yönetime el koyarak Derebeylik sisteminin kaldırıldığını ilan etti. 28 Ağustos 1789'da ise "İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirisi" yayınlandı. Bu bildirinin ana hatları şunlardır:
Madde 1- İnsanlar, hakları bakımından hür ve eşit doğarlar ve öyle kalırlar...
Madde 2- Bu haklar, hürriyet, mülkiyet, güvenlik ve zulme karşı koymadır...
Madde 3- Her türlü egemenlik esas olarak milletindir...
Madde 6- Kanun umumi iradenin ifadesidir...
Madde 10- Kamu düzenini ihlal etmedikçe hiç kimse siyasal ve dinsel kanaatlerinden ötürü kınanamaz.
Madde 11- Her vatandaş hür bir şekilde konuşabilir, yazabilir ve yayında bulunabilir.
Sonuç olarak Fransız İhtilâli, görünüşte sosyo-ekonomik ve hiyerarşik sebeplerle başlamakla beraber, kısa zamanda 18. yüzyılın başlarından itibaren gelişen aydınlanma hareketinin beraberinde getirdiği hürriyet, eşitlik, millî irade, özgürlük, laiklik, cumhuriyet gibi fikir akımlarının etkisi altına girdi. İhtilâl ile birlikte hızla gelişen bu ve diğer düşünce akımları ihtilâl orduları tarafından Avrupa'ya yayıldı. Daha önce Avrupa'da kurulmuş olan güçler dengesi özellikle Napolyon savaşları ve hegemonyası ile tamamen bozuldu. Ancak bu durum diğer devletlerin tepkisine ve karşı hareketlere girişmelerine yol açtı. Bunun sonucunda Avrupa devletleri, Napolyon'un yenilgiye uğratılmasından sonra 1814-1815 tarihleri arasında Viyana'da, Fransız İhtilâli ve Napolyon savaşları ile bozulan Avrupa'daki güçler dengesini yeniden kurmak için bir kongre topladılar.
Fransız ihtilâli, milletlerarası siyasi hayata ise; milletlerin hakları, milletlerin kendi geleceklerine kendilerinin hakim olması, milletlerin eşitliği, plebisit, doğal sınırlar, tarafsızlar hukuku gibi sonraki yıllarda önce Avrupa'nın sonra da dünyanın sosyal, siyasî ve ekonomik hayatının şekillenmesinde önemli roller oynayacak prensipleri getirdi.
Böylece 1789 Fransız ihtilâli, ortaya koymuş olduğu düşünce akımları, siyasî, sosyal, ekonomik, askeri alanlarda getirdikleri ve bunların etkileri ile, günümüze kadar dünya ölçüsünde büyük değişikliklerin ve gelişmelerin meydana gelmesine yol açmıştır.
Fransız İhtilali ve Osmanlı Devleti
Osmanlı İmparatorluğu 1789'da Fransız İhtilâli başladığında, diğer Avrupa devletlerinde olduğu gibi, gelişmelere Fransa'nın bir iç meselesi olarak yaklaştı. Bir İslam devleti olması, Avrupa ölçülerine göre ayrıcalığa ve eşitsizliğe dayanan siyasî ve sosyal bir yapıya sahip olmamasından bir endişe de duymadı. Üstelik Fransa'nın, Osmanlı Devleti ile ortak hududu da yoktu. Endişe duyulmamasında Osmanlı Devleti'nin Avrupa'da daimi elçiliklerinin bulunmamasından dolayı gelişmelerle ilgili bilgilerin dolaylı yollardan öğreniliyor olmasının da rolü vardı. Bu yüzden Osmanlı yöneticilerinin, ihtilâlin gelişmesinden sonra dahi, ihtilâlin getirdiklerini tam olarak anlayabilmiş oldukları söylenemez.
