Zimmî

  • Konbuyu başlatan Talebe
  • Başlangıç tarihi
  • Cevaplar 1
  • Görüntüleme 910
  • Etiketler
    zimmî
  • Cevaplar: 1 Görüntüleme: 910

Talebe

Yönetici
Katılım
14 Şub 2021
Konular
559
Mesajlar
4,059
Tepkime puanı
10,674
Puanları
113
Meslek - Branş
Öğretmen - Tarih
Talebe Hakkında ek bir bilgi sağlanmamış.
ZİMMÎ


Bir İslâm devletinin himaye ve hakimi­yetini kabul etmiş Yahudi ve Hiristiyana, Müslümanlar tarafından zimmî adı verilir. Mal, can, namus ve dîni için teminat veril­miş olan gayr-i müslim kişi anlamındadır.
Zimmî kavramına bütün İslâm devletle­rinde rastlanır. Bir tslâm devletinin tebası durumunda olan kişilerden İslâm'ı din ola­rak benimseyenlere müslüman, dini ayrı ol­makla birlikte tslâm yönetimi altında kal­mayı ve müsl umanların hakimiyetini kabul edenlere ise "zimmî" denilir. İzin ve pasa­portla tslâm ülkesine giren yabancılara da "müste'men" adı verilmiştir.
Zimmîlerle ilgili uygulamaların temel­lerini hicretten sonra Medine'de kurulan İslâm devleti anayasasında bulmak müm­kündür. Bu anayasaya göre devletin Müslü­man ve Yahudiler'den meydana gelen va­tandaşları vardı ve bunların kendilerine ait hak ve görevleri bulunuyordu. Fetihlerin yayılması ve devletin sınırlarının genişle­mesi ile pek çok gayr-i müslim Müslüman­ların hakimiyetini kabul ederek İslâm dev­leti sınırları içinde kaldı. Bu arada Hayber Yahudileri ve Necran Hırisü yanlan ile Me­dine Yahudileri gibi itaat ve hizmet anlaş­maları yapıldı. Ehl-i Kitabı oluşturan bu Yahudi ve Hıristiyan toplulukları, Ku/an ayetleri ve Hz. Muhammed (s.)'in tatbikatı doğrultusunda, ehlü'z-zimme olarak, za­manla devlet içinde belli bir hukukî statüye kavuşturuldu. Harran Sabitleri ve İran'da yaşayan Mecusiler de zimmî sayılmışlardı. Hatta Hindistan'daki İslam İmparatorluğu zamanında Budistleri de "Kitap ehli"nden sayan alimler olmuştur. Yalnız, İslâm top­lumuna zararlı akidelerini sokmak isteyen zındıklar, Maniheistler ve bunların etkisin­de kalanlar, Bâbek Mazdekleri gibi dinî-po-litik faaliyetlerde bulunan ve İslâm hakimi­yetini tehlikeye sokan gruplar, zimmet hak­kından yararlandın imam ıslardı.
îslâm fatihleri gayr-i müslim topluluk­larla karşılaşınca onlan müslüman olma, İslâm devleti hakimiyetini tanıma veya sa­vaşma şıklarından birini kabul etmeye da­vet ederlerdi. Bu davete uyup müslüman olanlar derhal diğer m üsl limanlarla aynı statüye kavuşur; savaştan önce veya sonra İslâm hakimiyetini kabul edenler ise "ciz­ye" vermek şartı ile "zimmî" sayılırlardı. Cizye, güç ve kazançlarına göre değişmek üzere senede bir defa devletin, zimmîlerin mal, can, namus, din ve vicdan hürriyetleri­ni teminat altına alma karşılığında topladığı bir vergi idi. Buna karşılık zimmîler, müs-Jümanların Ödemek zorunda oldukları zekât ve fitre gibi ibadet-vergilerden muaf tutul­muşlardı. Ayrıca ödeme gücü olmayan fa­kir, işsiz ve kimsesizler, serveti olmayan yaşlılar, akıl hastalan ve manastırlarda otu­ran rahipler cizye vermezlerdi. Bütün müs-lümanlar askerlik yapmak mecburiyetinde oldukları halde zimmîler bu görevden muaf tutulmuş, gönüllü olarak askerlik yapan zimmîlerden ise cizye alınmamıştır. Zimm-Herden düşmana esir düşenlerin müslüman esirler gibi fidye ödenerek kurtanlmaları devletin görevi sayılmıştır.
Zimmîlerin mal, can, namus ve şerefleri müslümanlannki gibi dokunulmazdı. Halid b. Velid'in Şam Hıristiyanlan ile yaptığı an­laşmada: "... Onların hayatlan, mallan ve kiliseleri teminat altındadır. Allah'ın, Resu­lünün, halifelerinin ve müslümanlann zim­meti (himayesi) onlara verilmiştir. Onlar cizye ödedikleri müddetçe üzerlerine iyitikten başka bir şey gelmeyecektir." denil­mektedir.
İslâm hukukuna göre devlet, vatandaşın son sığınağıdır. Bu nedenle zorunlu ihtiyaç­larını karşılayamayan vatandaşlarına yar­dım etmek zorundadır. Yiyecek, giyecek, mesken ve sağlık gibi temel hizmet alanla­rını içine alan ve bir çeşit sosyal sigorta du­rumunda bulunan bu yardımlardan müslü-manlar gibi gayr-i müslim vatandaşlar da yararlanma hakkına sahiptirler.
Zimmîler, yüksek derecede sorumluluk gerektiren memuriyetler (tefviz vezirliği gibi) hariç, devlet hizmetlerinde görev ala­bilirlerdi. Ebu Hanife, Şafiî gibi bazı îslâm hukukçuları, zimmîlerin, Kur'an, hadis, fı­kıh gibi dinî ilimleri öğrenme hürriyetlerine sahip olduklarını ve bundan men edilemi-yeceklerini belirtmişlerdir.
Bazı istisnalarla müslümanlarla zimmî­ler kanun önünde eşit sayılmışlardır. Zimmîlerin şahsî hak ve hürriyetleri tıpkı müslümanlar gibidir. Hz. Ali: "Onlar cizye­yi; mallan ve kanlan bizimkiler gibi olsun diye veriyorlar" demiştir. Zimmîlere kötü sözle, namuslanyla ilgili hususlarda gıybet veya fiilî davranışlarla tecavüzde bulunma­nın Allah, Resulü ve İslâm'ın onlara verdiği teminata ihanet olacağı kabul edilmiştir. Ancak, zimmîlerin müslUmanlardan farklı giyinmeleri (değişik renk ayakkabı giyme­leri ve bellerine kıldan Örülmüş "zünnar" denilen kuşak bağlamaları gibi) istenmiş­tir. Zaman zaman yeni kilise ve havra yap­maları yasaklanmış, eskilerinin tamiri de izne bağlanmıştır. Şehirlerde ata veya eyer­li hayvanlara binmelerinin yasaklandığı de­virler de olmuştur. Ayrıca gayr-i müslimle-rin Mekke'ye girmelerine de izin verilme­miştir.
Müslümanlarla zimmîler arasındaki farklara rağmen, islâmiyet'in gayr-i müslim vatandaşlara sağladığı en önemli hak şüp­hesiz din ve vicdan hürriyetidir. Hz. Mu-hammed (s.)'in Necran Hıristiyanlan ile yaptığı anlaşmada ise: "Necranhlar ve tabi­leri için, mallan, din ve cemaatleri, kilisele­ri ve malik oldukları diğer şeyler hususunda Allah'ın himayesi ve Muhammed (s.)'in te­minatı vardır" denilmektedir, İşte bu temel prensipler nedeniyle, tarih boyunca İslâm devletlerinde kilise ve havralar mevcut ol­muş ve devlet zimmîlerin inanç ve ibadetle­rine en küçük bir müdahalede bulunmamıştır. Hatta gayr-i müslim teb'a arasında çı­kan mezhep ihtilâflarında bir mezhebe mensup olanların diğerleri tarafından ezil­mesi engellenmiş ve herkes aynı ölçüde devlet himayesinden yararlandırılın ıştır. Bir müslumanın gayr-i müslim olan eşine müslüman olmayı teklif etmesini İmam Şa­fii'nin: "Bu, onlara verilen teminata aykırı bir davranıştır" diyerek caiz görmemesi, te­mel haklarda, özimmîkle din ve vicdan hür­riyeti konusunda müslümanlann ne kadar titiz davrandıklarını göstermektedir.
Zimmîler, pek çok konuda davalarını kendi inançları ve kanunlarına göre karar veren mahkemelerine götürmek hakkına sahiptirler. Bu durum, onların, din ve vic­dan hürriyeti yanında özerk mahkemelere de sahip kılındıklarını gösterir ki bu derece geniş hak ve hürriyetler, günümüzde muhtelif devletlerde yaşayan azınlıklara henüz verilmemiştir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi zimmîler bütün bu hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınmasına karşılık devlete "cizye" ödrmek zorundadırlar. Bu teminatın yerine ge­tirilemeyeceği durumlarda ise kendilerinden cizye alınmamış, hatta toplanan cizye­nin iade edildiği de görülmüştür.
 
