KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN (1520–1566)​

10-Kanunî-Sultân-Süleyman-Han.jpg
En uzun saltanat süren, en şaşaalı yaşayan Padişah. En büyük hukukçular, en kabiliyetli denizciler, en derin şairler, en namlı ilim adamları, en dirayetli devlet adamları onun zamanında boy gösterdi.

Avrupa ona “Muhteşem” derken biz “Kanunî” dedik. Şimdi Muhteşem Kânunî’nin devrinden ve hayatından bazı resimler seyredeceğiz…

Yılmaz Öztuna’nın başladığı gibi başlamak hoşumuza gitti; ondan bir küçük paragrafla ki ayet mealidir- başlıyoruz:

Besmeleyle:

“Süleyman, Allah’a dönüp O’na sığındı: ‘Allah’ım; dedi; beni yarlığa! Bana öyle bir saltanat ver ki, benden sonra kimse ona nail olmasın. Şüphe yok ki her isteğimizi veren sensin.’ Biz de ona rüzgârları musahhar kıldık. Rüzgâr, tatlı tatlı eserek Süleyman’ın emrini dilediği yere iletirdi… Bu devlet, bu saltanat bizim vergimizdir.” (Sûre-i Sâd, 34–39).

Âyette geçen Hz. Süleyman’dır. Davud Peygamberin oğlu. Hem Peygamber hem Devlet Başkanı’ydı. Halk arasın yaygın olan kanaate göre 500 sene yaşamıştı. İlim adamlarının tespiti ise 60 seneden fazla yaşamadığı yönünde. Cenabı Allah’ın kendisine verdiği imkânlar, ömrünün çok uzun sürdüğü zannını veriyor olabilir. Kimin, dünyevî haşmeti, elde ettiği dünyalıkla öğünür gibi görünü dikkat çekse, “dünya Sultan Süleyman’a kalmadı” denerek boşa öğünmemiz tembihlenir. Bu darbımesel’in muhatabı Süleyman olduğu halde Kanunî Sultan Süleyman olduğunu düşünenler de çıkar.

Yukarıda zikredilen ayet Cenâbı Allah’ın kelâmıdır ve tabii ki Peygamber Süleyman’dan bahsediyor, acaba bizim Süleyman da öyle bir dilekte bulumuş muydu? Bize ulaşan bilgilerde böyle bir kayda rastlamadık. Bilinen o ki, Osmanlı Devleti tarihinin en uzun saltanat süreni Kanuni Sultan Süleyman olmuştur.
Önceki padişahlar çok şehzade sahibi idiler; hem hayatları, hem de ölümleri kargaşalı oldu. Yavuz’un tek erkek evladı olması, Süleyman’ı kardeş kavgasından, kardeşkanı dökmekten korumuştu. Rakipsiz olarak, muhteşem mirası devraldı. Bu miras O’nun kabiliyeti, disiplini ve kânunlara saygısıyla maddi-manevi iki sahada da gelişti. Yeri geldikçe anlatılacaktır; acı görmeden şehzadelik sürüp, acılar çekmeden tahta oturması ömrünün acısız geçeceği manasına gelmiyordu. Ömrü başarılarla geçerken, yüreği en elim acıları tadacaktı, tattı.

Şimdi, Şehzade Süleyman’ın padişahlığa ilk adımını atışıyla mevzua girip, önemli sayılan olayları sırayla anlatmaya çalışacağız.
Süleyman, babası Yavuz Trabzon’da Vali iken 1494–1496 arası yıllarda doğmuştu. İlk tahsiline-eğitimine Trabzon’da başladı. Son şehzadelik yılları Manisa Valiliği’yle geçiyordu. Babası Çorlu yakınında vefat edince, Vezir-i Âzam Piri Paşa Silahdarlar kethüdası Süleyman Ağa’yı gönderip, acele gelmesini tembih ettirdi. Şehzade 30 Eylül 1520’de Üsküdar’a geldi. Yavuz Sultan Selim’in ölümü de bu günlerde, Piri Paşa tarafından açıklandı. Kısa sürede Çorlu’dan İstanbul’a dönen Piri Paşa cülus hazırlığı yaptı.

Yavuz’un ölümüne gösterilen matem havası, yeni Pâdişah’a gösterilen kutlama hareketlerine karıştı. Önce cenazenin demi yapıldı. Sıra, taht sahibinin yeni vazifelerine geldi. Yeniçeriler 3000 akçe karşılığı 50’şer altın, diğer sınıflar biraz daha düşük miktarda altın aldılar. Vezir-i Âzam Piri Paşa mevkiini korudu. Padişah, Manisa’da Lalası bulunan “Kasım Paşa’yı Vezirlikle taltif etti. Bu suretle divanda ilk defa dört vezir bulunması (İkinci Vezir Mustafa Paşa, Üçüncü Ferhad Paşa, Dördüncü Vezir Kasım Paşa) usulü ihdas edildi.

Kanunî Sultan Süleyman, babası tarafından Tebriz’den getirilen 600 evden mürekkep sürgünlere hürriyetlerini iade etti. İsteyenin memleketine dönebileceğini, isteyenin de İstanbul’da kalabileceğini bildirdi.


Canberdi Gazali İsyanı

Sultan Süleyman, kan dökmeden saltanata başladı ve kanunlara itaatkâr tavrıyla hürmet kazandı. Bu demek değildi ki işler hep sükûnetle devam edecek! Canberdi Gazali adlı bir adam var. Dalmaçyalı bir Slav esiriydi; Tomanbay’ın devlet adamları arasına girdi. Şam emirliği yapıyordu; Mısır Seferi’nde Yavuz tarafına geçti. Seferden sonra Yavuz Selim onu “Kudüs ve Gazze” sancakları ile beraber Şam eyaleti Beylerbeyiliği’ne getirdi.

İşte bu Slav Canberdi Gazali Sultan Süleyman’ın cülusunun ilk aylarında isyana kalkıştı. Suriye ve Filistin’i ele geçiren Gazali Mısır’a yönelip Hilafeti ele geçirme fikri taşıyordu. Arap ve Kürtler’den 15.000 kişilik askeri ile tam Ali kıran baş kesen olmuştu.

Kanunî, isyankârı cezalandırmak için Üçüncü Vezir Ferhad Paşa ve Anadolu, Rum, Karaman Beylerbeyileri’ni gönderdi. Saltanatın ilk kanını Canberdi Gazâli’nin isyankâr başının kesilmesiyle gören Kanunî, bundan sonra da bol miktarda görecektir. Kırk altı senenin savaşlarla, zaferlerle dolacağının ilk adımı, ilk işareti Gazali âsisiyle atıldı ve artık devam edecek.


Belgrad: 1. Sefer-i Hümâyun (18 Mayıs 1521)

Belgrad netameli yerdir. Fatih’in yaralanmasına sebep olan, ama bir türlü alınamayan Belgrad’a bu üçüncü seferdir. Sırplar’dan alınıp Macarlara verilmişti. Şimdi Kanunî “emanetimizi verin” demeye gidiyor. Macarlar vergi isteyen Behrâm Çavuşu öldürmeseydiler, belki de bu sefer başka zamana kalabilirdi.
Belgrad, başlangıçta Sırplar’a ait idi. Yoğunlaşan Türk akınlarından bunalan Sırplar, şehri koruma ümitlerini kaybedince “Müslüman Türk’ün eline geçeceğine Hıristiyan Macar’ın olsun” deyip Belgrad’ı Macarlar’a devrettiler. Türk-Macar sulhu yaşanıyordu. Yavuz’un ölümü, Kânunî’nin cülusu dost devletlere bildiriliyordu. Âdet olduğu için yapılan bu vazifeyi Macarlar’a karşı yerine getirecek olan elçi Behrâm Çavuş ya ağır hakarete uğramış yahut öldürülmüştü. Kâfi bir bilgi mevcut değil. Hangi hal olursa olsun savaş sebebidir. Elçi hakarete uğramış olsa da sulh anlaşması bozulmuş demektir. İşte bu olaydan sonra harekete karar verildi.

Bütünüyle durumu değerlendirmek için Karadeniz’den Tuna’ya kadar olan sahil güvenliği Danişmend Reis’e verildi. Akıncılar Mihaloğlu, Turahanlı ve Bosna Beyi Yahya Paşazâde Bâli Bey komutasında Macaristan içlerine sevk edildiler.

Daha önceki padişahların seferinde rastlanmayan yeni bir şey vardı Kanuni’nin ilk seferinde. Edirne, Filibe ve Sofya medreseleri talebeleri (softalar) savaşmak için Padişah’ın ordusunda yer almıştılar. Bundan dolayı da Belgrad’a Darül Cihad adı verilmişti.

1521’in Mayısında İstanbul’dan hareket eden ordu, birkaç küçük kalenin fethiyle oyalanarak Belgrad’a geldi. Burada Sava Nehri’ne köprü kurulmasına uğraşıldı, 12 günlük çalışmadan sonra tamamlanan köprüden askerler karşıya geçtiler. Kalenin teslim alınması uzun çarpışmalara mal olacaktı. Ağustosun sonuna kadar çalışıldı, şehrin ve kalenin teslim alınması için.

Sultan Süleyman Belgrad’a camie çevrilen kilisede Cuma namazını kıldıktan sonra İstanbul’a hareket etti. (18 Eylül)

Piri Paşa’nın maceradan uzak tavsiyelerinin Belgrad fethinde önemli rol oynadığı kabul ediliyor. Üçüncü Vezir Ahmed Paşa (Hâin Ahmed Paşa) Pâdişâhı Budin fethine iknaya çalışırken Pirî Paşa Belgrad’ın kilit sayıldığını, burası alınırsa Macaristan fütuhatının kolaylaşacağını padişaha kabul ettirmişti.

Belgrad Kalesi’nin teslim alınmasından sonra kalede yaşayanlardan bir kısmı Macaristan’a gitti. Aslen Sırplı olanlar ise aile halkıyla beraber İstanbul’a gönderildiler. Sur ile Koca Mustafa Paşa arasında kalan Yedikule civarındaki Belgradkapı adı bu Sırplar’dan kinayedir. Yerleştikleri mahalleye Belgrad Mahallesi dendiği gibi Sur kapısına da Belgrad-kapı denmiştir. Şimdi o Sırplardan eser görünmemekte. İhtida edip İslâmlaşarak Türklerle kaynaştılar mı? Yoksa tekrar memleketlerine mi gittiler? Bilinmiyor.


Rodos 2. Seferi Hümayun (18 Haziran 1522)

Dünya Hıristiyanlarının en dindar savaşçılarının küçük memleketi Rodos “Saint-Jean” (Hazret-i Yahya) Dindar şövalyelerin tarikatının adı bu. Aralarında yerli halk hariç, sıradan insanlar yok, Bunlar, pek çok Hıristiyan ülkesinin, dinleri adına Müslümanlarla savaşacak asilleridir. Kalelerine daha önceki padişahlar da saldırmış başarı sağlanamamıştı. Bu ada sahipleri her fırsatta Türk düşmanlığını ön plana çıkarır, şehzade kavgalannı körükler, Türk gemilerine karşı korsanlık yapar… Kısacası Türkler için müzmin baş ağrısıdırlar. Giderilmesi gerek.

18 Haziran’da Rodos’a dümen kırar donanma, irili ufaklı 700 gemiden meydana geliyordu ve Marmara’dan Ege Denizi’ne akıp gidiyordu. Donanmanın sevi ve idaresinden sorumlu kumandanı meşhur Kurdoğlu Muslihiddin, başkumandan Pulak Mustafa Paşa. Gemiler, 24 Haziran’da adaya geldi, Kanunî daha sonra gelip Temmuz sonlarına doğru adamı muhasarasına başlandı.

Rodos kolay alınacak kalelerden değildir. Divan görüşmelerinde Piri Mehmed Paşa, Çoban Mustafa Paşa ve Kurdoğlu’ndan başka bütün Paşalar, bu sefere taraftar olmamışlardı. Rodos’un Avrupa devletlerinden yardım göreceği, fethinin tehlikeli olduğu savunulmuştu; fakat Kanunî bilhassa Vezir-i Âzam Piri Paşa’nın görüşüne ehemmiyet vererek teşebbüse geçmişti. Uzun ve kanlı çarpışmalardan sonra şövalyelerin gücü tükendi, bazı şartlarla teslim olmayı kabul ettiler.

20 Aralık’ta şartname imzalanarak, ada boşaltılıp teslim alındı. Sonradan, Kanunî Sultan Süleyman Üstâd-ı azamın ihtiyarlığını düşünerek adadan ayrıldığına üzülmüş. Bu insani bir duygudur Kanuni’ye pek yakışır ama herhalde Kanuni’yi asıl üzen şey 20.000 şehidimiz olmuştur. Büyük meydan savaşlarında bile bu kadar şehit verilmiyordu. Bizzat padişahın ve Vezir-i Âzam’ın iştirak ettiği ve 4-5 ayda zor fethedilen Rodos’un ne kadar müstahkem ne kadar tehlikeli bir yer olduğu da anlaşılmış oluyordu. Buna göre küçük bir adadır diye, kazanılan zaferi küçük görmek, herhalde doğru değildir. 20. asırda başımızın büyük belalarından biri olan 12 adanın da o savaşla elimize geçtiğini düşünürsek, bir kat daha önem veririz bu zafere. Ve on iki adayı bugüne kadar elimizde tutamamış olmamızın suçlularına da rahmet dilemeyiz.
Rodos’un boşaltılmasından sonra gereken ne ise yapılarak, Sancakbeyliği’ne Kurdoğlu Muslihiddin Reis tayin edildi. Bu zaferin yankılan Avrupa’da büyük olmuş. Kânunî’nin büyük hedeflerinin habercisi saymışlar bu fethi ve Papa VI. Hadianus haberi duyunca üzüntüsünden ölmüş.


Bir Üzücü Haber

Koskoca bir dünya devletinin her tarafında, her işin düzgün gitmesi, elbette kabil değildir. Kanunî Rodos işiyle meşgul iken, Anadolu’da hoş olmayan bir olay cereyan etmiş. Olayı İsmail Hami Danişmend’in Kronolojisinden özetleyeceğiz: “Elbistan-Maraş ve havalisindeki Dulkadir Devleti Osmanlı idaresine girdikten sonra Yavuz Sultan Selim tarafından beylik makamına tayin edilmiş olan Şehsuvaroglu Ali Bey Dulkadir hükümdarlarının sonuncusudur… Ali Bey’in Osmanlı Devleti’ne çok büyük hizmetleri vardır… Yavuz devrinin sonlarında çıkan Bozoklu Celâl İsyanı’nı, Kanunî devrinin başında çıkan Canberdi Gazali İsyanı’nı, bu isyanları bastırmakta görevli Ferhad Paşa’dan çabuk davranarak bastırmış. Canberdi’nin kesik başını Kânunî’ye göndermiştir. Kânunî’nin de sevgi ve güvenini kazanan Şehsuvaroglu Ali Bey’in başarısı Hırvat dönmesi vezir Ferhat Paşa’yı kıskandırmıştır. Ferhat Paşa Kânunî’ye, Ali Bey’in halka zulmettiğini, padişahın aleyhinde faaliyetler içerisinde bulunduğunu ustalıkla anlatmış, Kânunî’yi yalanlarına inandırmış, Kanunî, icabına bakılmasını emretmiş. Ferhat Paşa’yı İran’a karşı hudut muhafazası bahanesiyle Anadolu’ya göndermiş ve Şehsuvaroglu Ali Bey’e de bir “Emr-i Şerif” çıkartarak Ferhad Paşa’yla görüşüp müşavere etmesini bildirmiş. Ferhat Paşa Emri Şerif mucibince Tokat’taki karargâhına Ali Bey’i davet etmiş. Ali Bey’in hiçbir şeyden şüphesi yoktur. Devlete hizmette kusur işlememiştir. Devletin veziri çağırır da gitmemek olur mu? Ne kadar evlâdı, kabilesi varsa hepsini yanına almış, çocuklarından karşı gelip ‘Hepimizin gitmemiz hayra alâmet değildir, siz giderseniz biz kalalım” demeleri fayda etmemiş. Oğluna “Ben Âl-i Osman’ın doğrusuyum kimden ne bakim -korkum- vardır” demiş.

“Bütün oğulları, torunları, akrabaları ve adamlarıyla beraber metbûunun emrini yerine getirmek için Hırvat dönmesinin karargâhına gitmekte tereddüt etmemiştir. Türklüğe çok büyük ve parlak hizmetleri olan bu kahraman ihtiyarın bütün neslini de götürmesi merdane bir harekettir: Fakat bu hareket ne kadar asilse, ordugâha varır varmaz bu muhterem ve kahraman ihtiyarı bütün oğullarıyla ve adamlarıyla beraber şehit eden Hırvat dönmesinin kahpece cinayeti de o kadar mülevves -pis-dir. Tabii bu iğrenç devşirme cinayeti Kanuni’nin o muhteşem adalet devrine yakışmayan bir zulüm lekesidir: Bu leke ancak Sultan Süleyman’ın büyük bir ustalıkla aldatılarak Anadolu’da mühim bir isyan çıkacağına inanmış sırf bir isyanın önüne geçmek için Ferhat Paşa’ya istediği salahiyeti vermiş ve nihayet Ferhad’ın mahiyeti anlaşıldıktan sonra da kendi eniştesi olduğu halde cezasını vermekte tereddüt etmemiş olduğu hesap edilmek şartıyla silinebilir.” Bu paşa daha sonra asılmıştır.


Sultan Selim Camii’nin İbadete Açılması (Aralık 1522)

Sekiz senelik saltanatı gaza meydanlarına geçen Yavuz, İstanbul’a bir cami bile yaptıramadan ruhunu teslim etmişti de, oğlunun gücüne gittiydi. Kanunî, babasının yaptırma fırsatı bulamadığı bu eseri onun adına başlattı. 1521’in Mayıs ayında inşaatı başlandığı varsayılıyor ki; buna göre çok hızlı çalışılmış, bir buçuk seneden az fazla zamanda bu zarif mabet tamamlanmıştır. Sultan Selim’in türbesinin de bulunduğu bu yer, âdetlere uygun olarak diğer müesseseleri bağrında taşımaktaydı. Şimdiye bir şey kalmamış olsa da, o gün imaret, tabhâne, mektep, medrese vs. eserler ile bir bütün idi.


Üzücü Bir Emeklilik (27 Haziran 1523)

Vezir-i Âzam Pîri Paşa’nın faziletleri Yavuz devrinde keşfedilmeye başlanmıştı. Amasyalı olan Paşa, Zembilli Ali Efendi’nin de yeğenidir. Böyle bir Vezir-i Azamla Şeyhülislâm’a sahip olmak Kanuni’nin en önemli şanslarındandır. İkisi de yeri doldurulamayacak değerde insanlardır amma! En üstteki, bir altta bulunan kişinin dirayetinden rahatsız olursa icabına bakar. Pîri Paşa her meselede, önce devlet, diyor. Kânunî’nin dalkavuğu olmayı asla düşünmüyordu. Kanunî de, dünyanın bir numaralı devletinin başı olarak kendisine “kul” arıyordu. Pargalı dönme İbrahim bu işe hazırdı. Piri Paşa’ya emeklilik yolu açıldı ve İbrahim Paşa’ya sadrazamlık yolu göründü.