Bununla birlikte Osmanlı Devleti, Fransa ile mutad dostluk ilişkilerini devam ettirdi. Hatta o tarihe kadar Osmanlı Devleti'nin Fransa'da daimi elçisi yokken ilk defa olarak Mora'lı Esseyyid Ali Efendi 1797 yılında Paris'e elçi olarak gönderildi. Fakat Temmuz 1798'de Mısır'ın Fransa tarafından işgali iki devletin arasının açılmasına ve Osmanlı Devleti'nin Mısır meselesinden dolayı önce Rusya ile daha sonra da İngiltere ile ittifak yapmasına yol açtı. Bu ittifaktan sonra Napolyon Ağustos 1799'da kuvvetlerini Mısır'da bırakarak Fransa'ya dönmek zorunda kaldı. Fransa'nın Mısır'da bıraktığı kuvvetler, o sırada Mısır'a çıkmış olan Osmanlı kuvvetleri tarafından Mart-Nisan 1801 tarihinde yenilgiye uğratıldı. Bunun üzerine Fransa Mısır'daki kuvvetlerini tamamen geri çekmeye karar verdi. Sonuçta iki devlet arasında 25 Haziran 1802'de Paris'te barış antlaşması imzalandı. Buna göre Fransa Mısır'ı Osmanlı Devleti'ne iade ediyordu
II. Mahmut Döneminde Yenileşme Hareketleri
Sened-i İttifak
II. Mahmut hükümdarlığına kendisini iktidara gelirtilmiştir:
Sened-i İttifak belgesinde belirli bir asker" reform programı olmamasına karşın; tartışmaların yönü ve maddeler, III. Selim'in Nizam-ı Cedit ordusunun hazır bulunanlarının tam desteği ile yeniden kurulacağını gösteriyordu. Ancak Sened-i İttifak'ın önemi ilk kez Osmanlı padişahının yetkilerini resmi bir belge ile kısıtlamış olması ve hüküm-dar ile ayanlar arasında yazılı bir anayasa denilebilecek anlaşma niteliğinde görülmesinden gelmektedir. Başlangıçta II. Mahmut Alemdar Mustafa Paşa'nın bu teşebbüsünü hükümdarlık haklarına bir darbe olarak gördüğünden imzalamak istemedi ise de, sonunda başından tehlikeyi savdıktan sonra icabına bakabileceği öğüdünde bulunan Eğriboyun Ömer Ağa'nın sözüne uyarak belgeyi istemeden de olsa onaylamıştır. Ancak, bu girişimden öylesine rahatsızlık duymuştur ki ilk fırsatta senedi kaleme almış olan Beylikçi İzzet Bey'i Üsküdar'da astırdı. Diğer taraftan Nizam-i Cedit'in yerine Sekban-i Cedit kurulmasından bir ay sonra 14 Kasım 1808 gecesi İstanbul'da patlak veren ve Alemdar Mustafa Paşa'yı hedef alan Yeniçeri ayaklanması karşısında da sessiz kaldı. Alemdar'ın öldürülmesi üzerine de sarayı kuşatan yeniçerilerle anlaşma yoluna gitti. Sekban-ı Cedit isyancıların isteği doğrultusunda dağıtıldı.
II. Mahmut, 14 Kasım 1808 İsyanından sonra Yeniçeri Ocağına tavizlere karşılık, tahta çıkışından sonraki 18 yılda çeşitli yollara başvurmak suretiyle Anadolu ve Rumeli ayanlarının nüfuzunu kırdı. Eyaletleri merkeze bağladı. Bundan sonra Yeniçeri Ocağını itaat altına alma işine girişti. Ocakta ıslahat yapılmasına dair bir hatt-ı hümayun çıkarması üzerine 15.06.1826'da Yeniçeriler ayaklandılar ve kışlalarının bulunduğu at meydanında toplandılar. II. Mahmut kışlaları topa tutturdu ve isyanı kanlı bir şekilde bastırdı. Hemen ardından da Yeniçeri ocağı bütünüyle kaldırıldı.
II. Mahmut Yeniçeri ordusunun yerine Avrupa usulünde yetiştirilmek üzere Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunu kurdu. Bu ordunun başkumandanlığını yapmak için Seraskerlik makamı kuruldu. Yeni orduya asker sağlanması 1826 yılı sonunda çıkarılan bir nizamname ile düzene kondu. Askerlerin eğitimi için Avrupa'dan ve Mısır'dan subaylar getirtildi. Alman Feldmareşal H.Von Moltke getirilen subayların arasındaydı.
II. Mahmut'un sağlık alanındaki reformları da dikkat çekicidir. Ordunun hekim ihtiyacını karşılamak için 1827 yılında İstanbul Şehzadebaşı'nda Tıbhane-i Amire açıldı. 1812'den beri aralıklarla devam eden veba ve kolera salgınları için 1838'de Avusturya'dan getirilen uzmanların yardımıyla İstanbul yakınlarında bir karantina merkezi kuruldu. Yeni orduya Avrupa harp sanatını bilen piyade ve süvari subaylarının yetiştirilmesi için 1834 yılında İstanbul'da Maçka kışlasında Mekteb-i Umumi Harbiye öğretime açıldı. Batıya öğrenci gönderilmesine de II. Mahmut zamanında başlandı.
II. Mahmut'la birlikte Osmanlı devleti idari, kültürel ve içtimai hayatında da önemli değişiklikler yaptı. Defterdarlık kaldırılarak Maliye Nezareti teşkil edildi. Mülkiye Nezaretinin adı Dahiliye Nezareti'ne çevrildi. 1837'de Meclis-i Valay-ı Ahkam-ı Adliye kuruldu. Bu meclis, Tanzimat devrinde askerlik dışı bütün ıslahatın planlandığı ve icraatlarının denetlendiği başlıca müessese görevini yerine getirecekti.