Zımmî

İslâm devletinin himayesinde yaşayan gayri müslim vatandaş. Ehl-i zimmet de denir. Zimmet, ahd, eman, himâye, sahip çıkma koruma mecburiyeti emniyetini garanti etmek demektir.


Zımmîlerin İslâm devletinin vatandaşı olması başlıca şu şekillerden biri ile olur. Müslümanlar tarafından harp ile veya sulh ile fetholunan bir beldenin (memleketin) halkı, cizye ve harac vermeği kabul ederlerse İslâm devletinin vatandaşı olurlar. Cizye, erkeklerden şahıs başına, harac arâzilerinden, topraklarından alınan vergidir (Bkz. Cizye, Haraç). Zımmîler cizye vermekle artık onlara dokunulmaz, emniyet içinde yaşarlar. Canlarını, mallarını, ırz ve nâmuslarını, İslâmın adâletine sığınarak korumuş olurlar.


Ticâretlerinde, işlerinde serbest olurlar. Müslümanlar gibi huzur içinde yaşarlar. Din ve vicdan hürriyetine sâhip olurlar. Onlara haksızlık yapılmaz. Peygamber efendimiz; “Kim zımmîye zulmeder veya taşıyamayacağı yükü yüklerse o kimsenin hasmıyım.” buyurmuşlardır.


Ancak zimmîlerden şu hususlara uymaları istenir.

1. Kur’ân-ı kerîme ve Peygamber efendimize dil uzatmamaları,

2. Müslüman kadınlarla zinâ etmemeleri ve evlenme teşebbüsünde bulunmamaları,

3. Müslümanları dinlerinden döndürmeye çalışmamaları,

4. Düşmana yardım etmemeleri ve onların zenginleri ile dost olmamaları.

Zımmîler, bu şartlara uydukları ve İslâm devletinin aleyhine faâliyetlerde bulunmadıkları müddetçe rahat ve huzur içerisinde yaşamışlardır. Hattâ Osmanlı idâresini kendi dinlerinden olan devletlere tercih etmişlerdir. Fakat, daha sonraları yabancı devletlerin
 

Bu konuyu görüntüleyen kullanıcılar

Geri
Üst Alt