İbrahim için Müneccimbaşı “Şehriyâr hazretlerinin tırnaklarım kesip pay-i şeriflerini gaslettikleri suyu nûş ider idi!” diyor. Yani ayaklarını yıkadığı suyu içermiş, Sultanın.
Pîri Paşa için Peçevî şöyle diyor:

“Gayet âkıl-u dânâ, sahib-i fazl-u zekâ ve müdebbir-u-kâr-âzmâ pîr-i vakur idi. Hatta arza girdikçe saadetlu pâdişâh kendüden hicâb çeker ve ziyâde tevkir-u ihtiram iderdi.

Akıllı, faziletli, zeki, tecrübeli, âlim ve ağırbaşlı olan bu Paşa bir mesele için padişahın yanına geldikçe hürmetle karşılanır, padişahtan aşırı saygı görürmüş.
Kanunî bütün dünyadan saygı görürken, ayağını yıkadığı suyu içecek bir adamı ve o adamın da sadarete münasip zekâsı var iken gereği yapılmalıydı! Bir gün Pîri Paşa’ya, Kanunî: “Kullarımdan birini mühim bir mevkie tayin etmek istiyorum: Sen hangi mevkii münasip görürsün” diye sorunca, tecrübeli Paşa: “En münâsip mevki kulunuzun mevkiidir” cevabını verir. Böylece Pîri Paşa iki yüz bin akçe ile tekâüd edilir.”

İsmail Hami merhum, Osmanlı Türk Devleti’nin dönmeler yüzünden battığına inanır. Bu dönme İbrahim’le ilgili bir kısa bölümü de, onun Kronolojisinden aktaracağız.
“Kanunî devrinin bir tarihini yazan Fuirfax Dawney’nin dediği gibi artık Osmanlı İmparatorluğu’nu idare edenler, bizzat ihtida etmiş Hıristiyanlar ve Müslüman kıyafetine girmiş yabancılardır.

Saray ve hükümet hep bu türedilerle dolduğu için Osmanlı camiasında artık hâkim millet kalmamıştır! İnhitatın -çöküntünün- en büyük sebebi işte budur: Çünkü artık Türk ülkesinde her türlü, siyasi hukuku elde edebilmek için bir kelime-i şahadetten başka bir şey lâzım değildir! Bu feci güruhun en meşhur örneklerinden biri de Pîri Mehmet Paşa merhumun yerine yekten vezir-i âzam olan Hâs-odu-başı devşirme İbrahim Ağa’dır. Osmanlı membalarında Frenk İbrahim Paşa” “Makbul İbrahim Paşa” ve uzun bir ikbal devresinden sonra müstehak olduğu akibetten dolayı da Maktul İbrahim Paşa gibi isimlerle anılan bu muhteşem serseri menşe itibariyle Arnavutluk sahilinin cenubunda ve Korfu Adası’nın karşısında bulunan Parga kasabasındandır.” Bu İbrahim’le ilgili malûmat çok fazladır! Biz Kanunî ile tanışmasını aktarıp esas mevzuya döneceğiz. Bir sürü rivayetten biridir bu: korsanlar tarafından esir edilip Manisa’da dul bir kadına satılan Rum çocuğu, İbrahim ismini alır. İslâmi kurallara göre yetiştirilir. O tarihlerde Kanunî, Şehzade Süleyman olarak Manisa Valisidir.

Şehzade Süleyman ağaçlık bir yerde gezintide iken, kulağına güzel bir keman sesi gelir: bu sesten etkilenen genç şehzade, “kimdir bu kemanı çalan! bulun, getirin” der ve az sonra, gayet zarif, kibar, güzel giyimli, çok da güzel bir delikanlı karşısına dikilir. Kısa bir sohbetten sonra, şehzade yabancının hayranı olur ve bırakmaz. Yaşları da birbirine yakındır, arkadaş olurlar. Fırsatları değerlendirme kabiliyetine sahip bu genç, şehzade ile beraber aynı kartalın kanadında yükselmeye başlar. Taa ki…
Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’dan uzunca bahsetmemiz boşa değildir. Onun Kanunî dönemindeki ağırlığı dikkate alınırsa, daha fazla anmamız gerekecek. Anacağız da. Çünkü o kendisini sahnenin önünde tutmayı, göze ilk çarpan görüntü olmayı başarıyor. Kanunî paşalarından bir Ahmed Paşa ki “Hain Ahmed Paşa” olarak anılır. Rodos’un fethi sırasında Mısır Valiliği’ne atanan bu Paşa, her türlü gayrı meşru yollara başvurup Mısır’da bağımsızlığını ilan etme sevdasına kapılmıştı. Adına hutbe okutup sikke kestirdi. Bunlar, iktidar alâmetleridir. Bu iktidarın Memlûklerden ve Araplardan 100.000 askeri var ki, Ahmet Paşa onlara güvenerek “El-Meli-kü-l Mansur Sultan Ahmed Han” oldu. Yedi ay sürdü Ahmed’in Sultanlığı; bu yedi ayın maliyeti kendisine de Osmanlı Devleti’ne de pek yüksektir. Yedi ayda sayısız asker telef edilip, Ahmet Paşa, adının başına gelen hainliğiyle tarihe geçerken, kesik başı da Kahire’de teşhir edildi. İşte bu olaydır ki İbrahim Paşa’ya bir önemli fırsattır, kendini göstermesi için imkândır. Mısır’daki düzensizliği düzene çevirmek için, Kânunî’nin eniştesi ve veziri âzami Dâmad İbrahim Paşa vazifelendirildi. İtibarına itibar katacak olan bu önemli vazifeyle, İbrahim Paşa yola çıktı.

30 Eylül’de İstanbul’dan ayrılan Paşa, gelenekte olmadığı halde Kanunî tarafından adalara kadar yolcu edildi. İbrahim Paşa Kâhire’ye gidip, işi yoluna koyup İstanbul’a döndü. (1525 Ağustos).

İbrahim Paşa beceriklidir ama biraz hakkının bittiği noktayı tespit edişi bencilcedir. “Veziri Âzam şan ve şerefe gark olundu. Mührü Hümâyunu, kendisine münasip gördüğü tarzda kullanmak üzere elinde tutuyordu. Kendisine atkuyruğundan altı tuğlu bir bayrak tevcih olundu (Pâdişah’ın ise ancak yedi tuğu vardı) ve bu bayrak savaş meydanında onun önünde götürüldü. İstediğini azl, istediğini nasbetmek selâhiyetinde idi.”

“Dünyanın büyük devletinin veziri olmak böyle yapmayı gerektirir” diye düşünüyor İbrahim Paşa. Belki, belki başka şey. O sıralarda Fransa’dan Jan Frangipani adlı bir elçi gelir ki, ilk Fransız elçisidir. Kral Fransuva esir düşmüştür de, O’nun kurtulması için, annesi Kânunî’ye ricada bulunur. Kânunî’nin verdiği cevaptan kısa bir bölüm:
“— Sen ki Fransa ülkesinin Kralı olan Fransuvasın, hükümdarların sığındığı kapımın eşiğine uzattığın tezkereden malûmum oldu ki, memleketinin toprakları düşman tarafından zabt olunup sen dahi şu anda onlar elinde esir bulunmaktasın ve kurtarılmaklığın için bizden yardım dilemektesin.”

Uzayıp giden mektupta Kanuni yardım vadinde bulunur, “atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır” der. Yıllarca Haçlı ordularının başını çekip “İslâmiyet ve Türklük yeryüzünden kalkmalı” diye mücadele veren Fransa’nın kralını Hıristiyanlardan kurtarmak, Müslüman Türk’ten rica ediliyordu.

Kânunî’nin Macaristan Seferi, Fransız elçisinden kısa bir süre sonra başladığı için, krala yardımcı olmak yönünde düşünenler olmuştur.

Fairfax Downey Kânunî’nin mektubunu anlatıp yorumlarken, biraz kibirli bulduğu sözler için bile “bu sözler boşuna söylenmiş laflar değildi. Süleyman bu sözleri 25 Nisan 1526 da Macaristan’a giden 100.000 kişilik ordu ve 300 top ile teyid etti” diyor ve ekliyor. “Salibe iman etmeyen Sultan haklı”


Mohaç: Üçüncü Seferi Hümayun (23 Nisan 1526)

Macarlarla bitmek bilmeyen kavgalarımızdan biri daha. Kanunî Belgrad seferini fetihle neticelendirmişti. Şimdi aynı netice Mohaç da niye olmasın? Niçin savaş? Bu sorunun da mâkûl bir cevabı var: Yavuz Selim’in Çaldıran Zaferi’nden sonra ölen Şâh İsmail’in yerine oğlu Birinci Tahmasb geçmişti. Devletlerarası kurallar gereği babasının ölümünü de, kendisinin iktidarımda bir heyetle Kânunî’ye bildirmesi lâzımdı. Bunu yapmayan yeni Şâh, Macar Kralı’na ve Almanya Imparatoru’na Osmanlı Devleti aleyhine ittifak teklif etmiş. Bu İran’a savaş açmak için kâfi sebeptir. İran hele bir kenarda dursun demek zorundadır. Pâdişâh: Çünkü Bolu’da başka oyunlar tezgâhlanmakta… İran Şâhı’na ağır bir mektup yazıp, tehdit dolu satırlann arasında “an karib diyarı Şark’a” geleceğini duyurmuştu. Yani “an karib’ yakın zamanda beni bekle demişti Kânunî’ye göre Batı yakası daha acil çözüme muhtaçtı.

Macar Kralı İkinci Lui (Osmanlı’da Layoş) İranla işbirliğini Osmanlı aleyhine değerlendirirken, Türk hâkimiyetindeki Ulah zadegânını ayaklandırmış, ayrıca Eflak ve Boğdan Prensleriyle ittifak kurup kuvvet toplamaya başlamıştı. Yapılan küçük çaplı Haçlı Birliği temin Kanunî aleyhine idi ve savaş çıkması içir meşru bir sebepti. İşte bunun için hazırlık yapıldı. 23 Nisan’da ordu İstanbul’dan hareket etti.

Nehirlerden, köprüler kurularak geçilir. Yol üzerindeki ufak tefek kaleler alınır. 29 Ağustos’ta Türk ordusu Mohaç ovasındadır ve tarihin en mühim savaşlarından birinin vaktidir. 100.000 askeri 300 topu bulunan Kanuni’nin karşısında 150.000 kişilik ve 100 topluk Macar ordusu var. Türk ordusunun birliği bütünlüğü, diğerinin kırk yamalı oluşu dikkat çekiyordu. Macar ordusunun içinde Macarlar’dan başka Hırvat, Çek, Slovak, Sloven askerler Haç adına Mohaç Ovası’na koşuşmuşlardı!

Kanunî zırhını giyinmiş, kır atının üzerinde, ordunun gerisinde Rumeli Beylerbeyi Sadrâzam İbrahim Paşa Rumeli sipahilerine, Anadolu Beylerbeyi Behram Paşa Anadolu sipahilerine kumanda ediyorlar. Öncü’yü Gazi Sultanzâde Balı Bey, ardıcıyı yine akıncı askeri ile Gazi Sultanzâde Hüsrev Bey teşkil ediyordu. Kanuni’nin bulunduğu yer bir tepeydi ve sonradan “Hünkâr Tepesi” adını alacaktı, bu tepe. Bu anı Fairfax Downey şöyle tasvir ediyor: Bir yabancı gözü ile bakalım neler görmüş, nasıl görmüş?
“Sabah namazı vaktiydi; ovada Türk ordusu mûtat olan nizamiyle sıralanmıştı: İlk safta 4000 süvariden mürekkep semendire sancakları; sonra Rumeli kıtası ve bir kısım topçu kuvvetleriyle Vezir-i Âzam, ondan sonra, altı alay muntazam süvari kuvvetinden ve kendi Hassa Alayından müteşekkil yeniçerileriyle padişah; arkada başlıca süvari kıtalarıyla Bosna sancakları bulunuyordu. Kanatlarda akıncılar volta vuruyorlardı.”

“Bu kusur bulunmaz kıtaların arasında mutlak bir sükût hüküm sürüyordu; hiç kimse öksürmüyor, tükürmüyordu bile. Mollalar Muhammed adını anınca, bütün bu insanlar diz çöktüler; Allah’ın adıyla, rüzgârdan eğilen bir buğday tarlası gibi, bütün ordu alnını yere sürüp secdeye kapandı.”
“Öbür tarafta bu intizamı bulmak mümkün değildi. Kanunî askeri coşturucu bir konuşma yaptıktan sonra şöyle dua etti: Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi Yarabbi, imdad senden inayet dürür; Cünud-u Muhammediyyeyi nusretinden dar eyleme! Hünkârın gözleri yaşlandı ve şevk ile dolgun, kudretli sesini bütün ordu işitti. Coşkun bir yiğitlik dalgası, alev alev bir iman rüzgârı safların üzerinden geçti. Süvariler bineklerinden yere atlayarak secdeye kapandılar ve padişah uğruna canlanın fedaya and içerek tekrar atlarına bindiler.”

Önce Macarlar hücuma geçti; Kanuni’nin emriyle ordu ortadan ikiye ayrılıp Macarlar’ın araya girmelerine imkân tanındı. Bu eskiden beri Türk savaş usûlüdür. İki ordu şiddetli bir çarpışmanın içindeyken, Macar ordusundaki şövalyelerden otuzdan fazlası Kânunî’yi öldürme yemini etmişlerdi, onlar da kendi hedeflerine var güçleriyle saldırdılar. Bunlardan üçü Kânunî’nin kılıcıyla can verirken diğerleri, selâmeti kaçmada buldular. Savaşın genelinde, Türk mukavemeti zayıf görünüyordu.
Macarlar ilk gördükleri pasif savunma karşısında ümide kapılmışlardı ki, karşılarında topçular belirince neye uğradıklarım anlayamadılar. Diğer yandan, ikiye ayrılıp Macarları ortaya alan askerler kapanınca, cansız gövdeler ovayı kızıla boyamaya başladı, bu gövdeler Hıristiyanlık adına savaşan Macar ve diğer devletlerin askerlerine aitti. “Düşman, Türk atlısının oyuncağı haline gelmişti. Nitekim iki saat içinde maktul düşen 25.000 Macar askeri dışında, geri kalan büyük Macar Ordusu bataklığa sürüldü. Bizzat Kral II. Layoş, kendini kurtaramadı ve atıyla beraber bataklığa sürüklenip boğuldu. Esir alınanlar dışında düşman ordusu Karasu bataklığında mahvolup gitti (29.8.1526).

Kanunînin gücünü bütün dünyaya bir kere daha kabul ettiren bu iki saatlik savaş, koskoca bir Macar Krallığı’nın haritadan silinmesine sebep olmuştur. 637 senelik bu muazzam Macar krallığının ömrünün iki saatte noktalanması, onların zaafından fazla, Kanuni’nin gücünün eseridir. Kanuni’nin gücü nereden geliyordu?
Sonradan “Hünkâr Tepesi” adı verilen yerde Pâdişâh konuşma yapacak iken “danışacağınız adamları buraya getirin” diye buyururlar. Hüsrev Bey ağalardan birine “çabuk var, Koca Alaybeyi, Kara Osman, Mehmet Subaşı, Adil Taviça ve Balaban Çeribaşı gelsinler, saadetli Padişah danışmayı emretti” der. Bu Ağa gider gitmez, Adil Taviça denen yiğit koca görünür. Kırlaşmış bıyıklan düşman kanı dökmeye hazır ok gibi gelir, der ki:

“— Bunda müşavere dövüşmekten özge var mıdır? Beni koca alay beyi gönderdi. Düşman alayları görünmüş, çarhacımız (öncümüz) elleşmeğe başlamış; gelin sancağınız dibinde bulunun!”

Türk Ordusu Ramazan Bayramı’nı Belgrad’da kutlar, Kurban Bayramı için başka bir yer düşünülür ve Budin’e hareket edilir (3 Eylül 1526). Birkaç kale ile beraber Budin’in fethi fazla uzun sürmez.

Mohaç Meydan Muharebesi’ni anlatan Hammer Osmanlılar yağmurlar arasında binbir müşkilâtla Mohaç’a kadar geldiler, diyor ve Mohaç’ı tarif ediyor. Mohaç Tuna’nın batısında ve bu şehrin teşkil ettiği bir adanın karşısında, bağlarla örtülü bir ovanın içindedir. Mohaç’ın alt tarafında, Tuna’nın sağ kolu yanında Karasu (Karasice) nâmıyla anılan muazzam bataklık vardır…”

Osmanlı Ordusu ne bataklıkta boğulmuştur ne de bağlarına meftun olmuştur. Bir savaş yapılmalıydı yapıldı; istikbalin emniyeti için Macarlar’a bir ders verilmeliydi, verildi. Bundan sonra ne olur? Onu Allah bilir.


Anadolu İsyanları (1527)

Kanunî Macar Krallığı’nı devirirken Anadolu’da çıkan isyanlar da onun saltanatını sallamaya çalışıyordu. Yavuz devrinde gördüğümüz ve bir hayli uğraşmakla bastırılan Bozoklu Celâl’in isyanının devamı gibi görünen hareket, adını Celâl’den alarak Celâliler İsyanı diye anılıyordu.

Bozoklu Celâl’in hareketinin temelinde Şiilik vardı. Şimdi bahse konu olan hareket ise, yine Şiilik’ten kaynaklanmaktadır. İran Safavî Devleti Anadolu’dan elini ayağını çekmiyor. Bilhassa Orta Anadolu’da bombardıman halinde propaganda yapılıyor. Buna da İsmail Hami Bey’e kulak vereceğiz: Ona göre Anadolu, sadece İran kışkırtmasıyla Şiilik sevdasından değil, bir diğer sebepten de İstanbul’a karşı cephe almış vaziyetteydi. Fatih Sultan Mehmed’in başlattığı devşirme vezirlerin iktidarı Türkler’e karşı savaş halindeydi. “Devşirmelerin elinde bulunan İstanbul hükümeti vaktiyle Karamanoğulları’nın, sonra Şiiler’in ve ondan sonra da Dulkadir Beyleri’nin tenkil ve te’dibi gibi bir takım vesilelerle Türkler’in başına muhtelif milletlerden devşirilmiş ve birer Müslüman ismi takınmış birtakım vatansız serserileri serdar edip…” Yani, diyor ki İsmail Hami Bey devşirmelere Türkler ezdiriliyor. Sonra, devşirme paşaların yaptığı zulümlerden misaller veriyor; bunlarda birini tekrar zikredeceğiz 1522 Temmuz’unda Hırvat vezir Ferhad Paşa sırf şahsi garazından dolayı Dulkadir hanedanından Şehsüvar-oğlu Ali Bey’le oğullarını, akrabalarını ve adamlarını toptan öldürtüp servetlerini müsadere etmişti.”

Celâli İsyanları’nın sebebi olarak gösterilen başka sebeplerden biri de iktisâdidir; bunun için küçük bir misal vereceğiz:

“Kadı, müderris, müftü, naib gibi, hazine veya vakıflardan ‘vazife-cihet’ olan ‘ehli şer’ sınıfı (şer, şeriat manasına) bağ-bahçe, köylerde tarla ve otlaklar edinerek, çiftçilik ve hayvan besleme işi yapmaya başlamışlar idi ki, bu da köylü sınıfını ezen başka bir iktisâdi olay idi.”