II. Mahmut 1833 yılında Babıali'de Tercüme Odası'nı açtı. Gaye; devletin dış ülkelerle olan resmi yazışmaları yürütmek yanında, söz konusu odada yabancı dil bilen memurlar yetiştirmekti. Nitekim, ertesi yıl Avrupa'da Osmanlı ikamet elçilikleri yeniden kuruldu. Tanzimat hareketi öncülerinin hemen hemen hepsi gençliklerinde ya Tercüme Odası'nda ya da ikamet elçiliklerinin birinde bir müddet çalışmışlardı.
II. Mahmut döneminde gerçekleştirilen kıyafet değişikliği de kayda değer bir gelişmedir. 1828'de Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerine fes giydirildikten sonra, ertesi yıl devlet memurlarının batılı tarzda giyinmeleri bir irade ile sağlandı. Sarık sarmak ve cübbe giymek yalnız din adamlarına bırakıldı. Bizzat padişah sakalını keserek batılı kıyafeti ile tebaasına örnek oldu. Avrupa tipi eğlenceler düzenledi.
Bu devirde haberleşme ve ulaştırma sahalarında da önemli gelişmeler yaşandı. 1831'de İstanbul'da ilk Türk resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi çıkarılmaya başlandığı gibi, 1834'de de Üsküdar'dan İzmit'e kadar ilk posta yolu hizmete kondu.
Kaldırılan Yeniçeri Ocağının yerine kurulacak ordunun insan ve vergi kaynağını tesbit için Anadolu ve Rumeli'deki erkek nüfusun sayımı yapıldı. Böylece hristiyan ve islam erkek sayısı ortaya çıkarıldı. Nüfus sayımı ile birlikte mülk yazımı da yapıldı.
II. Mahmut döneminde memleket dışına yapılacak geziler için Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı)'nden pasaport alınması şartı getirildi. Mehter kaldırılıp Mızıka-i Humayun kuruldu. Tiyatro, opera girdi. Eğitim alanında ilköğretim mecburi yapıldı. Tıp Mektebi, Adliye Mektebi açıldı. Divan-ı Hümayun yerine Meclis-i Hassı Vükela; Reisül-Küttablık yerine Hariciye Nezareti kuruldu. Ayrıca Şura-yı Bab-ı Âli kuruldu.
II. Mahmut ıslahatçı Osmanlı padişahları arasında en başarılı olanı sayılır. Bununla birlikte reform hareketleri yolunda ne bir kesinlik, ne bir yeterli yöntem ve ne de bunların gerçekleştirilmesi yolunda geniş bir anlayış getirebildi. Reform isteği, işlerin temelinden çok, dış görünüşlerine dayanıyordu. Kağıt üzerinde pek hoş görünen yasal değişiklikler içerikten yoksun etkisiz ve uygulanamaz durumdaydı. O denli geniş alanda reform girişimi de o günkü siyasal koşullar içinde vakitsizdi. Toplum böyle bir dönüşüme hazır değildi.
1838 Baltalimanı Ticaret Antlaşması
İçte ve dışta bir dizi önemli meselenin içinde boğuşan Osmanlı Devleti en güçlü sömürgeci ülke olan İngiltere ile yapılacak bir ticaret ile hiç olmazsa Mısır Meselesi'nde İngiliz'leri Osmanlı'larla aynı safta tutabilmeyi umuyordu. Nitekim bir İngiliz subayı olan Sir Adolphus Slade bu antlaşmayı Osmanlı Devleti açısından şöyle yorumlamıştı: "...Padişah (II. Mahmut) Devleti Aliyye-İngiltere ticaret muahedesini, bu muahede Mehmet Ali'yi bitirecektir kanaatıyla kabul etmiştir..." Bu ortamda ferdi bir iki çıkış dışında İngiltere'nin Ortadoğu'ya sızmasının nedenlerini ve bunun dayandığı iktisat siyasetinin boyutlarını kavrayacak bir iktisadi bilinçlenme Osmanlı Devlet adamlarında henüz görülmemektedir. Oysa İngiltere, Osmanlı Devleti'nin kendileri için nasıl bir pazar oluşturacağını araştırmak için, daha 1833'de Davit Urguhart'ı gizli bir görevle Türkiye'ye gönderdi. Urguhart 1833'den 1838'e kadar bütün mesaisini bu işe hasretti. Antlaşma 16.08.1838'de II. Mahmut tarafından Balta Limanında imzalanınca, Lord Palmerston bu antlaşmanın İngiltere için "bir şaheser" olduğu ifadesini kullandı.