“Rical (İstanbul’da bulunup da vilâyetlerde hasları ve çiftlikleri bulunan hükümet büyükleri) ve ümerâ (Sancak-beyleri ile Beylerbeyi) ise, reayanın sırtından geniş servet edinme konusunda daha çok imkânlara sahip idiler. Bu gibilerin haslarının başına koydukları Voyvodaları, serbest idareye sahip has ve zeamet köylerini, hem birer vergi âmili hem de idareci olarak yönetmekte oldukları için, buralardaki yolsuzluklar sonsuz idi…”

Bir taraftan mezhep, bir taraftan ekmek ve başka unsurların bir araya gelmesiyle başlayan isyanlar her şeye rağmen bastırılmalıydı. Memleketin birliğinin bozulması Pâdişah’ın göz yumacağı bir hâdise değil. Sebepleri, giderilme imkânı varsa sonraya bırakılıp ilk elde isyanın kaldırılması faaliyetine geçildi.

İsyanların ilki “Bozok’ta Baba Zünnûn ihtilali” sonra Adana’da Domuz oğlan ve Kızılbaş halifelerinden “Veli Halife” Tarsus taraflarında “Yenice Bey” ihtilâl liderleri bu ismi sayılanlardı ve birçok yeri işgal etmiştiler. İhtilalciler üzerlerine gelen devlet güçlerini dağıtacak kadar da başarılıydılar. İstanbul’dan, asilerin üzerine gidilmesi zaruret haline gelmişti. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa 3 bin Yeniçeri ve 2 bin Sipahiyle harekete geçti.

Tehlikenin en büyüğü Hacı-Bektaş sülâlesinden olduğu söylenen Kalender-Şâh idi. Mezhep itibariyle tarafları kalabalıktı. Diğer asilerin mağlubiyeti, onlardan dağılan takımlarında Kalender-Şâh’a gelmelerini temin etti. Kâlender-Şâh gerçek Şahlık hülyalarına kapıldı. Önceleri devletin paşalarına boyun eğdirdi; birçok önemli kişi dâhil devletin ordusuna büyük zayiat verdirdi. Sancakbeyi, Beylerbeyi, Defterdar gibi büyük rütbe sahipleri Kâlender-Şâh’ın adamları tarafından öldürüldü.
Vezir-i Âzam İbrahim paşa önceleri saldırıdan uzak durup Hammer’e göre siyâset yapmış, Danişmend’e göre korkaklık göstermiş), Türkmenler’den birtakım kimseleri kazanmış, çok az adamı kalınca da, kolayca ve küçük bir müfreze ile Kalender’in yakalanmasını sağlamış. Kalender-Şâh’ın kesik başı Vezir-i Âzam’ın huzuruna getirildi.
İbrahim Paşa hiç bir şey yapmamış olsa da her şeyi yapmış muzaffer Başkumandan rolündeydi. Daha önce Celâliler’in önünden kaçan Beylerbeyleri ve diğer önemli şahsiyetleri divana çağırdı. Behrâm Paşa da bunların içindeydi. Ağır hakaretler gördü beyler ve Behrâm Paşa. Kendilerini müdafaa edemediler. İbrahim Paşa, kendisine göre suçlu olan bu insanlar için cellâtları hazırlamıştı. Piri Paşa’nın oğlu Mehmed Bey İçel Beyi idi ve o da sigaya çekilenlerin arasındaydı. Diğerleri suçtan sıyrılmak için bir şeyler söylerken hep suskun duruyordu, “sükûtu bozarak, Pâdişah’ın saadeti için duâ ettikten sonra:

“Ecdadımız bir muharebeye girecekleri zaman, Allah’tan istimdâd ve tecrübeli ihtiyarlarıyla müşavere etmeyi mutad edinmişlerdir; biz ise ne onu yaptık; ne bunu yaptık; gurur, nefsimize i’timad bu felâketleri başımıza getirdi. Cezamızı çekmek için işte kılıç ve işte başlarımız” dedi.”

İbrahim Paşa, Pirîzâde Mehmed Bey’in konuşmasından müteessir olup geçmişe ait bütün suçları affetti. Piri zadeyi, dönüşünde İstanbul’a getirdi; Pâdişah’ın iltifatlarına nail olan Mehmed Bey’le ilgili gayet kötü bir hikâye anlatılır.

Hikâyeden önce kafa karıştıran bazı sorulara cevap aramaya çalışacağız: Piri Paşa’nın adı Mehmed, oğlunun da aynı adı taşıması biraz uzak ihtimal değil mi? Piri Paşa’nın oğlu, yani şimdi anlatılan zat İçel Valisi. Vâlilik’ten Kadılığa geçmiş olabilir mi? Bunlar zor cevaplanacak gibi görünüyor: Şimdi, niçin bunları anlatıyoruz?
Pirî Paşa’nın ölümü; Frenk İbrahim Paşa’nın, “yarın tekrar sadârete getirilebilir” korkusuyla zehirlettiği şeklinde anlatılıyor; zehirleyenin de Pirî Paşa’nın Edirne Kadısı olan oğlu Mehmed Efendi olduğu söyleniyor. Bütün kaynaklar aynıdır. Bizim zannımızca bu işte bir yanlışlık var. Okuyucu biraz fikir jimnastiği yaparsa Piri Paşa’yı zehirleyenin oğlu olmadığı kanaatine varır gibi geliyor. Bu konuyu daha fazla uzatmanın lüzumu yok.


Kaabız Meselesi (1527)

Kanunî Sultan Süleyman “Din-i mübîn-i” uzak diyarlara yaymaya çalışırken, bir başka din yayıcısı İstanbul’u kaynatıyordu. Macaristan Seferi’nden muzaffer dönen pâdişâhın karşılaştığı manzara hoş değildi. Taht şehrinde bir yabancı Hazreti Muhammed’i küçültücü sözler sarf ediyor, iddialarını ayetlere dayandırarak kendisini savunuyor, herkes, söylediklerinin yanlış olduğunu biliyor, ama hiç kimse onu susturmaya, daha doğrusu mat etmeye kadir olamıyor.

“İsa’yı Resulullah’tan üstün olarak beyan eden Kaabız, Şeri Şerife tam bir vukuf sahibi olduğundan, daha çok, telin ediliyordu. Eskiden olsa Yavuz Selim’in cellâtları nasıl bir süratle bu meseleyi hallediverirdi? Sanki Sultan Süleyman’ın kılıcı mı yoktu?”

Bahse konu Kaabız İranlı’dır. Türkiye’ye, saf İslâmı bozmak için gelmiştir ve ağzı iyi laf yapmaktadır. Bildiği hadisleri ve âyet-i kerîmeleri istediği manalarda yorumlama kabiliyetine sahiptir. Susturulması için kılıç değil, ilim gerekmektedir.

Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri tarafından iki gün mahkeme edilen Kaabız ilmi yönden susturulamamış ise de, ölümüne hükmedilmiştir. Fakat Pâdişâh bu hükmü geçersiz saymış. Sonra bu işin halli için “İbn-i Kemâl” lakabıyla meşhur Şeyhülislâm Kemâl Paşazade Şemsüddin Ahmed Efendi ile o devrin en büyük âlimlerinden İstanbul kadısı Saadüddin Çelebi davet edilmiştir.” Bu iki âlim Molla Kaabız’la münakaşaya başlamışlar. Kaabız’ın getirdiği tümü çürük deliller Kemal Paşazade’nin ilmi delilleri karşısında tutunamamış ve Kaabız seri delillerin önünde günahkâr boynunu ipe uzatmıştır.


Bosna, Macaristan ve Dalmaçya’da Fetihler (1527–1528)

Kanunî Sultan Süleymanlı zaman Osmanlı Ordusu için baştan ayağa savaş ve zafer demek olmalı ki; bir tarihçide şöyle bir cümleye rastladık: “… Geçen kış esnasında Vezir-i Âzam’ın Divan’a, Osmanlı askerinin bir muzafferiyetini yahut bir zabtını arz etmediği gün pek nadir olmuştu” Tabii ki bu büyük abartıdır. Hele de kış, savaş zamanı değildi. Biraz şımarıklık sayılmasa şöyle denebilir “Canı dövülmek isteyen haksız işlere kalkışıyor Osmanlı Ordusu gidip dövüyor, biraz da topraklarından alıp geliyor.” Ama herkes doğru durursa savaş niçin olsun ki?

Başlıkta adları anılan yerlere gidilmesine sebep, Mohaç zaferinden sonra yıkılan Macar Krallığı’nın yerine yeni birilerinin çıkmaya çalışmasıdır. Bosna, Dalmaçya ve diğer kaleler birer birer baş eğdi, İstanbul sıkça fetih müjdeleri aldı. Fetihlerin en büyük kahramanları burada anılmalı ki adları milletimiz tarafından unutulmasın. Bunlardan biri İkinci Bâyezid’in kızdan torunu Bosna Beylerbeyi Husrev Bey, diğeri Semendire Beyi Yahya Paşazâde Bâli Bey’dir. Fethedilen kalelerin isimlerini de sıralayalım Yayca, Banyaluka, Sokal, Balajesero, Orbovatz, Serepwor, Aparuc, Perga, Bassatz, Greben ve Kırbava…


Zapolya ile Ferdinand’ın Elçileri

Macaristan tahtının yeni sahip bulması her zaman için zor işlerdendi. İstiklâline son verilen Macaristan’ın Kralı Layoş vâris bırakmadan öldü. İki kişi kral olmak için yarışa girdi. Macar milliyetçileri Erdel Voyvodası Zapolya’yı, Almanya İmparatoru Şarlken de Masimilyen’in torunu Arşidük Ferdinand’ı istiyordu. Kanunî Sultan Süleyman bir görüşmede Macar zadegânına Zapolya’yı Kral tâyin edeceğinin sözünü vermişti. Mohaç Meydan Savaşı’nda Macaristan’ın istiklâli sona ermiş ama bütün Macaristan işgal edilmiş değildi. Mühim bir kısmı bağımsızlığına devam eden Macaristan’ın işte o kısımları için, iki kişinin kıyasıya mücadelesi devam ediyordu. Osmanlı Ordusu’nun dönüşünü müteakip Ferdinand’la Zapolya kapıştılar. Zapolya mağlup oldu. Zapolya, Kanuni’nin gönlü kazanılmadan, krallığı kazanamayacağını biliyordu. Bunun için çok maharetli bir sefir olan Laçki’yi Pâdişah’a elçi gönderdi. Kendisine va’dedilen tacı istiyordu.

Jeram Laçki istanbul’a geldi, Pâdişah’tan evvel vezirlerle görüştü. Venedik Gritti’nin oğlu Lui Gritti ile dostluk kurmuştu, onun sayesinde görüşme yolları açıldı. Laçki mühim bir diplomat idi. Lui Gritti’ye, büyük bir rüşvet sayılacak teklifte bulunmuştu ki, bu, Zapolya’nın sahip olacağı Krallık’taki en mühim piskoposluktu.
Lui Grittli Osmanlı idaresinde sevilen, hatırı sayılan bir büyükelçiydi; onun sayesinde Laçki rahatladı. Görüşmelerde zorluk çekmedi. Fakat herkes haddini, Dâmad İbrahim Paşa’da gücünü göstermeyi bilecekti! 22 Aralık 1527 tarihinde ilk defa, Laçki-Vezir-i Âzam görüşmesi yapıldı.

“Niçin metbûun Macaristan tacını Pâdişah’tan daha evvel istememiştir? Ofen yangınıyla Kral Köşkü’nün muhafazasının ne demek olduğunu anlamadı mı? Burada her şeyden malumat alınmıştır. Arşidük’ün, senin efendinin değerlerinin ne olduğu ve Hıristiyanlığın öteki Prenslerinin ne yapabilecekleri malumdur.”
İbrahim Paşa’nın Pâdişâh gibi konuşması elçinin dikkatinden kaçmamıştı. Verdiği cevapta elçi, kendisinin teveccühüne mazhar olmayı ümit ettiğini söyleyip, İbrahim Paşa’nın gururunu okşamaya çalıştı.

Elçi ertesi gün Vezir Mustafa Paşa’yla görüştü. Bir Osmanlı Padişahı’nın ne demek olduğunu elçiye anlatan Paşa “… Sen dedi, vergisiz olarak ve Pâdişahın kullarından biri tarafından geliyorsun. Bilmez misin ki güneş gibi yegâne olan metbûumuzun gökte ve yerde hükmü geçerlidir. Sen Transilvanya Banı’nın adamı, saadetli Pâdişâhı, efendin kadar âciz, fakir bir prensin babası olmak üzere yâd etmeye nasıl cesaret ediyorsun?”

Elçi, İbrahim Paşa’yla ikinci defa görüştü. Uzun konuşmasında İbrahim Paşa Osmanlı Devleti’nin büyüklüğünü, Pâdişah’ın eşsizliğini, kendisinin gücünü, istedikleri herşeyi yapma kudretine sahip olduklanı anlattı. Bir yerde dedi ki: “Malûmun olsun ki, bizim şahin pençesinden daha korkunç pençelerimiz vardır. Ellerimiz bir kere koyduğumuz yerden çıkmaz, meğerki kesilmesin.”

Daha sonra Pâdişâhla ve ondan sonra yine Vezir-i Âzam’la görüşebilen elçi şu güzel sözleri işitti:

“Şimdi metbûuna “Kral” diyeceğiz; Transilvanya Banı değil. Padişahımız, hükümdarının düşmanları üzerine bizzat yürüyecektir. Artık ne hediye isteriz, ne vergi!”
Laçki, talimatları da alıp bir yığın hediyelerle memleketine gönderildi. Zapolya’nın elçisinin başarılı bir diplomasi örneği verdiği duyulunca Ferdinand’ın da hevesi uyandı; o da bir elçilik heyeti gönderdi. 29 Mayıs 1528’de bin atlıyla karşılanıp, İstanbul’a girdiler.

Ferdinand’ın elçisi Pâdişah’tan, daha önce fethedilmiş yerleri talep ediyordu. Bu olacak iş mi? İbrahim Paşa istenen yerlerin listesini görünce hayrette kaldı ve dedi ki, “İstanbul’un da istenmemesine çok şaşırdım.”

Aynı sözleri iki insanın sunuş tarzı o kadar farklı oluyor ki. Zapolya’nın ilmî siyâseti bilen elçisi Laçki mâirâne kullandığı diliyle kazanmıştı; Ferdinand’ın elçisi Hobordanski bunu başaramadı. İstenenle beraber, isteniş biçimi de Kânunî’yi kızdırdı. Elçiler dokuz ay kadar zorunlu misafirlikten sonra serbest bırakıldılar. Para ve diğer hediyelerle yolcu edilirlerken Ferdinand’a şu mesajı götürmeleri istendi. “Beklediği cevabı, bütün ordularımla gidip, kendisine vereceğim.”


Vezir-i Âzam’m Parlayan Yıldızı (28 Mart 1528)

Pargalı İbrahim, ormanda yankılanan kemanının yanık sesiyle ikbal kapısına dayanmıştı. Kanunî ile beraber paylaşacağı günler geldi. Çok kısa sürede Vezir-i Azam oldu. Şimdi Ulu Pâdişâh, onu dâimi serasker yaparak biraz daha geniş selâhiyet verdi. Daha önce olmuş, görülmüş değildi. “Padişah iştirak etmiş olsa da, olmasa da savaşların başkumandanı İbrahim Paşa’dır: Her ne isterse pâdişâh isteği hükmündedir…”

Pâdişâhın böyle bir yetki devri nereden icabetmişse, bunu bilmek zor; çünkü henüz kendisi de genç ve usanma derecesine gelecek yorgunluk olmamıştı. İbrahim Paşa’yı Piri Paşa’nın bile görmediği salâhiyetlerle taltifi her neye dayanırsa dayansın hoş görülmemiş ama hesabı da sorulmamıştır. Padişah Allah’tan başkasına hesap verme mevkiinde değildi.


Viyana (10 Mayıs 1529) Dördüncü Seferi Hümayun

Viyana biz Türkler için yarım kalmış yanık bir türküdür. Asırlardır, ne zaman “Viyana” dense gizli bir hıçkırık genzimizi yakar.

Bu seferin açılış sebebi anlatılmıştı. Macar tahtının Layoş (Lui)’un ölümüyle boşalması ve iki adayın mücadelesi… Macar asilzadelerinin, milliyetçilerinin istediği Zapolya Kanunî tarafından da isteniyordu. Bir kısım Macarlar ile Alman Kralı Şarlken Ferdinand’ı istiyor; Şarlken’in isteyişinin herhalde en geçerli sebebi Ferdinand’la kardeş olmalarıydı.

Sonunda Macaristan iki krallı oldu. Aralarında savaştılar Zapolya yenildi. Pâdişah’ın tâyin ettiği Kral yenilmişti. Ona sahip çıkılması büyük Sultan için en tabii vazife idi.
Eyüp Sultan Türbesi ve diğer meşhur evliyanın kabri ziyaret edildi. Cenâb-ı Allah’a zafer müyesser etmesi için yakarıldı. 10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan büyük ordu ile yola çıkıldı. Asker mevcudu her zaman olduğu gibi yine, birbirini tutmayan rakamlarla anlatılıyor. 120.000’den 200.000’e kadar değişen rakamlar, herhalde üzerinde durmamamız gereken bir şeydir. Bu seferde deve bulunduğunu ve 300 topun mevcudiyetini de not edeceğiz. Sefer’in seyrini günü gününe değil de belli başlı noktalarıyla takdime çalışırsak: 10 Mayıs İstanbul’dan, 30 Mayıs Edirne’den hareket. 5 Haziran’da Filibe. 20 Haziran’da Sofya’da görünüyor Kanunî. 15 Ağustos’ta, Zapolya taraftarı Macar milliyetçileri Türk Ordusu’na gelip itaat arz ettiler. Bir büyük kurtarıcı olarak bekledikleri Kânunî’nin gelişine karşı heyecanlı sevgilerini gösterdiler.

18 Ağustos’ta üç sene önce zafer yaşanan Mohaç Ovası’nda, Kanunî ve ordusu yaşadıklarının hatırasını canlandırıyordu. Zapolya ise, Pâdişâhı karşılamaya gelmiş, bir an evvel elini öpmek için sabırsızlanıyor. 19 Ağustos’ta Zapolya huzura kabul edildi. Otağ-ı Hümâyun, içten sırmalı kumaşlarla döşeli idi. Dıştan altın direkler üzerine kurulmuştu. Bu Otağ’da Zapolya Kânunî’nin elini öptü. Gel gelgelim Viyana Kuşatması’na.

Hammer doğruysa kuşatma 120.000 askerle yapılmıştı. İnanılır gibi değil, “20.000 deve vardı” diyor. Ayrıca Tuna üzerinde 800 balıkçı kayığından mürekkep bir İace Donanma mevcuttu.

Sayılarda yanlışlık olsa da doğru olan şu idi ki; Osmanlı Ordusu Viyana Muhasarası’nda düşmanı rahat altedebilecek kuvvetteydi. Olması gerekenle olanın benzerliği yok. Niçini şöyle cevaplanıyor:

Kralını tâyin ettiğin bir memleketin sana karşı koyması olacak iştir; ama senin onu yenemeyişin biraz sıra dışı bir hâdise olmaz mı? Tekrarında fayda var; savaşa giden Türk Ordusu Başkomutanı önce sulh yoluyla istediğini elde etmeyi dener. Bir kale ise muhasara edilen; bu yapılır, tam savaşa hazır vaziyet hâsıl olduktan sonra da kansız teslimi istenir. Kuraldır; eğer kendiliğinden teslim kabul edilirse hiç kimsenin burnu kanatılmaz, kimsenin malına mülküne kimsenin zararı dokunmaz. Ordu savaşa mecbur bırakılır, savaşır ve de kazanırsa üç gün yağma yapılır. Eğer yağma izni vermeden zafer beklerseniz asker isteksiz hareket eder.

Daha önce “Budin kalesi teslim alındığı zaman şehrin yağmasına müsaade edilmemiş olması, Ocağın Viyana muhasarasına gönülsüz gitmesiyle neticelenmiş ve yeniçeriler için bu muhasara Budin’deki mahrumiyetin intikamım almaya vesile teşkil etmiştir. Kışın ağır şartları ve hatta yiyecek sıkıntısının üzerine Şarlken’in bütün ülkelerden asker toplayıp Avupa’yı Türk istilâsından kutarmaya teşebbüsü” netice alınamayışınım sebepleri olarak sıralanır. Bunlara ila¬eten Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’nın ihaneti bile düşünülür. (İ.H.D.)

“Türk ordusu üç gün (10–11–12 Ekim) sürekli surette şehre hücum etti. Fakat bir türlü Viyana alınamadı… Vezir-i Âzam bir savaş danışma kurulu toplayarak; mevsimin ilerlediğini yeteri kadar yiyecek bulunmadığını ve bir kuşatma savaşında üç hücumu yeter gören şeriat hükmünün yerini bulduğunu belirtti. Bu bakımdan yapılan görüşme sonunda bir hücum icrası kararlaştırıldı.” (H.) Burada İbrahim Paşa’nın şeriatı ileri sürerek “bu iş burada biter” demesini aleyhine bir davranış olarak kullanırlar. Çünkü “o gün açılan” “gayet de eyu” gedikler üzerine nedense hücum yaptırmamıştır.”

Bir rivayete göre Osmanlı ordusunun zayiatı 40.000, bir diğer rivayete göre 14.000. Karşı taraf içinse birbirini tutmayan rakamlar söylenir. Türkler’in yarısı kadar diyen de var,iki misli diyen de. Bunlar tartışılsa da, hiç tartışılmayan bir gerçek: Kânunî’nin boynu bükük dönüşüdür! Viyana’dan mahsun dönüşün suçlusu görülen İbrahim Paşa’nın vazifesini tam olarak yaptığına inananlar da var. Hammer’e göre Viyana’yı savunanların yiğitliği, İ. H. Uzunçarşıh’ya göre mevsimin kışa dayanması Viyana’nın düşürülmesini engellemiştir.

Ordu 16 Ekim’de Budapeşte’ye hareket etti. Viyana alınamamış olsa da Avusturya’nın çarpışmaya mecali kalmayışı, Akıncılar tarafından birçok şehrinin talan edilişi başarı kabul edilmiştir. Belki teselli içindi ama şu yapılmıştı. Pâdişâh zafer kazandığı zaman olduğu gibi Viyana civarına kurulan Otağ’da tebrikleri kabul etti.
Ordu 25 Ekim’de Budin’e, iki gün sonra Peşte’ye vâsıl oldu. Peşte Ordugâhında Divan kuruldu ve burada Türk himayesi altındaki Kral Zapolya, Pâdişah’ın gazasını tebrik etti. Bunca merasimler kazanılamayan bir savaşı kazanılmış gibi göstermeye yetmiş midir acaba?

Aynı ayın 29’unda İstanbul’a hareket eden Kanunî 16 Aralık’ta gelebildi. Viyana’da kazanılan en kıymetli şey belki de Macar Krallık Tacı idi. Miladi 1000 senesinde Türk milletinin tamama yakını Müslüman olmuştu. Türkler’den olduğu kabul edilen Macarlar Hıristiyanların içinde -ortasında- yaşıyor olmakla, daha çok o dinin baskısına muhatap idi. Arpad hanedânından Macar Kralı Sen Etyen milletinin Hıristiyan olmasında mühim rol oynamıştı. (Hicrî 390) Papalık makamı tarafından Sen Etyen’e krallık unvanıyla beraber bir taç gönderilmişti. Kanuni’nin ordusunun ele geçirdiği işte bu taç idi. Bunu Zapolya’ya gönderdiler. Birçok yönüyle beraber, bir de bu tarihi taç meselesi meydana çıkınca Viyana
Kuşatması’na en çok sevinenin kim olduğu bellidir.


Şehzadelerin Sünnetleri

Viyana muhasarasının başarısızlığı kolay unutulur cinsten değildi. Pâdişâhı hoşnut edecek, diğer kalelerin fetihleri önemli idi amma, olmaza alışık değildi Kanunî ve Viyana kuşatması başarılı olmamıştı. Bunun, gönlünde açtığı hüzün yarası kapanmıyordu. 1530 Haziranı biterken, Şehzade Mustafa, Mehmed ve Selim’in sünnet düğünleri düşünüldü. Üç şehzadenin üç hafta süren düğünleri tek kelimeyle muhteşem olmuştu. Osmanlı Devleti’nin ve Kânunî’nin ihtişamı sergileniyordu. Yerli yabancı bütün davetliler paha biçilmez hediyeleriyle cömertlik yarısına girmişlerdi. Düğünde her şey yarış biçiminde geçerken, Kâğıthane’de bir de at yarışı yapılıyor, böylece şenlikler bitiyordu. : Kanunî Sultan Süleyman gülümseyen yüzünü vezir-i âzamına çevirip, soruyor:

” — Senin hemşiremle evlenmen düğünü mü, yoksa oğullarımın sünnet düğünü mü daha güzeldir?”

İbrahim’in verdiği cevap şöyle olmuştur:

” — Benim düğünüm gibi bir düğün şimdiye kadar olmamıştır. Ve kolayca da olmayacaktır.”

Bu beklenmedik cevaptan biraz gücenen padişahın:

” — Neden?” diye sorması üzerine de, İbrahim Paşa şu zarif sözleri söylemiştir:
” — Sizin düğününüzde benim düğünümdeki kadar büyük davetli yoktu. Benim düğünüm zamanımızın Süleymanı olan Mekke ve Medine Padişahı’nın huzuru ile şeref kazanmıştır.”

Pâdişâh bu mehabetti övmeden sevinmiş ve vezir-i âzamına takdirlerini beyan etmiştir.”

Belli ki, Kanunî Vezir-i Âzam’a darılmayı, küsmeyi pek istememekte; birazcık gururunun okşanması ile hemen yatışmaktaydı.


Alman Seferi Beşinci Seferi Hümayun (25 Nisan 1532)

Kanunî Sultan Süleyman 200.000 kişilik muazzam ordusuyla Almanya üzerine giderken karşısında kendi sikletine uygun bir rakip görmek istiyordu. Hammer diyor ki:
“İbrahim Paşa’nın bir sözü vardır. Alemde sadece bir Allah olduğu gibi, dünyada da sadece bir imparator (Şehinşah)’dan fazla bulunmaması gerekir. Pâdişah-ı âzam olan Sultan Süleyman’ın karşısına çıkıp da ezilmeye lâyık biricik düşman olsa olsa Almanya’yı Türklere karşı tahrik eden Şarlken olabilirdi.”

Kanunî şimdi Avrupa’nın en büyüğü sayılan bu kralla kozunu paylaşmak için yollara düşmüştü. Fakat Şarlken’e hemen hemen bütün Avrupa asker ve para yardımı yaptığı halde, ordusunu sayı olarak olağanüstü arttırmış olmasına rağmen Kanunînin karşısına çıkmaya cesaret edememiş. “Kânunî’nin bu seferi düşman ordusunu değil, düşman ülkesini ezmekle ve Avusturyalılar’dan birçok kale fethiyle neticelenmiştir.”

Aynı senenin 3 Mayısında Edirne’ye hareket eden Pâdişâhı Temmuz’da Belgrad önlerinde görüyoruz. 21 Temmuz’da başlayan kale fetihleri 10 Ağustos’a kadar tam 17 kale alınmasıyla devam eder ve 8 gün sonra Güns Kalesi de teslim alınarak, sayı 18’i bulur.

Kanunî, karşısına çıkamayan Kral Ferdinand’a bir Nâme-i Hümâyun gönderir. Peçevî’nin “kâfir tarihlerinde yazılmış olduğuna göre” dediği, padişah mektubunu ondan alıyoruz.

“Bu kadar zamandır erlik taslarsın, merd-i meydanım dirsin. Şimdiye dek kaç oldu üzerine geliyorum ve mülküne dilediğim gibi tasarruf ediyorum, ne senden ne de karındaşından nâm-u nişan yok! Size saltanat ve erlik davası haramdır! Askerinden, hatta avretinden utanmaz mısın? Belki avrette gayret var, sende yoktur! Eğer er isen meydana gelesin! Hak-Teâlâ Hazretleri’nin takdiri ne ise yerine gelse gerek. Seninle saltanatı Beç sahrasında üleşelim, reaya fukarası dahî âsûde olsun! Yoksa meydanı aslandan hâli buldukça tilki gibi fırsatla av kapmayı erlik sayma! Bu sefer de meydana gelmezsen avretler gibi iğ ve çıkrık alup dahi padişahlık tacın urunmayasın ve erlik adım diline getirmiyesin!”

Bunca hakaret ihtiva eden mektup bile ünlü Şarlken ile kardeşi Ferdinand’ın kılını kıpırdatmamış, Yavuz’un Şah İsmail üzerinde görülen mektubunun tesiri, bunlarda görülememiştir:

“Kânunî’nin çarpışacak bir düşman ordusu bulamadığı için Avusturya’yı baştanbaşa bir kere daha tahrib ederek mevsim sonunda nihayet verdiği bu Alaman seferinin neticesini garb menbaları çarpıtarak, Kânunî’nin, Habsburg ordusuyla karşılaşmaktan koktuğu için kaçtığı şeklinde anlatmışlardır.”

Kânunî’nin gayesi bir meydan muharebesi olduğu halde, meydanı boş bulması canını sıkmıştı. Düşman, ancak kale müdafaalarıyla karşı koymaya çalışınca bütün kaleler de fethedilmiştir. Bir yanda muazzam ordusuyla Kanunî karşısına çıkacak kral ararken, öbür yanda Akıncılar şehirleri, kasabaları, köyleri hallaç pamuğuna çeviriyorlardı. Düşmanın bir tek övüncü olmuştu bu savaşta, o da şu:

Akıncı beylerinden bir ikisi şehid düşmüştü. Bunlardan Kasım Bey’in altın üzerine murassa tulgasını cenazesinden çıkarıp alabilmişler! İsmail Hami Danişmend, Hammer’in bu hâdiseyi anlatışını kınar ve şöyle der:

“— Yalnız bunları muvaffakiyet gibi göstermenin ve bilhassa Hammer’in yaptığı gibi bir kasabanın beş yüz kişilik bir Akıncı koluna karşı tek bir kişi tarafından müdafaa edilip Türk Akıncılarını çil yavrusu gibi dağıtmış ve perişan etmiş olduğu hakkında birtakım safsatalar kaydetmenin yalnız ilim zihniyetiyle değil, akıl ve mantıkla da hiçbir alâkası yoktur; bu gibi iddialar ancak kendilerini avutmak hissiyle izah edilebilir.”


Pîri Mehmed Paşa’nın Ölümü (13 Kasım 1532)


Kanunî onun ağırlığı altında rahat edemiyordu, bu derece yüksek bir şahsiyet idi. Yüklü bir aylığa bağlayarak emekliye ayırmış, o da Silivri’de çiftliğinde yaşıyordu. İstanbul’a ancak önemli zamanlarda geliyordu. Öldüğü zaman 66–67 yaşlarında idi. Pargalı İbrahim’in zehirlettiği rivayet edilir. Bu işin yardımcısı olarak verilen isim ise Edirne kadısı Molla Mehmed Efendi’dir.


Avusturya Elçisi (Ferdinand’ın Ezilişi)

Kanunî Alaman seferinde büyük avı yakalayamadan 21 Kasım 1532’de İstanbul’a dönmüştü. Avusturya anlamıştı ki Kanunî ile dost olmak, -en azından düşman olmamak- en akıllı yoldur. Sulh yapılması için elçiler gelir Ferdinand’dan. Önce Vezir-i Âzam İbrahim Paşa tarafından kabul edilen elçiler, burada adam akıllı terbiye edilirler. İbrahim Paşa, kralları ile Pâdişâh Kanunî arasındaki farkları anlatır. Nasıl davranmaları gerektiği hakkında, onlara tavsiyelerde bulunur; bu tavsiyeler ağırcadır amma, zayıf olanın katlanmaktan başka çaresi yoktur. İbrahim Paşa, Padişahını yüceltir de kendisini ihmal eder mi hiç?

“— Bu büyük devleti idare eden benim. Her ne yaparsam yapılmış olarak kalır. Çünkü bütün kudret benim elimdedir. Verdiğim verilmiş, reddettiğim reddedilmiştir. Savaş, barış, servet, kudret benim elimdedir.” Bunun üzerine Kornelyus (elçi) aldığı talimat uyarınca Ferdinand’ın, Pâdişâhı babası ve İbrahim Paşa’yı da kardeşi alarak selâmladığım söylemiştir.”

Avusturya ile sulh antlaşması 22 Haziran 1533’te imzalandı.

1- Kral Ferdinand pâdişâhı baba ve metbû bilecek, vezir-i azamla müsavi sayılıp ona kardeş diyebilecek.
2- Ferdinand Osmanlı ülkesine kendi arazisi gibi rivayet edecek. Pâdişâh Avusturya’yı ülkesi, halkını tebaası olarak bilecek;
3- Ferdinand Macaristan üzerindeki veraset iddialarından vazgeçecek;
4- Macar Kralı Jan Zapolya ile aralarında olacak mukaveleleri Osmanlı pâdişâhı görüp tasdik edecek, v.s.

Yapılan antlaşmada, kuvvetli bir hükümdarın âdilâne bir dünya nizâmı siyaseti var, mazlumu koruma arzusu var…

Eski Macar kraliçesi Maria’ya kocasından kalan malikâneye dokunulmaması, kadının rahatça yaşaması bile bir madde olarak metne geçirildi.

Bu antlaşmaya süre konmayıp “muvakkat değil daimîdir” denildi. Daha önceki pâdişâhlar gibi Kânunî’nin de yönü Batıya çevrili idi. Lâkin bir zamanlar daha ziyâde Kara-manoğulları’ndan köstek görüldüğü gibi İran’dan da hiç rahat nefes alınmamıştı. Şimdi yine İran, Padişahı huzursuz edecek davranışlarda bulunuyordu. Zaten bu İran köstek olmasaydı “Türk hamlesinin en aşağı Ren’de duracağı muhakkaktı. Hatta Papa’nın Şarlken’e gönderdiği bir kardinal, Avrupa Hıristiyanlığını Türk istilasından Tahmasb’m kurtardığını söylemiştir.”


İbrahim Paşa’nın İran Seferi

İran’ın canı tokat istemişse vurulur. Kanunî Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’yı gönderir. Ekim 1533. Bilâhare kendisi gidecektir.

İbrahim Paşa’nın pâdişâh gibi davrandığını anlatan tarihçiler onun çok önemli işler başardığım da yazarak hakkını teslim ederler: Aleyhine kullanılan en önemli yanlışı ise kullandığı bir tabirdir. “Serasker-i Sultan” İleride çekeceği cezada bunun da payı olduğu sanılıyor.

Önceki bahislerde geçtiği gibi, Çaldıran Meydan Savaşı’ndan sonra, ölen Şâh’ın yerine geçen oğlu Tahmasb Osmanlı Devleti’nin düşmanlarıyla dost olmaya çalışıyordu. Kânunî’nin beklediği samimi davranışı esirgiyordu. Bir yandan Haçlıları Osmanlı aleyhine birliğe teşviki, bir yandan Kânunî’ye karşı kuralsız hareketi (ki, görevi devralışının bildirilmeyişi gibi), İran’a karşı savaş açılmasını zaruri kılmıştı. Öncelik Batı’da olduğu için Şâh İsmail’in oğlu, Şah Birinci Tahmasb sırasını bekleyecekti. Batı’da yapılacaklar yapıldı, ordunun yönünü doğuya çevirme zamanı geldi.

Osmanlı’nın ayağı bir yerde sabitlenemiyor zaten. Eskiden, bir Bizans veya Sırpla Batı yakasında, bir Karamanoğlu’yla Anadolu’da çarpışılırdı. Şimdi, yani yarım asırdan fazla zamandır Doğu’da; İran’la barışık olununca Batı’da Macar’lar veya Avusturyalılarla savaşılır, onlarla sulh hâli temin edilince İran’la: Dolayısıyla, İstanbul Pâdişahı’nı özler. Paşalarını, beylerini özler…

İran Şâhı’nın kendi kendine hazırladığı savaş sebebi başka sebeplerle desteklenmişti. Bu sebep, iki ülkenin hudut boyunda bulunan Üçi Vâlisi’nin ihânetiydi. Bunlardan ikisi Safavîler’in Bağdat Valisi Zülfikâr Han’la Azerbaycan Vâlis Ulema Han, bunlar İran’a ihanet etmiş Osmanlı’ya sığınmış bulunuyordu. Buna karşılık “Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Bitlis Kürt Emiri Dördüncü Şeref Han’da metbuundan ayrılıp İran’a iltica etmişti.”

İşte bu anlatılan sebepler iki ülkeyi savaşa mecbur etti. İbrahim Paşa önder gönderildi, daha sonra da Padişah gidecek. Biz, Kânunî’nin Seferi’nden önce araya giren bir büyük adamla ilgili gelişmeleri aktarmayı, bilahare Kanuni’nin İran Seferi’ne dönmeyi münasip görüyoruz.


Barbaros Hayreddin Paşa’nın İstanbul’a Gelişi

Barbaros kardeşlerin hayatı bir destandır. Türk denizciliğinin en parlak yıldızları olan Barbaroslar Rodos korsanlarıyla çarpıştılar. İlyas-Reis şehit düştü. Bu çarpışmada Oruç Reis esir düşmüştü, onun esaretten kurtulmasından sonra, kardeşi Hızır Reis’le beraber şehitlerinin intikamını almak için çalıştılar. Tunus’un güneydoğusunda Cerbe Adası’nda üslendiler. Korsanlarla yapılan çarpışmalarda Oruç Reis de şehit düştü. Bu arada Cezayir’de hükümetleri kurulmuştu.

Hızır Reis yani Barbaros Hayreddin Cezayir’in devlet başkanı olarak kaldı. “Sultan” unvanını almış bulunan Barbaros Hayreddin, Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sulan Selim’e bir elçi gönderip, ülkesiyle beraber kendisine tabii olduğunu bildirmişti. (15 Mayıs 1519)

Kânunî’nin saltanatı 13 yaşına değmişti. Bilhassa, kara savaşlarında, dünyada önünde duracak bir güç yoktu. Barbaros Hayreddin’in deniz gücü bu kara gücüne destek olursa, bundan sonra hiçbir amiralin denizde Osmanlı Devleti’ne kafa tutma cesareti kalmayacaktı.

Barbaros Hayreddin Paşa muazzam donanmasının başında, 27 Aralık 1533 Cumartesi günü İstanbul’a geldi. Barbaros’un geliş sebebi: Alman İmparatoru Şarlken karada Kanunî ile başa çıkamazken, tarihin ender yetiştirdiği amirallerden birine sahip olmanın nimetini görüyordu. Andrea Dorya İmparatoru’nun emriyle İnebahtı, Pratros ve Koran Kaleleri’ni zaptetmişti. Kanunî Andrea Dorya ile başa çıkacak adamın Barbaros olduğunu biliyordu.

Sinan Çavuş’la bir “Hatt-ı Şerif” gönderdiği Barbaros’a: “.. İspanya’ya sefer murâdumdur; bir yarar âdemi yerine koyup gelesin; eğer muhafazaya yarar âdemin yoğ ise i’lâm edesün!” demişti. Barbaros, bir rivayete göre evlatlığı Hasan Ağa’yı, diğer rivayete göre Ramazan Çelebi adında bir kumandanını muhafız bırakıp, bir filo ile yola çıkmış ve yukarıda anılan zamanda İstanbul’a gelmişti.

Barbaros’un yolculuğu da verimli geçmişti. Mesina Boğazı açıklarında 18 gemilik bir düşman filosunu yaktıktan başka, Preveze Limanı’na sığındığını haber aldığı Andrea Dorya’nın peşine düşmüştü. Ünlü Amiral Barbaros’un geldiğini öğrenince sığınacak liman bulmakta zorlanmış ise de, Barbaros İstanbul’a, Padişah’ın huzuruna daha fazla geç kalmamak için rotasını çevirmişti.

Barbaros, gelişinin ertesi günü Padişah’ın huzuruna kabul edildi. (28 Aralık 1533) Dilimizde bir söz vardır ya, “Krallar gibi karşılandı” diye, olağanüstü rağbet görenlerin durumunu anlatmaya çalışırız Barbaros işte öyle karşılandı. Kânunî’ye getirdiği hediyeler bir ülke kıymetindeydi.

Altın kupalarla gümüş sürahiler taşıyan 200 seçme esir, altın torbaları taşıyan, muhtelif milletlere ait 30 asilzade (esir), ve altın ve gümüş ara torbalan taşıyan 200 genç köle. İntizam içinde resmigeçit yapan sadece bunlar değildi. Boyunları gerdanlıklı, omuzlarında sırmalı kumaşlar ile 200 çocuk esir, altın ve gümüş tepsiler taşıyan, muhtelif Avrupa milletlerinin en güzel kızları, kadınları, bunların sayısı da 200 idi. O zamanın en kıymetli kumaşlarını taşıyan 100 deve, Afrika hayvanlarından bir grup çeşitleme.

Barbaros Hayreddin Paşa’nın kahramanlığı, ganî gönüllülüğü yeter derecede sevilmesini sağlamışken, getirdiği hediyelerle ayrıca değer kazandı. Devlete bağladığı devletine, Padişah onu Beylerbeyi tâyin etti. Teveccühte çok cömert davranan Kanunî 6 Nisan’da Kaptan-ı Deryalığı da Barbaros’a vererek iki taraf için en hayırlı olan işi yaptı.

Bundan sonra, nice yıllar Barbaros Hayreddin Paşa’nın kahramanlıkları ulaşabildiği kulakların müjdeli sevinci olurken, paslı-yaşlı gönüller onunla bayram yapacak…


Altıncı Seferi Hümâyun

Kanunî, Haziran 1534’te İran üzerine gitmek için yola çıkar. Kabir ziyaretleriyle biraz vakit harcadığı için Tebriz’e ancak 27 Eylül’de gelebilir; halkın canlı tezahüratıyla karşılanır. Avusturya’da Ferdinand’ı ve Şarlken’i karşısında göremeyen Kanunî aynı kaderi burada da yaşar. Acem Şahı kayıplara karışır, tanınmış beş kumandanı ise padişaha iltica ederler.

Günler kışın, soğuğun ipini çekiyor, Ekim ayı bitiyor, askerler üşüyordu. Savaşsız telefat veriliyordu. Serasker Vezir-i Âzam İbrahim Paşa ile askeri düzeni sağlayacak olan Baş defterdar İskender Çelebi’nin arası açıktı. Bütün düzensizliklerin ve ölen askerlerin mesulü olarak görülen İskender Çelebi azledilir.

İskender Çelebi’nin esas işi nakliyatı en seri ve emin biçimde sağlamaktı. Hava şartlarının nakliyeyi zorlaştırması kulun kusuru sayılamazdı. İbrahim Paşa sevmediği bir adamdan kurtulmak uğruna, Pâdişâh nezdindeki itibarını kullanmayı denedi. Her insanın gaflet ânı olabileceği gibi, Kanunî de bir insandı ve gaflet anındaydı. Belki de Vezir-i Âzam İbrahim Paşa söz ustasıydı. Bir tek sözle İskender Çelebi azledildi. Peki! İskender Çelebi’den sonra yağmur mu kesildi, yollar mı düzeldi, yolculuk daha iyi mi geçmeye başladı? Hayır.

“Zor güç biraz ilerleyen asker Hemedanı geçip, kudemânın avrund dedikleri Elvend boğazlarına girdikleri zaman yollar hiç geçilmeyecek dereceyi buldu. Birçok eşya kayboldu; 100 top arabası yakılıp, bunların topları düşman eline geçmemesi için gömüldü.”


Bağdat’ın Fethi (31 Aralık 1534)

Daha nice müşküller yaşanarak yola devam edildi. Bağdad Muhafızı Teke’li Mehmed Paşa idi. Gelen Osmanlı Ordusu’yla savaşmaya ne niyeti vardı ne gücü. Maiyyetindeki askeri alarak kaçtı. Vezir-i Âzam İbrahim Paşa önden giderek, yağmaya meydan vermemek istedi.

Şehrin kapılarım kapatıp, anahtarlarını Padişaha gönderdi. Bağdad savaşsız fethedilmiş oluyordu; varsın olsun. Padişah fetih müjdesini getireni ihsanlara boğdu. O zaman geliri 300.000 akçe tutan İzvornik sancağı beyliğini müjdeciye verdi.

Vezir-i Âzam gençliğinden beri, bir sırdaş gibi tanıdığı Padişahı nasıl sevindireceğini biliyordu. Bağdad’a gelmekte olan Padişahı karşılamaya çıktı. İbrahim Paşa servetini artıracak meblağlara kavuştu, Padişah sevince garkoldu. İbrahim Paşa’dan başka pek çok kişi, mevkiine göre, Pâdişah’ın cömertliğinden nasipdâr oldular; yeni mansıplar kazandılar.

Bağdad’la ilgili bir şeyler söylemeli icâbetse de, şimdilik onu geçeceğiz. Dördüncü Murad’ın fethi münasebetiyle kısa bilgiler aktarmak niyetiyle ileriye bırakıyoruz. Fetih sonrası infaz edilen bir idam ile bu faslı kapatacağız.


İskender Çelebi

Vezir-i Âzam Pargalı İbrahim Paşa’nın içi kin doluydu. Aşırı derecede şan şöhret düşkünü olan İbrahim Paşa, bir fâni için Osmanlı Devleti’nin verebileceği her şeyi almıştı. Vezir-i Âzam, Rumeli Beylerbeyi ve Serasker… bu üç makam biraz sora dördüncüsünü kattı. Bağdac Seferi’nde çıkardığı emirleri duyururken “Ser-asker Sultan” emridir diye tellal bağırtıyordu. Baş-Deftertar İskender Çelebi ağır, vakar ve devlet terbiyesine sahip bir kişiydi. Çok tehlikeli bulduğu Serasker Sultan unvanını biraz hafifletmek istedi. “Ser-asker Hazretleri” denmesinin uygun düşeceğini hatırlattı.

Bir de, İskender Çelebi’nin Vezir-i Âzam’ı çileden çıkaracak başka yanları vardı zaten. Mâiyyetinde bulunan (kend malı olan ama) devlet hizmetine hazırladığı, Hammer’in deyimiyle “bir gençler fidanlığı vardı.” İbrahim Paşa malı mülki ve kaleleriyle, Pâdişâh nezdindeki itibariyle İskender Çelebi’yi kıskanıyordu Kendi sahip olduğu bütün itibarını, ikna kabiliyetini kullanarak İskender Çelebi için idam fermanım çıkarttı.


İskender Çelebi’nin İdamı (13 Mart 1535)

Pargalı İbrahim Vezir-i Âzamlığın tam tadına varabilmek için Baş-Defterdar İskender Çelebi’yi Bağdad’ın Atpazarı’nda yukarıdaki tarihte idam ettirdi. Çelebi’nin 6–7 bin kölesi saray kulları arasına, serveti de Pâdişâh hazinesine devredildi.

Bir Nisan’da Kanunî İkinci Azerbaycan Seferi’ne çıktı. 29 Mayıs 1535’te Almanya İmparatoru Şârlken Barboras’a karşı Tunus Seferi’ne çıktı. Barbaros Ağustos 1534’te İstanbul’dan hareket edip Akdeniz’i Türk hâkimiyetine sokacak faaliyetine başlamış, İtalya sahillerini kasıp kavuruyordu. Tunus fethedilmiş, Malta Şövalyeleri’nin idaresindeki Trablusgarb tehdit altına girmişti.

Barbaros’un fetihleri Avrupa’yı birlikte harekete mecbur bırakmış Almanya İmparatoru’nun bayrağı altında toplanan Alman, İtalyan, İspanyol, Portekiz, Belçika, Papalık ve Malta askerlerinden meydana gelen bir büyük Haçlı Ordusu hazırlanmıştı. Birleşik devletlerin donanması Andrea Dorya komutasındaydı. Bunca devletin sayısı belirsiz askerine karşı Barbaros’un 10–12 bin askeri vardı.

Ne yazık ki Barbaros’a Müslüman kardeşlerimiz ihanet etmiştir. İki tarafın askeri imkânı mukayese edilemeyecek kadar nispetsiz iken bir de Arap dindaşlarımız düşman tarafına geçince Halk-ul Vâd Kalesi epey mücadeleden sonra düşmanın eline geçmiştir. Bu kale “Tunus şehrinin anahtarı” durumundaydı.

Asıl Osmanlı Ordusu İran’da iken Barbaros çok az sayıda askerle yedi devlete karşı savaşıyordu. Düşman tarafı devamlı takviye alırken, Barbaros’un askeri devamlı azalıyor. Üstelik bir de dindaş ihanetiyle karşılaşılıyor. Barbaros Tunus şehrine girip canını kurtarmak istediğinde, buradaki Araplarla birleşen Hıristiyan ve bilhassa Avrupalı esirler buna mani oluyorlar. Tutunacak dal bulamayan Barbaros Tunus’u terkediyor…

Barbaros’un terkinden sonra Tunus’a giren İmparatorluk ordusu 30 bin kişiyi öldürüp, kadınlarına tecavüz etmiş, kütüphaneler yakılmış yani Tunus harap olmuştur.


Vezir-i Âzam İbrahim Paşa’nın İdamı

“Pargalı bir balıkçının bu dönme ve devşirme dölüne ” Osmanlı Cihan Devleti’nin padişahlık hariç her makamı verilmişti. Vezir-i Âzam, Serasker, Rumeli Beylerbeyi, bir de Padişah’ın eniştesi olmakla şereflenip “Dâmad-ı Şehriyâri” idi. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, son İran seferinde, o zamana kadar hiç duyulmamış bir unvan icat ederek kendisine “Serasker Sultan” demişti: Bunca yükseklere uçarken kendisine kanat olan Kanuni’nin hangi gazabına uğrayıp da canından olmuş bir bakalım.

“Padişahı kızdıran davranışlarından biri, sefer sırasında askerin kışa yakalanmasına meydan vermiş olması idi. Başka bir suçu da Defterdar İskender Çelebi’yi astırması. Meğer saadetlü pâdişâh, İstanbul’dan ayrılmak üzere iken seraskere ‘İskender Çelebi tecrübeli ve becerikli bir adamdır. Onun düşüncelerine karşı çıkma’ diye tembih etmiş imiş. Ayrıca İbrahim Paşa’nın askerin kışa yakalanması sorumluluğunu İskender Çelebi’ye yüklemesi, ama sonradan onun bu işte günahsız olduğunu Pâdişah’ın öğrenmesi ve bir de Adilcevaz ile bir iki kalenin alınması gibi önemsiz bir kazanç karşılığı olarak, askerin boş yere bu kadar sıkıntıya sokulmuş olması Pâdişâh tarafından beğenilmeyen işlerindendi.”

İbrahim Paşa’nın, önceleri iyi davrandığı insanlara karşı sonradan kötü olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’e saygısını iyice yitirdiği de söylenir.
Ganimet mallarından olan birkaç heykeli sarayının önüne diktirmesi hicvedilmesine vesile olmuştu:


Bir Halil gelmiş idi putları etmişti şikest
Sen Halil’im şimdi geldin kıldın halkı putperest


Burada, Paşa Halil İbrahim olarak anılırken, birinci mısradaki Halil, İbrahim Peygamberdir.

Padişahın yerine göz koyduğu dahî rivayetler arasındadır. Hammer İbrahim Paşa’nın aleyhine gelişen bütün hadisleri sıraladıktan sonra, der ki: Belki de tarihin aydınlatamadığı başka sebeplerin de katılması ile Kanunî Sultan Süleyman’a onu ortadan kaldırmak düşüncesini telkin eylemişti.”

Padişahla devamlı görüşen, gecenin ileri saatlerine kadar sarayda kalan, hatta bazan sarayda yatan enişte İbrahim, yine bir gün, gelir: Yenir, içilir tatlı muhabbetle gönülleri açılır. Vaktin nasıl geçtiği belli olmaz. Amma çok geç olmuştur. Pâdişah’ın da, vezirin de uykuları gelmiştir. Paşa, “Padişahın odasına bitişik olduğu söylenen hâbgâhına çekilip câmehabına girerek izzetu ikbâl içinde derin ve emin bir uykuya dalmıştır.” Cellât Kara Ali; Paşa’nın ölümüne yardımcı olarak, onun bir daha uyanmamasını sağlamıştır. O zaman Paşa’nın kırk bir yaşında olduğu sanılıyor.

İbrahim Paşa’nın öldürülmesinden sonra ikinci vezir Ayaş Mehmed Paşa Ve-zir-i Âzam olur. Arnavut olması tabiî ki suç sayılamaz amma; Türk Devleti’nin Sadrâzamı bulunurken Arnavutluk için gayret sarf etmesi sicilini lekeler. Paşa’nın zenperest olduğu da ayrı bir eksisidir.

İsmail Hami Danişmend’in kronolojisi Ayaş Paşa’dan hiç iyi bahsetmez.

“Yeni vezir-i âzam pek silik ve sönük bir şahsiyettir ve hatta hiçbir şahsiyet sahibi değildir; tarihte siyasi rolünden ziyade çapkınlığıyla iz bırakmıştır!”

Üstad, Osmanzâde Taib’den ve Peçevî’den alıntılarla yeni Vezir-i Âzam’ın ahlâkî düşüklüklerine örnekler verdikten sonra yine, ahlâkî yönü için bir cümle kullanır ki, çarpıcıdır: “Sarayında kırk beşik sallanmak vâkî olmuş idi.”

İbrahim Paşa’yı aratacağa benzer Avlonyalı Ayaş Paşa.


Fransa’ya Verilen Kapitülasyon Meselesi (18 Şubat 1536)

İsmail Hami Danişmend’in izahına göre: Kanunî ile Birinci Fransuva arasında akdedilen bu mesele, galibin mağluba, büyük devletin küçük devlete, muazzam bir devletin aç, zayıf ve muhtaç bir devlete tanıdığı bazı imkânlar, demektir. Fransa gibi ehemmiyetsiz ve zayıf bir Hıristiyan devletiyle yapılmış iki taraflı bir ticaret anlaşması değildir.

Preveze Deniz Savaşı (28 Eylül 1538)

Türk tarihinin en parlak sayfalarından birini Barbaros’a borçluyuz: Osmanlı Pâdişahları’nı anlatırken, Yavuz devrinde çok az anarak geçtiğimiz bu büyük denizciyi Kanunî devrinde de anmadan, hele de muhteşem Preveze Zaferi’ni özetlemeden geçersek büyük bir hata yapmış oluruz. Barbaros ve Andrea Dorya cihanın iki muhteşem amirali; biri Hilâl diğeri Haç için, veya ikisi de ait oldukları devletler için suları mesken edinmişler, denizlerde en büyük olma yarışındalar. Bu yarışın şimdiki başlama noktası, mücadele alanı Preveze’dir.

Preveze Savaşı’nı Barbaros Hayreddin Paşa’nın hatıralarından istifâde ederek anlatmaya çalışacağız. Paşa’nın iki ciltlik hatıralarının birinci cildine başlarken, bu savaşın nasıl yapıldığını anlatan bölümü şöyle:


“Sultan Süleyman’ın Fermanı”

“Ve bundan sonra, sultan-ül azam ve melik-ül muazzam, ümmetlerin metbûu, adalet ve ihsanın koruyucusu Osman Han’ın oğlu Orhan Han’ın oğlu Murad Hân’ın oğlu Mehmet Hân’ın oğlu Bâyezid Hân’ın oğlu Selim Hân’ın oğlu, es-Sultan İbn-is Sultan Süleyman Hân Hazretleri -Allah onun mülkünü zamanın ve devrânın nihayetine kadar devamlı kılsın, âmin yâ Rabbel âlemin- bir gün ferman buyurdular ki:”

Kimsin, necisin, neler yaptın? Yaz ki bilelim. Yazdığın “eskiden yazılmış tarihlerin yanında, Hazine-i Âmire’mde bulunsun.” Böyle demiş Kanunî. Barbaros da Seyyid Murâdî adlı bir yiğide hatıralarını dikte ettirmiş. Şimdi o hatıralardan Preveze’yle ilgili kısa bir bölüm alarak muhterem büyüğümüze dualar edeceğiz. Ve göreceğiz ki; şanlı denizcimiz dünyanın en namlı deniz muharebelerinden sayılan Preveze’yi nasıl tevazu içerisinde anlatmış! Kazandığı zaferde kendisine çıkardığı pay nedir? Hangi haleti ruhiye ile başlamış, neler düşünerek savaşmış, bu zaferin sonrasında ne yapmış?


“Seherde Gördüğüm Rüya

O gece:
— Allahım, İslâmı kâfirler üzerine kuvvetli kıl! İslâm’a nusret ihsan eyle! diye sabaha kadar tazarru ve niyaz eyledim. Seher vaktinde uyku ile uyanıklık arasında şunu gördüm:

Yattığımız limanın yalı kenarında sanki karada birçok ufacık serdin balığı çıkmış. Amma ol ufacık serdin balıklarının içinde iki tane karnıyarık balık vardı. Bunları seyreder dururken, bir şahıs bir al ata binmiş doludizgin yanıma geldi, atın başını çekip durdu. Bir peştemal dolusu ufacık balığı elime verip: Al bunu ya Hayreddin! Halife-i ruy-i zemin olan şevketlü Sultan Süleyman’a peşkeş ver, dedi. Sonra çıkarıp elime bir rik’a vererek kayboldu. Ben de rik’ayı açıp baktım. Gördüm ki, beyaz kâğıt üzerine yeşil hat ile -Nasrun min Allahi ve fethun karîb ve beşşiril mü’minîne yâ Muhammed- deyu yazılmış. Bunu okuyup yüzüme gözüme sürdüm.

— Sana hamd ve şükürler olsun ya Rabbi!” diyerek uykudan uyandım. Rüyayı kendim tabir ettim:

—İnşallah ol ufacık balıklar kâfir donanmasının firkateleri ve sandallarıdır. Erzak ve ganimetlerle İslâm askerinin tok doyum olacağına işarettir. Karnı yarık balıklar ise kâfirlerin kadırgalarıdır. Gâib bilinmez amma, içinde olan kâfirleri firar etmiş olmalı. Padişah-ı âlem-penah hazretlerine peşkeş ver dediği peştemal dolusu ufacık balık, inşallah, yakında Boğdan’ın fetih haberi geleceğine işarettir. Çünkü şimdilerde Pâdişah-ı âlem-penah Boğdan üzerine gitmiştir. İçinde nusret âyetleri yazılı olan rik’a ise, inşallah, Allah’ın yardımı, Peygamber’in mucizesi, enbiyaların himmeti ile düşmana mansur ve muzaffer olmamıza işarettir diyerek hamd ü senalar ettim.

Baktım ki nusret rüzgârı içerden dönmeye başladı. O zaman:
— ‘Bismillah, tevekkeltü alellah, niyyeti gaza, kasdı kâfir! diyerek mübarek bir saatte salpa eyleyip, bâdbanları döküp, pupa rüzgârla fecir vaktinde seksen pare gemi olmak üzere kâfir donanmasının üzerine hücum ettim.


Preveze Savaşı’nın Başlaması

Kâfir donanmasının ise o gece üzerine bir pus çöktü ki birbirlerini görmez oldular. Benim limandan çıkacağımı ise hiç zannetmiyorlardı.

“— Barbaroşo bizden korktu, gayri limandan taşra çıkmaz.” derlerdi.

Zira kâfirler gelip oraya lengerendâz olalı üç gün olmuştu. Bizden bir hareket görmediklerinden böyle kanaat getirmişlerdi. Amma, düşman düşman halinden bilmez, demişler. Bizim yattığımız Preveze Limanı’ndan öyle olur olmaz rüzgâr ile çıkılmaz idi. O sebepten çıkışı rüzgârın içerden eseceği bir mübarek saate tehir etmiş idim.
Seksen pârelik donanmamı üç bölük ettim.

Tenbih ettim

— Bizim gemi alayı kâfirin alayına karşı olsun. Bizim firkate alayı kâfirin firkate alayına, kalite alayı kâfirin kalite alayına mukabil olsun!

Böylece taksim edip at başı beraber İslâm donanması kâfir donanmasının üzerine gitmekte olduk.

Amma kâfirler karanlık pusun içinde, emir üzerinde kendi havalarında yatırlar idi.

Bizi ardımızdan sürüp oraya getiren nusret rüzgârı, varıp kâfir donanmasının üzerindeki pusu da dağıttı.

Kâfirler gördüler ki İslâm donanması üzerlerine bindirip varır. O zaman kâfirlerin içinde, bir ana baba günü bir şaşkınlık, bir rubulya koptu ki, demek olmaz!
Daha alaca karanlık olduğundan demirlerini kesip birbirlerinin üzerlerine düşüp, kâfir donanmasıyla Müslüman donanması karmakarışık oldular.
Otuz altı pare geminin önünde olarak, forsa sancaklarım dikip foralabanda arslanlar gibi yollu yolunca ateşlerimizi saçarak cenge giriştik.
Kalite alayımız kâfirlerin kalitelerini allak bullak edip kimini alıp, kimini batırmakta, kimisini ise kâfirler bırakıp kaçmakta idiler. Firkate alayı dahi, kâfir firkatelerinin kimini alıp, kimini baştankara edip, kimini dahi koğup gitmekte idiler.

Elhâsıl kâfir donanması münhezim olup, asâkir-i İslâm mansur ve muzaffer oldu.

Kâfir gemilerinden sekiz paresi kuru tekne olarak on beş tanesi alındı, yedisi batırıldı. Kâfir kalitelerinden yedisi cenk ederek, ikisi içindekilerin bırakıp kaçmasıyla dokuz kalite alındı. Kâfir firkatelerinden on iki pare firkate alındı. Netice-i kelâm kâfirlerin yüz yirmi pare donanmayı menhûselerinden otuz altı adet tekne alındı, kalanı firar edip gittiler. Firkateler ve sandallar deryanın yüzünden kâfirleri devşirdiler, kimisi de boğulup cehenneme gitti. İkibin yüz yetmişbeş kâfir esir alındı.


Büyük ziyafet verdim

Aktarmaları getirip limana koyduk, sonra kendimiz de selâmetle tekrar limana girip yattık. Sakatlarımızı onardık. Zira biz de salkım saçak olup, iler tutar yerimiz kalmamıştı.

Şehit olan gazilerin kimini deryaya kimini ise Preveze’ye defnettik.

Seksen pare gemideki gâzî askerlerden dört yüz şehit sekiz yüz yaralı vardı. Mecruhların yarasını hoşça sardık.

Bu büyük gazanın şükrü için yüzümü secdeye koyup hamd ü senalar eyledim. Sabah olunca kaptanlara ve gazilere büyük ziyafet verdim. Yeyip içip şenlik, şâdımanlık ettiler.

Bizler bu sürür ve sevinç içinde iken Boğdan’m fethi müjdesiyle Kapıcıbaşı geldi. Kapıcıbaşı’yı ihtiyaçtan beri edip başım göğe erdirdim.

Kaptanlara ve Kapıcıbaşı’ya gördüğüm rüyayı ve nasıl aynen çıktığım anlattım. Şevketlü Sultan Süleyman Han, Kapıcıbaşı ile gönderdiği hatt-ı Hümâyunda buyurmuş ki:
“Sensin ki Lalam Hayreddin Paşa. Derya gazan mübarek olsun. Kış mevsimi yakındır. Gayri ayak ayak Âsitâne’ye gelmeye acele edesin. Burada rahat ve istirahatında olasın.”

Üçüncü gün Kapıcıbaşı’yı geri gönderdim. Çengin ahvalini ve sair haberleri de yazıp eline verdim. Pâdişâh hazretlerine bildirdim. Kendim ise Preveze Limanı’nda yirmi gün miktarı eğlenip, kâfirden aldığım aktarmaları donattım. Onlarla beraber yüz pare tekne olduk.”

Barbaros’un, bir destanı özetlemesi olarak kabul edilecek anlatımını biraz zenginleştirelim diyoruz. Burada yine İsmail Hami Danişmend’den alıntı yapmadan geçemeyeceğiz.

“Askerinin maneviyatına fevkalâde ehemmiyet veren Barbaros bu sırada kendi amiral gemisinin iki yanına iri yazılı iki âyet astırmış ve bir rivayete göre de bir Kur’an yapraklarını denize serptirmiştir. Kâtip Çelebi büyük kahramanın bu tedbirini şöyle anlatır”:

“Derhâl pâşây-ı Gazi iki âyet yazup gemisinin iki tarafına bırakdıkda rüzgâr sakin olup barçalar hareketten kaldı. Kıssadan hisse budur ki serdâr olan namdarlar yalnız esbâb-ı cismaniyyeye itimad itmeyüp kaadir oldukları kadar esbab-ı rûhaniyyeye dahî riâyet ve itibâr eylemek lâzımdır.”

Bu işler yapıldıktan sonra rüzgârın kesilmesi Andrea Dorya’nın gemilerini hareketsiz bırakmış, uzaktan ateşlenen toplar, menzil dışı olduğu için Türk gemilerine yetişememiş, mermiler hep denize dökülmüştür. Ünlü Andea Dorya fenerlerini söndürüp karanlıkta kaçarken Barbaros dalga geçmiş, “ne güzel kahramanca fenerlerini öldürüyor” diye gülmüştür.

Preveze Zaferi Akdeniz’i Türk hâkimiyetine soktuğu için, çok büyük önem arzetmektedir. Barbaros kendi zaferim fazla büyütmese de Türk milleti takdirlerini ebediyen sürdürecektir.

Barbaros’un 18 Kasım’da çıktığı İtalya Seferi’ni Portekiz gemilerinden kurtardığı Türk ve Arap esirleri, Minorka Adası’nın merkezindeki Mahor Limanı’nı zaptını ve burada da birkaç yüz Türk esiri kurtardığını, şehrin bütün servetini zaptedip 5700 esir aldığını hatırlatıp geçeceğiz.
17 Mayıs 1537’de Kanunî Yedinci Seferi Hümâyuna çıkmış, 15 Eylül’de dönmüştür. Yine aynı yılda Barbaros’un Adalar Fütuhatı yer alır; yılsonunda Vertiza Zaferi kazanılır.

1538 ortasında Barbaros’un İkinci Adalar Seferi yapılır, Temmuzda sekizinci seferi Hümâyunla Kanunî Boğdan’a hareket eder. Seferler ve zaferlerle günler geçer, gider…


Hadım Süleyman Paşa’nın Hint Seferi (13 Haziran 1538)

Kanuni’nin Boğdan Seferi’ne geçmeden önce Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa’nın Hint Seferi’ne kısaca göz atmak lâzım. Hıristiyan dünyası, güçlü Osmanlı Devleti’nin yaptığı haklı savaşları ve bu savaşlarda uyguladığı o günün geçerli kuralını işine geldiği gibi yorumlar. Eğer onların çoğunun yazdığına bakılacak olsa bizim muzaffer pâdişâhlarımızın hepsi vampirdir. Kendileri tarafından o zamanlarda yapılanlar oldukça hafifletilerek bir de üzerine şartların mazereti makyajı çekildiği halde, beri tarafın yaptıkları bugünün dünya şartlarına göre değerlendirilir!

Amerika’nın keşfinde ora yerlilerinin başına gelenler dünyanın malûmudur. Bir avuç kılıç artığı, Papa tarafından, Hz. Âdem’le Hz. Havva nesline ait oldukları açıklandıktan sonra insandan sayılmıştı. Osmanlı Devleti’nin cihana adalet dağıttığı, mazlum milletlerin çığlıklarını susturmaya koştuğu zaman da o zaman (1492). İşte o yıllarda bir Portekizli “Vas-co de Gama” Hint yolunu keşfetti.

Şahsen hiç yaşamayan Hıristiyan devlet adamlarının bile birinci vazifesi dinlerini dünyaya hâkim kılmaktı. Papa bütün Hıristiyan devletlerine manen hükmediyordu. Hindistan Osmanlı İmparatorluğu’nun arkadan çevrilmesine yarayacak önemli bir yerdi. Alman İmparatoru Şarlken’in Şii İranla kurduğu dostlukta Hıristiyanlar adına ayrı bir avantaj. Eğer Kanuni biraz zayıf, iradesiz ve uysal kalırsa “Sünni” denen İslâm Şiiliğe teslim edilebilir. Venedikli casuslar Portekiz’in Hind politikası hakkında haber taşıyorlardı. Portekizliler Hindistan’ın Gücerat sahillerini işgale başladılar. Devlet’in “bedbaht” hükümdarı Bahadır Şah, İslâm halifesi olması sıfatıyla Kânunî’den yardım dileğinde bulundu. Hem millî hem de dinî bir vecibe idi. Kanunî derhal, Mısır Valisi Hadım Süleyman Paşa’ya buyurdu ki, Hint Seferi için donanma hazırlaya.
Bahadır Şah Hindistan’ın bir kısmına sahipti; altın ve cevahirden mürekkep 300 sandık (belki de 116 sandık) hazinesi vardı ve bunları Mısır’a göndermişti. Şah’ın oğlu Mahmud babasına ihanet edecek tiynetteydi. Portekizlilere kandı, babasının öldürülmesine sebep oldu, yerine kendi geçti. Bu hâdiseler cereyan ederken Mısır’daki hazine İstanbul’a getirtildi. Hindistan’ın büyük kısmı Timur ahfadından Bâbur Şah’ın oğlu Hümâyun’un elindeydi. Delhi’de bir Sultanlık vardı ve orası da Kanuni’den yardım istemekteydi.

Hadım Süleyman Paşa donanmayı hazırladı. Kızıldeniz’den Hint Denizi’ne hareket etti. Rivayete göre Barbaros da bu sefere iştirak etmişti. İki taraflı Türk donanmaları bekleneni vermiştir. Adalar deniziyle Akdeniz’in hâkimiyeti elde edilip, Kızıldeniz, Umman Denizi ve Hint Okyanusu Türk hâkimiyetine hazırlanır hale geldi. Aden’in zaptı da bu seferle oldu.

Sekizinci Seferi Hümâyun (8 Temmuz 1538) Boğdan

Küçük devletçiklerde mi akıl olmuyor, akıl olmadığı için mi küçük kalıyorlar? gibi bir soru herhalde pek münasip olmaz. Fakat şunu sıkça görüyor, Osmanlı Devleti’nin yanına konunca küçücük kalan bazı devlet yahut Prenslikler tekrar tekrar meydana çıkmaya ve dayak yemeye doymuyor.

Boğdan yani Maldova küçük bir Voyvodalık olduğu halde yerinde duramayıp bir zamanlar Fatih’i darıltmış, haraca bağlanmak suretiyle ipten dönmüştü. İkinci Bâyezid’le bile anlaşamadıydılar. Birkaç kale kaybıyla Bâyezid’in elinden sıyrılmıştılar. Kanunî Mohaç Seferi’nde iken düşmanla işbirliği yapmaktan çekinmemişlerdi ve çiçeği burnunda Voyvoda Rareş anlaşmaları ihlâl etme yarışına girmiştir. Bunların sonucu savaştır.

Sekiz Temmuzda İstanbul’dan hareket eden Kanunî Boğdan Beyliği’ne yeni düzen verdikten sonra 22 Eylül’de İstanbul’a dönüş yolculuğuna başladı. Tabii Padişahı zahmetlere sokan Petru Rareş firar etmişti. Onun yerine, kardeşi Etyen Lacuslu tayin edildi ve maiyetine 500 yeniçeri verildi. İki senede bir İstanbul’a gelip bağlılığını arz etmesi de hükme bağlandı.

1539’un 13 Temmuzunda Ayaş Paşa’nın ölümü üzerine Lütfi Paşa vezarete getirilir. Ayaş Paşa hakkında söylenecek hiç güzel söz bulamamıştık. Onun yerini alan Lütfi Paşa çok namlı biridir de devlette önemli olan nam değil icraattır.

Lütfi Paşa Tevarîhi Âli Osman’ın müellifidir. Kanunî Sultan Süleyman’ın hemşiresi Şah Sultan’la evlidir. Dâmad paşalardandır. Ön plana çıkan özellikleri ise şöyle sıralanıyor. İlmine çok mağrur, mutaassıp, sert, kaba v.s. Başına gelen olayda, bu özelliklerinin meydana getirdiği şahsiyeti bir numaralı mesuldür.

Vezir-i Âzam Lütfi Paşa, er ile yakalanan bir fahişeyi görülmedik usulde cezalandırır. (Avret yerini oydurur) Bu hadisenin üzerine Şah Sultan, paşa kocasına, yaptığı işin edepsizlik olduğunu söyler, Paşa, Sultan’ın:

“— Sen bir muânid ve zâlim-i edebsin” demesine sinirlenip aralarında kavga çıkınca, iş pâdişâha intikâl eder ve vezir-i âzam iyi bir dayak yedikten sonra, damatlıktan da vezir-i âzamlıktan da giderilir.

“Bu çirkin faciaların çok güzel bir cephesi de vardır: O da Kanunî Sultan Süleymanla muhterem hemşiresi Şah Sultan’ın insaniyet nâmına fahişelerin bile hukukunu müdâfaada almış oldukları müşterek tavırdır. Lütfi Paşa işte bu hukuku bilmediği, insanlık mefhumunun bütün insanlara şâmil olduğunu kabul etmediği için devrilmiş ve bir daha da doğrulamamıştır. Bu vaka üzerine ikinci vezirlikten vezir-i âzam olan Hadım Süleyman Paşa, büyük servetinin dillerde destan olmasıyla da meşhudur.” Merhum İsmail Hami Danişmend, Türk olmayan vezirlerin hatalarını hiç affetmez. Kronolojisinde uzun uzun Arnavud Lütfi Paşa’nın aleyhine yazar.


İstabul Seferi Dokuzuncu Seferi Hümayun (20 Haziran Pazartesi /1541)

“Kanunî Sultan Süleyman donanması Mağrip sahillerinden Kızıldeniz’e kadar Hıristiyanlara karşı Türk sancağını dalgalandırırken Habsburglarla ezeli kavgasını hal için hazırlıklara başladı. Ancak bu kavga Kanuni’nin ölümüne kadar sürecektir.”

“Kanunî daha önce Macaristan topraklarının bir kısmına Zapolya’yı kral olarak atamıştı. Macar topraklarının diğer parçasındaysa Avusturya Arşidükü Ferdinand hüküm sürüyordu. Zapolya hayli yaşlanmıştı. Kânunî’den gizlice, kendisinden sonra yerini alabilecek bir çocuğu olmadığı için, Ferdinand ile ölümü hâlinde kendine ait toprakların Avusturya topraklarına katılması maddesini de içeren bir andlaşma imzalamıştı.”

“Hâlbuki o topraklar aslında Osmanlı pâdişâhı Kânunî’ye aitti.”

Zapolya ölümüne yakın bir çocuğunun olduğunu öğrenir ve onun kral olarak tanınmasını vasiyet eder. Çocuğun doğumu veya doğmuş olduğu etrafa yayılınca, buna kimse inanmaz. Kanunî bir elçi gönderip araştırtır ve çocuğun Zapolya’dan olduğu kanaatine varılır (pek akıl alacak iş değil ya). Ferdinand öncEden yapılan andlaşmaya dayanarak harekete geçer. Budin çevresine kadar bazı kaleleri ele geçirir.

Kanunî, toprağını korumak zorunda kalır. Önce, vezir Sofu Mehmed ve Rumeli beylerbeyi Husrev Paşalan gönderir, bunlara yardımcı olarak da Tuna üzerinden Kasım Paşa ince donanmayla hareket eder. Kanunî daha sonra gelir. Budin önlerinde iken Kraliçe İsabelle, küçük çocuğu pâdişâha gönderir, pâdişâh çocuğu sever ve anasına, çocuğu alıp Erdel’e gitmesini, kral olacak yaşa gelince, Macar Krallığı’nı kendisine vereceğini bildiren bir ferman gönderir.

Krallar tayin edilen günlere, kitaplarla da olsa seyahate çıkmak ne güzel! “İstabur seferi-İstabur zaferi” denen bu savaşın adı, “askerin dört cepheden mürekkep bir murabba teşkil etmesinden hasıl olan müstahkem ordugahların etrafına hendekler kazıldıktan başka top ve nakliye arabalarından sıralar teşkil edilmek suretiyle tahkim edilmesinden geliyor.”

Çok kanlı geçen bu savaşta, Ferdinand’ın ordusu telef olmuş, bundan evvel iki defa Macaristan’ı fethetmiş olan Türk ordusu bu krallığı nihayet üçüncü defa olarak da düşman istilâsından kurtarmıştır.

“Bu vaziyet üzerine Mohaç muharebesinden evvelki Macar topraklan üç mıntıkaya ayrılmış ve netice itibariyle ortaya üç Macaristan çıkmış demektir:

1- Budin şehri merkez olmak üzere orta Macaristan bir Türk vilayeti hâline gelmiştir.
2- Şarkta Erdel: Transilvanya hanlığı Türk himaye ve hakimiyeti altında haraçgüzar bir prenslik vaziyetindedir.
3- Şimalde ve simaligarbide şerit gibi uzayan bir kısım arazi de Macaristan’ın Habsburg hakimiyetindeki kısmım teşkil etmiştir.” (İ.H.D.)

Kanunî Sultan Süleyman, Türk idari teşkilâtını kurması, Macaristan’ı huzura kavuşturması için Budin valiliğine üç tuğlu Süleyman Paşa’yı tayin etti. “Süleyman Paşa bir Macar mühtedisidir.”

Macaristan’da Türk adaleti tesis edilince oradaki Müslümanlar kadar Hıristiyanlar da rahata kavuştular, insanca yaşamanın güzelliklerini tattılar…
2 Eylül Cuma günü Kanunî Sultan Süleyman Budin’e girmiş, camiye çevrilen Meryem Ana Kilisesi’nde Ebussuud Efendi’nin imametiyle Cuma namazım kılmıştır.
Barbarosların sayesinde denizciliğin zirvesinde yaşıyoruz. Preveze’den sonra hep topraklarda dolaşıp ayağımızı hiç suya değdirmedik. Şimdi, biraz denize dönelim.


Hasan Ağa Şarlken’e Karşı

Şarlken’in Cezayir seferi veya Hasan Ağa’nın zaferi! Akdeniz’i namlı Andrea Dorya’ya dar eden Koca Babaros, kenara çekilmiş, vekili ve evlatlığı olan Hasan Ağa’yı Cezayir’i müdâfâya bırakmıştı. İspanya Kralı Şarlken Cezayir için çok büyük sayılacak bir kuvvetle yola çıkmıştı. Andrea Dorya kumandasındaki güçlü donanma ki; irili ufaklı, mevcudu beşyüz on adet gemi” , 12330 gemiciden başka 20000 piyade, İtalyan, İspanyol asilzadeleri, Malta Şövalyeleri ile beraber toplam 40000 kişiye yakın…
Düşman tarafı bu kadar kuvvetli bir donanma ve ordu ile gelirken, herhalde Cezayir’de Türklerin-Müslümanlann kökünü kazımak hayalindeydi! Cezayir’i mudâfâ edecek Hasan Ağa’nın imkânı çok sınırlıydı. Yapacağı en iyi iş, belki de, hemen teslim bayrağım çekmekti! Ama Hasan Ağa teslim teklifine dolambaçlı cevap verip, zaman kazanmaya çalışıyordu.

Düşman aman dinlemez, zayıf anı gözler ki kolay kazansın. Hemen karaya asker çıkarıp saldırıya geçtiler. Hasan Ağa’nın gücü kuvveti azdı ama azmi fazlaydı… Ve… “Bir süre önce bir murabıt (derviş) Müslümanların Tanrı yardımına nail olacaklarım haber vermişti”

Allah’ın yardımı geç kalmaz. Şiddetli bir fırtına başlar ki, gemilerden sahile yiyecek çıkarma imkânı bile bulamazlar. Fırtına günlerce sürer. Hıristiyanlar nasıl kaçacaklarım bilemezken, Barbaros da bir başka yerde, başka limanda havanın durulmasını bekliyordu. Bu sefer, mağrurların burnunun kırılmasına yaramıştı. Şarlken birçok asker zayiatı ve 160 da gemi kaybıyla kurtulduğuna sevinmiş. Çünkü herkesin can telaşına düştüğü fırtınalı gecede Hasan Ağa’nın baskını çok korkunç olmuş, esas asker zayiatını da o gece baskınında vermişler, binlerce ölü ve birçok esir… (23–24 Ekim gecesi)

Şarlken ve Andrea Dorya, canlarını kurtaracak sığmak bulup, fırtınanın dinmesini beklemişler. Cezayir’den kaçarken, şanlı İmparator Şarlken :”İmparator başındaki tacı denize atmış ve :

— Haydi git başımdan ey zavallı oyuncak! Bari benden daha talihli bir hükümdarın eline geç de onun başına kon!”
Bu sözler yalan da olsa güzel!


Peşte Zaferi (24 Kasım 1542)

Anlatılmadan geçilemeyecek bir zaferin tarihidir. Türk düşmanlıklarıyla meşhur olan Papa, İspanya Kralı Şarlken ve Kral Ferdinand. Üçünde de kuyruk acısı var, daha büyük acılar vererek olan Türk pâdişâhından intikam alma sevdasındalar.

Fransa ile Venedik hariç Avrupa’nın bütün devletlerinden Hıristiyanlık adına savaşacak asker toplamışlar. 100.000 kişilik bu orduyu Macaristan üzerine sevketmişler. Yeni Budin Beylerbeyi Bâli Bey’dir. Yahya Paşazade denen Bâli Bey, pek çok Bey’in, Paşanın da yardımlarını alır. Düşmanın 100.000 kişisine karşı Bâli Bey’in asker sayısı 8000’i bulur. On ikide bir!

Düşman tarafı on ikide bir nisbetindeki Türk askerine yenilmekten, onbinlerce telefat vermekten kurtulamamıştır. Bozulup darmadağın olan düşmanların peşine düşülmüş, kendisini selâmet sahiline atabilenler kurtulmuş, ama bu şanslılar galiba pek az imiş.

Kanunî zamanını bir kitap içinde bir bölümde vermek ne kadar müşkül iş imiş? Çok mühim hâdiselerin bir kısmını bile, başlıklar halinde takdime çalışıyoruz, yine de sayfalar uzayıp gidiyor. Bir yandan şanlı denizcimiz Barbaros Hayreddin Paşa’nın gazaları ki, hiç olmazsa birazcık, çok çok az değinmeden geçmek günah olur zannındayım!

Barbaros, İtalya sahillerinde rastladığı kaleleri tahrib ederek geziyor. Önce teslim teklif ediyor kumandana! Teslim olana ceza yok, kafa tutan pişman ediliyor sadece. Barbaros, Papalıkta Hıristiyanlığın payitahtı Roma’ya yakın Ostiya Limanı’na dayanmıştır. Roma’da müthiş bir panik ki, yanardağın fışkıracağı sezilmiş gibi! Rahipler, rahibeler, kadınlar, çocuklar.

— Barbaros geliyor! Vaveylaları arasında sığınaklara kaçışmaya başlamışlar. Amiral gemisinde bulunan Fransız sefiri, Barbaros’un Fransa’ya yardıma gitmesi için yalvarıp İtalya sahillerinden hemen ayrılmasına sebep olmuş. Çünkü Kanunî Fransa’yı himaye etmeye, başlan sıkıştığında yardımcı olmaya söz vermiş ve Barbaros’un donanması da bu amaçla yola çıkmıştı. İsmail Hami Danişmend’in nasıl esef ettiğine bakalım:

“— Büyük Türk amirali ırkının asırlardan beri sayıkladığı ‘Kızıl Elma’ya o kadar yaklaşmıştı ki, şanlı elini şöyle bir uzatsa koparıvermek işten bile değildi.” Barbaros, düşküne yardım etmenin daha insanî olacağı hesabiyle, Roma’yı da Vatikan’ı da hiç ka’le almadan, dümeni Marsilya’ya kırmış.

Fransız donanma kumandanı Barbaros’u merasimle karşılar. Nis’in (Niş) zaptı için beraber hareket edilecek. Hiç de ciddi bir hazırlıkları görülmez Fransızların. Hâlbuki Barbaros’la beraber gelen Fransız sefiri böyle olduğunu söylememişti. Nis’in iç kalesi muhasara edilirken, Barbaros’tan barut istemişler. Buna hayret eden Osmanlı amirali, Fransız amirali Dük Dankiyen’e:

“Ne güzel muharipler! Gemilerini şarap fıçılarıyla doldurup baruttan başka bir şeyi unutmuyorlar!” demiş ve yanındaki Fransız sefirine dönüp:

“İstanbul’da iken devletin büyük mikyasta hazırlandığını söylediğin zaman benimle eğleniyor muydun?’ diyerek azarlamış.”
Herşeye rağmen, Nis (Niş) 20 Ağustos’da teslim alınmıştır.


Onuncu Seferi Hümâyun (4 Eylül 1543) İstolni Begrad’ın Fethi

Almanlar “Stuhlveysenburg” diyor, biz Türkler İstolni Belgrad. İlkbaharda çıkılan eserde birçok kale alınarak buraya kadar gelindi. Kanunî Sultan Süleyman’ın bizzat iştirak ettiği onuncu yolculuktu. İstolni Belgrad’a ancak sonbaharda yetişildi.

Fethine çalışılacak yerin önemi Macarlar açısından oldukça fazlaydı. Çünkü: “Macaristan krallarının takdis ve defin mahalli” idi burası.

Kale kuşatması başlamadan önce Padişah, Sâhib Giray’ın oğlu Emin Sultan’ı, 5000 kişi ile düşman memleketlerini vurmak üzere akın gönderdi. Emin Sultan 1500 esir alarak döndü. Gran muhasarası daha önce yapılmış ve orada yaralanan Silistre Sancak-Beyi Sihr-mah ölmüştü, onun yerine Teke Sancak-Beyi Baltacı Mehmed tayin edildi. Bununla birlikte birçok kişinin görev yerinde değişiklik oldu.

Vezir Rüstem Paşa, Mehmed Paşa, Husrev Paşa Anadolu Beylerbeyi Ahmed Paşa ve Yeniçeri Ağası siper açtırdılar, daha sonra muhasara başladı. Sekiz günlük mücadeleyle kaleden gedik açılabildi; buradan yapılan yürüyüş neticeye yetmedi. Bir hafta kadar daha uğraşıldı ve kaleye hâkim olundu.
Kanunî kale muhafızı Varkoç’un, müdafaada gösterdiği sebatı takdir etmişti; bunu el öptürmeyle açığa vurdu. Budin valisinin kardeşi Ahmed İstolni Belgrad’ın Sancak-Beyliği’ne tâyin edildi; yanına gerekli yardımcılar bırakıldı.. (4 Eylül 1543)


Şehzade Mehmed’in ölümü (6 Kasım 1543)

Kanuni’nin, doğan sekiz oğlundan üçü çocuk yaşta ölmüş, hayatta beş oğlu kalmıştı. Yaşlan 28, 22, 19, 17 ve 13 olan bu şehzadelerin ikincisi Mehmed’tir. Babasının çok sevdiği veliaht tayin ettiği çok iyi yetişmiş bir şehzadedir, Manisa valisidir. Babası Macaristan’dan dönerken ölüm haberini almış, ne kadar üzüldüğünü Allah bilir! Ama Mehmed’ini ne kadar çok sevdiğini herkes biliyordu. Naşı’nın İstanbul’a getirilmesini emreder ve Kanunî, ilk ciğer acısının ne olduğunu anlar. Cenazesi Bâyezid Camii’nde pâdişâhın da iştirakiyle “Er kişi!” niyetine kılınır.

Pâdişâh bu sevgili oğlunun adına güzel bir cami ve yanına türbe yaptırır. Mimar Sinan’ın ilk büyük eseri sayılan Şehzade Camii için 150 yük akçe sarfedildiği anlatılır.
Kanunî Sultan Süleyman ilâhî kanunun önünde boyun eğer, ciğerparesinin acısını içine hapseder. Daha sonra, derecesi bundan da yüksek ızdıraplara, yürek yangınlarına hazırlanmıştır. Saltanatın parıltıları muazzam görünür bakanlara; içinde olan acaba bir mengene gibi mi görürdü. Kanunî yirmi altı yaşından beri yirmi üç senedir gazadan gâzâya koşarken ne kadar saltanat sürebilmiş, ne kadar hizmetkâr olmuştur milletine. Bir cihan devletinin idaresi ne kadar yıpratmıştır onu?

Kış ayları biraz durgun geçer. 1544 baharı gelince, tekrar gâzâ vaktidir. Pâdişâh bütün mesâisini yapılacak yeni akınlara harcamaya mecburdur. Macaristan’ın Avusturyalılardan temizlenme vaktidir: Budin Beylerbeyi Yahya Paşazade Mehmed Paşa maiyetindeki sancak beyleriyle beraber Vişegrad Kalesi’ni muhasara eder ve on gün içinde teslim alır. Sonra diğer kale ve şehirler sırasıyla fethedilir.


Kehle-i İkbâl

28 Kasım 1544’te Veziri-Âzam Süleyman Paşa azledilir, Damad Rüstem onun yerine geçer; bu Damad Paşa bir “hoş” hikâyenin kahramanıdır; geçmeyelim: Hadım Süleyman Paşa’nın azli için çeşitli sebepler sıralanır. Doksanı bulan yaşından dolayı dendiği gibi, “Hüsrev Paşa’yla yaptığı kavga, sarfettiği edepsiz sözler padişahın kulağına gitmiş de”…. Ondan, diyen de var. “Kavganın, pâdişâhın huzurunda cereyan ettiği” de söyleniyor. Bütün bunların arasında onun yerine geçen Paşa’nın tuzağına düştüğü iddiası da yabana atılır cinsten değil. Her neyse. Şimdi Rüstem Paşa Vezir-i Âzamdır. “Rüstem Paşa aslen Hırvattı. Mohaç seferinden sonra birinci silahtarlıktan imrahorluğu çıkmış, sonra Diyarbakır Beylerbeyliğine ve nihayet vezirliğe nail olmuştur. Savaştan başka bir şeyden anlamazdı. İlim ve edebiyata karşı ilgisiz idi. Şairleri de sevmezdi.”

Askerliği iyi, geri kalan her şeyi kötü gösterilen, üstelik Hırvat dönmesi olan Paşa çirkinliği ile de meşhurmuş. Hırvat, cahil, çirkin ama asker! Bizim Kânunî’nin kanununa göre, demek ki askerlik her şeyden fazla önemli imiş. Onu, sevgili kızı Mihrimah Sultan’la evlendirip, dâmad yapmaya karar vermiş. Bu hususta “Kânunî’nin aklını çelen Hurrem Sultan’dır” diyenler var: Her neyse padişahın kararı kulaktan kulağa yayılır “Hırvat Rüstem güzel Mihrimah Sultan’la evlenecekmiş! Bu adamın çirkinliği yetmiyor gibi bir de cüzzamlıdır. Sultanımıza yazık değil mi?” sesleri, Kânunî’nin duyacağı kadar yükselir. Baba yüreğidir! Devlete hizmeti geçiyor ve geçecek diye mükâfatlandırılan adam, mademki böyle hastadır, bu iş olmaz. Yine de bir, doktorlara sormayı dener. Doktorlar der ki: “Cüzzamlı vücutta kehle olmaz.” “Arayın bakalım” der Sultan Süleyman. Dâmad adayımız, herhalde bildiği duaları, üzerinden bit çıkması için okumaya başlamıştır.

Rüstem Paşa soyunur, vücûdu ve çamaşırları aranır ve bir adet bit bulunur. Bu bit, Rüstem’i bize enişte eder. Bu bit, Rüstem’in ikbâl merdiveni olur; ta sadârete kadar yükselmesine ve şu beyitin edebiyatımıza girmesine vesile olur.


“Olucak bir kişinin bahtı kavi talii yâr
Kehlesi dâhi mahallinde anun işe yarar”


Osmanlı İmparatorluğu sarayında rüşvet kapısını açanın da Rüstem Paşa olduğu iddia edilir. İsmail Hami Danişmend’den dinleyelim. “Herhalde Rüstem Paşa’nın, zararı kendi zamanından ziyâde kendi zamanından sonraki zamanlara şamil bir ahlâksızlık kapısı açmış olduğu muhakkaktır: Devşirmelerin devlet bünyesine soktukları fesat tohumlarından biri de işte budur. ‘Vâz-ı irtişa’ öldüğü zaman kaydedilen terekesi bilhassa vezâret-i uzmâ makamında temin etmiş olduğu efsanevî servet hakkında küçük bir fikir verebilecek mahiyettedir: Krallarla imparatorlardan bile resmen ve hatta muahede mucibince şahsî haraç alan ve Kanunî devrinde yıllarca vezareti uzmâ makamında bulunan bir devlet adamı için bu servetin mühim bir kısmını tabii görmek zarurîdir. Rüstem Paşa’nın ‘Muhellefat’ından en mühimleri şunlardır:
8000 yazma Kur’an – 130 murassa Kur’an – 5000 yazma Kur’an – 170 köle -2900 at -1160 deve – 80 000 tülbent – 780 000 altın – 5000 hilat – 1100 altın üsküf -2009 yük keçe – 2000 zırh – 600 gümüş eğer – 500 murassa altın eğer -130 çift altın üzengi – 860 murassa kılıç – 1500 gümüş tulga – 1000 gümüş şeşper – 33 kıymetli taş -1000 yük gümüş külçesi – Anadolu ve Rumeli’de 1000 çiftlik 476 değirmen v.s.”

Rüstem Paşa pek sevilen biri değil. Kanunî, devletini her şeyin üstünde tuttuğu için, onu ileri hedeflere taşıyacak devlet adamları arıyor, bu adamları bulunca, diğer kusurlarını görmezden geliyordu.


4 Temmuz Pazar 1546

Bu tarih her bakımdan çok önemlidir: Dostlarına kan ağlatan, düşmanlarına bayram sevinci yaşatan Büyük Barbaros’un mübarek hayatının noktalandığı gündür. Bu mübarek insan Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirdiği gibi, fethettiği memleketlere hükümdar olabilme imkânı bile var idi. Fakat o, padişahın maiyetinde Türk milletine ve İslâmiyet’e hizmeti şereflerin en yücesi sayarak, hayatını ve zaferlerini bu yola adamıştı. Daha önce hatıralarından Preveze Savaşı ile ilgili bir bölümü naklettiğimiz gibi yaparak, şanlı denizcimize dualar gönderelim:


Her kim Âl-i Osman’dan Dua Alırsa

Günlerden bir gün selâmetle pulya yakasına geçti. Orada av arayıp dolaşırken iki pare barçaya (yük taşımasında kullanılan büyük gemi) rast geldi. Allah’ın yardımı ile aman zaman denmeyip kapıp aldılar içlerinden yirmi dört bin altın çıktı. Beşte bir teknelerin hakkı çıktıktan sonra kalanı leventlere dağıtıldı. Alet edevat alanın oldu. Kalan kâfirleri esir edip barçaları ateşe vurdular. İslâm askeri öyle tok doyum oldu ki ancak olur.

Hepsi zengin oldular. Nasıl zengin olmayalar ki, Âl-i Osman’dan dua almışlardır. Her kim ki Âl-i Osman’dan dua alırsa şüphesiz tuttuğu iş kolay gelir. Zira onlar bir ulu ocaktır. Kim onlara yan bakarsa onun başı aşağı olur.”

Osmanlı Devleti’nin ihtişamım yansıtan bir sahneyi 1547 senesinin tek hatırası olarak aktaracağız. Türkiye’ye iltica eden Elkas Mirza’nm komik halleri de diyebiliriz bu anlatılana. Mirza’nm, Birinci Tahmasb’ın kardeşi olduğunu da bilerek, okuyalım: Mirza önünden geçenleri seyrederken:

“Her geçüp giden üzengi ağasın meselâ Arabacı ve Topçu ağalarının âyini asmâni üzre neferâtiyle zîb-ü-ziynet ile gördükte:

— Pâdişâh bu mudur? deyu ayağa kalkıp ta’zim ve takrim iderek inhînâ ile selâmlayıp sonraki yeniçeri ağası ve Mirâhûrlar ve derâkab Vüzerâi-zâm manzum oldu: Dehşet ve hayreti bir mertebeye irişdi ki saâdetlü pâdişâhı âlempenah Hazretleri devletle güzer ittiklerinde mebhût u ya’kıl olmuşdu.” (Korkudan şaşırmıştı)

Kânunî’nin Onbirinci Seferi Hümâyûnu İran üzerine olur. Tebriz işgal edilir ve 1547’nin 29 Tem-muz’unda İstanbul’dan çıkan pâdişâh, 1549 sonunda döner.


Şehzade Camii

Oğlunun ölüm acısına dayanamayan Kânunî’nin 1544’te Mimar Sinan’a başlattığı caminin inşaati tamamlandı. Bulunduğu semte adını veren cami Mimar Sinan’ın ilk büyük eseridir. Şehzade Mehmed’in türbesi de tarafındaki mezarlıktadır. Acıların tesellisi hayır eserleri, ibadethaneler oluyor. Kanunî, kendi adına bir cami yaptırma imkânı bulamayan babası içinde Sultan Selim Camii’ni yaptırmıştı.

Şehzade Camii ikmâl olduğunda Kanunî seferdeydi. 21 Aralık 1549’da “busene sekiz ay yirmi üç gün” süren İran Se-eri’nden döndü. Tebriz alınmış, Van Kalesi teslim olmuş Tortum Kalesi fethedilmişti. İstanbul’a vazifesini yaptığına inanarak dönen Pâdişâh, bir diğer taraf için bir şeyler olması gerektiğini de düşünüyordu.


Süleymaniye Camii’ne Başlanıyor (13 Haziran 1550)

Kanunî, babasının beklenmedik zamanda ölümünden sonra, oğlunun gencecik ruhunu teslim edişini düşününce, kendi vaktinin çoktan gelmiş olabileceğini fark etti. Ardı şanlı bir eserde -hem de dini bir eserde- adının yaşatılmasını uygun buldu. Elinde Sinan gibi bir mimar var iken istifade etmemek de olmazdı. Ve tahmini olarak kabul edilen yukarıdaki tarihle Süleymaniye Camii’nin temel atma merasimi yapıldı.


Turgut Reis’in Malta Seferi (14 Temmuz 1551)

Turgut Reis Menekşe’nin Taşıyan köyünden Veli adında bir çiftçinin oğlu, yani, öp-öz Türk çocuğu. Barbaros Hayreddin Paşa’nın en iyi talebelerinden biri. Doğum tarihi 1485.

Şanlı bir denizcidir Turgut Reis; şanının tanınmayışı hoşuna gitmiyor. Yunanistan’ın Batı sahilindeki kanlı eli Sancakbeyi iken, yakınından gene bir Venedik harb gemisi yelken indirip selâmlaması ve de hediye vermesi gerektiği halde bunu yapmadı. Derhal top atışına tutulan gemi batırıldı. Venedik’le sulh hali vardı; elçileri Turgut Reisi Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’ya şikâyet etti. Rüstem Paşa’nın kardeşi Sinan Paşa Kap-tan-ı Derya idi ve Turgut Reis ona rakip olma durumundaydı. Hırvat Rüstem Paşa, kardeşinin rakibini cezalandırmak niyetiyle İstanbul’a çağırdı. Âsi duruma düşmeyi göze alarak Vezir-i Âzam’ın sözünü dinlemedi.

Aradan iki sene geçmişti. Kanunî Turgut Reis’e bir Kur’ân-ı Kerîm bir altın kılıç gönderdi. Trablusgarb’ın fethini beklediğini, şayet fethi gerçekleştirirse, vâliliğinin kendisine verileceğini bildirdi. Trablus Seferi’nin birinci merhalesi olarak Malta akını başladı. Önce Malta bombardıman sonra Gazzo Adası yağma ve tahrip edildi.
Trablusgarb yolu bundan sonra açıldı. 1510 senesine kadar Tunus’daki “Beni Hafs” hanedanına ait bulunan Trablusgarb İspanyollar tarafından zapt edilmiş, o seneden beri Hıristiyanların elinde bulunuyordu. Turgut Reis Fransız, İtalya, İspanyol ve diğer bazı Hıristiyanlarla birtakım faslı Müslümanların savunduğu kaleyi üstün maharetiyle alıp Türk toprağı yapmıştır; ta ki 1911-1912 İtalyan işgaline kadar Osmanlı toprağı olarak 360 sene kalmıştır. Bugünkü hali malum.


Lippa’nın “Kalleşlikle Gelen” Düşüşü

Lippa Kalesi 22 Eylül’de alınmış, Ulama Paşa’ya emanet edilmişti. Sokullu Mehmed Paşa Timaşvar’ın fethi için yola çıktığında Lippa’yla ilgili endişesi yoktu. Düşman kuvvetler Timaşvarı kurtarmaya gelirlerken, Lippa’yı öne aldılar. Önce Lippa, dediler, sonra Timaşvar. Alman, İtalyan, İspanyol ve Macar askerinden meydana gelen 100 bin kişilik bir Haçlı Ordusu Castaldo komutasında Lippa’ya saldırdı.

Ulama Paşa’nın 1500-5000 arası gösterilen askeri, Castaldo’nun 100 bin askeriyle nasıl başa çıksın? Birkaç gün uğraşıp, bir miktar şehit verdikten sonra, teslim kararı alındı. Bu arada İmparatorluk ordusu şehrin yağmasına girişti. Henüz, oraya Müslümanlar yerleşmediği için büyük ordu, kurtaracağı dindaşlarını yağmaladı.
Ulama Paşa’nın dokuzuncu müdafaa gününde, Kardinal Martinuzzi’nin aracılığıyla anlaşma sağlandı; buna göre yirmi gün içinde hazırlanacak ve Türk askeri kaleyi boşaltacak. Bu günler devam ederken, Timaşvar kuşatmasını kaldırıp, çekip giden, Lippa’yı-Ulama Paşa’yı düşünmeyen Sokullu’nun halini anlamak zor.
Belirlenen gün gelince, Ulama Paşa kaleyi teslim etti, askerini alıp gidiyordu. Avusturyalılar, -maalesef- kalleşlik etti. Askerimizin imhasına kalkıştılar ve Ulama Paşa da şehit edildi. Bu insanlık dışı davranışa sebep olarak Kardinal’in adı öne çıkarılıyor.

Kardinal veya Castaldo, kim olursa olsun Türk askeri Hıristiyan Avrupa Birliği’nin kalleşliği ile mahvolmuştu. Elbette unutulacak bir hadise değildi. Normal savaş şartlarında geçerli olan ölme, öldürme kabul, zaten başka türlüsü olmaz, ama anlaşmaya kalleşlik bulaştırılması kötü.

Söylendiğine göre Kardinal bir Türk bir Avusturya tarafına göz kırpmış. Kardinalin sonu, kendi şatosunda, dindaşları tarafından hançerlenerek geldi.


Segedin Baskını (23/24 Şubat 1552)

Castaldo Lippa Kalesi’nde, yapılan anlaşmaya uymayıp, askerimizin perişanlığına sebep olmuştu ya, yine karşımıza çıktı. Segedin’de Misel Tot isimli kumandanını, 10 bin kişilik İtalyan ve İspanyol askerinin başında Segedin’e gönderdi. Sancakbeyi Mihaloğlu Hızır Bey gafil avlanmasına rağmen, fazla zayiat vermeden toparlandı.
Budin Beylerbeyi Hadım Ali Paşa, Semendire Sancakbeyi Rüstem Bey ve diğer kalelerden de yardım yetişti. Öyle bir savaştı ki Türk askerince düşman perişan edildi. Komutan Misel Tot ve ancak 20 asker canını kurtarabildi.

Ali Paşa kırk düşman sancağını ve zafere ait başka işaretleri İstanbul’a gönderdi. Pâdişâhtan Ali Paşa’ya hediyeler geldi.


Piri Reis’in Hürmüz Seferi (Nisan 1552)

En büyük denizcilerimizden sayılan Piri Reis, çizdiği harita ve yazdığı “Kitab-ı Bahriyye” adlı kitapla, farklı bir hizmete imza atmıştı. Gelibolu’da doğduğu ve fakat babasının Karamanlı olduğu, künyesinden anlaşılmaktadır. Stenza Deniz Savaşı’nda kahramanlığı görülen Kemal Reis, Piri Reis’in amcasıydı.
Osmanlı Devleti’nin bir Kaptan-ı Deryalığı’ndan başka, önemine binaen bir de Hint Kaptanlığı ihdas edilmişti. Piri Reis Hint kaptanıdır. Aden, Hadım Süleyman Paşa tarafından 1538’de zaptedilmiş, fakat yerli halkın Portekizlilerle birleşmesi sonucu elden çıkmıştı. Tekrar Türk Devleti tarafından zaptı Piri Reis eliyle oldu. (1548) Portekizliler Hürmüz Boğazı’na hâkim idiler. Ticaret ve askerlik bakımından bu boğazın önemi, Kanuni’ye, buranın alınması yönünde emir verdirdi. Piri Reis Hürmüz Kalesi’ni kuşatıp, tahrip etti. Kaleyi alamayınca halkı Frenklere yardım ettiği için şehri yağmalattı.

Piri Reis Basra’ya gelip vali Kubat Paşa’dan Hürmüz’ü alması için yardım istedi. Vali, Müslümanlara zulmedip mallarını aldığı gerekçesiyle yardım etmedi, ayrıca Piri Reis’i tutuklatıp elindeki malları almak istedi.

Piri Reis, Portekizliler’in Basra Körfezi’ni kapamaya çalıştıklarını duydu, esaret hayatını kabullenemediği gibi, bir de bu durumdan haberdar olunca üç kadırgayla denize açıldı. Yolda bir gemisi zayi oldu, elinde kalanlarla Mısır’a geldi.

Hürmüz de muvaffak olma şansı varken, kuşatmayı kaldırıp Basra’ya gelmesi rüşvet söylentilerine yol açtı. Valiyi dinlemeyip kaçışı İstanbul’a bildirildi. Bir âsi gibi yargılanan Piri Reis’in başı kesilip malları müsadere edildi. Bazen, böyle şeyler oluyor!!

Piri Reis’ten sonra Murad Reis Portekizlilerle mücadeleye başladı. Şiddetli çarpışmalar sonucu o da başarı sağlayamadı. Donanma Basra Körfezi’nde mağdur kaldı, gemilerden biri Portekizlilerce zaptolundu ve Murad Reis vazifeden alındı.


Timaşvar Fethi (26 Temmuz 1552)

Sokullu’nun azli üzerine ikinci vezir Ahmed Paşa Macaristan Serdarlığı’na getirildi. Sokullu Rumeli Beylerbeyi olarak Ahmed Paşa’nın maiyyetine verildi.

22 Nisan’da Edirne’den hareket eden Ahmed Paşa, 27 Haziran’da Timaşvar’a ulaştı. Kalenin komutanı, Lippa da Ulama Paşa’ya kalleşlik eden, kuralları hiçe sayarak Paşayı katleden adam Lozanci idi. Şimdi Ahmed Paşa’nın tazyikine dayanacak gücü yok, aynen Ulama Paşa gibi teslim olmak mecburiyetindedir. Serbestçe çekilmek ve gitmek istediğini söyleyince “tamam” dendi.

Askerin Lippa olayından ötürü Lazonçi’ye kini vardı. Rumeli Beylerbeyi ile Kasım Paşa bir taşkınlık ihtimaline karşı, muhafaza altında uzaklaştırmayı istedikleri Lazonçi’ye ulaşamayan asker onun hizmetkârını attan düşürdü. Gururlu, kibirli Lozançi buna bile dayanamayıp, “İşte Türkler’in ahdi! Silahlarımızı alalım; hiç olmazsa intikamsız mahvolmayalım” diye bağırdı.

Kendileri binlerce Türk askerini kumandanıyla beraber öldürürken ulanmayan Lazonçi, bir hizmetkârının attan indirilmesine böyle isyan etti. Bu kadarla da kalmayıp, Türklere hakaretler yağdırdı. “Azan bulur” denir ya, Lazonçi azmıştı. Lüzumsuz bir saygısızlıkla kahraman olmak istiyordu. Ahmet Paşa’nın barış adına yapacağı bir şey kalmamıştı.

Çılgınca savaşa girişen Lazonçi biraz zayiata yol açtıktan sonra kellesi kesilmek suretiyle durduruldu. Un ve pamukla doldurulan başı İstanbul’a gönderildi.
Timaşvar’dan sonra birçok kalenin zaptedilmesine sıra geldi. Banal mıntıkası tamamen ele geçirildi.

Bu cephelerdeki muvaffakiyetleri Fülek Zaferi, Salnok Fethi, Eğri kuşatması başlıklanyla verirsek, Eğri’den istenen alınamadığını da söylemeliyiz.

Eğri’ye saldıran Kanunî Sultan Süleyman’ın Başkumandanı ve ordusu güçlüydü. Lâkin düşman da çok inatçı ve yiğit idi. Kale komutanı Dö Bu Döraska, teslim olması istendiğinde, önce ihtarnameyi getiren askeri hapsedip, sonra da cevabını verdi. Cevap; iki mızrak arasına konmuş bir tabut idi ve manası, bu tabuta ya siz girersiniz ya biz! oluyordu. Türk kuşatması bir aydan fazla sürdüğü halde, amaç gerçekleşmemiş, mevsim de savaş için uygun olmayan günlere geldiğinden kuşatma kaldırılmıştır.


Fransa’nın Himaye İsteği (1 Şubat 1553)

Fransızlar Kanuni’nin merhametini keşfetmişti. Dünyanın efendisi Osmanlıların eteğine tutunmak, getirisi bol olan bir hareket tarzı idi ve bunu iyi becerenler rahat ediyordu. Donanmalarını bile rehin veriyorlar, Turgut Reis Fransa’yı himaye amacıyla Akdeniz’e açılıyor. Osmanlı Türk Devleti altın senelerini yaşıyordu; Kanunî, her şeyiyle zirveden aşağıları seyrediyordu. Oğlu Şehzade Mehmed’in acısı bile unutulmuştu. Amma, kaderin her hendeğin arkasında gizli sürprizleri vardı ve bunların kızıl mı, kara mı, ak mı olduğu tabii ki bilinmiyordu?


Onikinci Seferi Hümâyun (Nahcivan Seferi–28 Ağustos 1553)

Arada bir Şark’a doğru gidilmezse olmuyordu. Fatih gitmiş, Yavuz gitmiş Kanunî gitmişti; yine gidilecekti. “Nahcivan Seferi” Padişahın iştirak ettiği savaşların onikincisiydi bu sefer. 28 Ağustos 1553, Pazartesi günü Üsküdar’a geçildi.

Padişahlığın zor zenaat olduğunu en iyi bilenlerden biridir. Yaşının 59’a geldiğini, bunun 32 senesini padişah olarak, padişahlığının ‘sekiz sene 26 gününü’ savaşarak geçirdiğini de biliyordu. Kanunlarıyla ünlü olan padişah gönül kânunlarını da biliyordu. Velhasıl Sultan Süleyman çok şey biliyor; bazı şeyleri de hissediyordu!
Hürrem Sultan’a aşkla bağlı olan padişahın bu sevgili eşinin kurnazlığını bilmediği söylenemezdi. Hürrem Sultan’ın kendi doğurmadığı Şehzade Mustafa’yı bertaraf etmek, yerine oğlu Selim’i veliahd yapmak istediği de malûmdu: Dâmad Rüstem Paşa kaynanasından yana, Selim lehine çalışıyor. Asker ve kumandanlar Mustafa’yı istiyordu. Pâdişâhın üç seneyi geçkindir seferlere çıkmayışı, yerine paşaları gönderişi kocamışlığına yoruluyor, Şehzade Mustafa kışkırtılıyordu. Halk “Askerin başına güçlü kuvvetli bir Serdar lazımdır” diye söylenmeye başlamıştı. Şehzadeye “Babanız artık ihtiyarladı sefere kendisi çıkamayıp, yerine vezir-i âzamı gönderiyor. Nasıl olsa tahtı sana bırakacak, şimdiden varup Rüstem Paşa’nın başını kesip askerin önüne düşseniz, cümle asker sizi ister,’ didiler. ‘Koca pâdişâh dahi Dimetoka saraylarında, kalan ömrünü ibadeti taatla sarfeylesün! Sizden emniyette olduğunu bilirse safa içinde yaşar’ diye Şehzade Mustafa’ya akıl verenler olunca pek memnun olarak derneğe çıktı ve tuğ-u alemlerin dikti.”

Bu bir başkaldırmadır! Her şey Sultan Süleyman’ın kulağına gelmektedir. O da tedbirler almaktadır. Dışarıdaki halkın ve askerin Mustafa’yı çok seviyor olması, babasının yerini ancak onun doldurabilecek olması saraydaki aleyhdarları kadar kuvvetli değildi. Hürrem Sultan; kendi oğlunu pâdişâh yapmayı kafasına koymuş, zeki ve entrikayı beceren bir kadındır. Kızı Mihrimah, damadı Rüstem, pâdişâhla devamlı görüşebilen, Mustafa’yı gözden düşürücü haberlerle ortalığı karıştıran insanlardır. Kanunî, kanunsuz davranışlara tahammülü olmayan, devlette düzensizliği asla kabul edemeyen bir pâdişâhtır. Sultan Süleyman her acıya tahammül edebilir, lâkin devlet acısına hayır! Gelen haberler ise, bu yolda bir şeyler olduğunu gösteriyordu. Rüstem Paşa, “Şehzade Mustafa’nın İran Şahı Birinci Tahmasb’ın kızlarından biriyle evlenerek onunla işbirliği edeceğine dair birtakım sahte mektuplar tertip edip, ihanet vesikası olarak Sultan Süleyman’a göndermiş ve artık bu mülhik vaziyette pâdişâhın ‘bizzat seferi Hümâyuna teveccüh’ etmesinden başka çare kalmadığım arzetmiştir! Kanunî bu fena haberleri dinledikten sonra ve Rüstem Paşa’nın telhisini okuduktan sonra -Rüstem Paşa’nın elçisi- Şemsi Ağa’ya:

— Hâşâ ki Mustafa Hânum bu küstahlığa cüret ide ve benüm hayatumda böyle bir vaz’ı nâ-ma’kul irtikâb ide! Bazı müfsidler kendüler mail olduğu şehzadeye mülk münhasır olsun diyü bühtan iderler! Zinhar bu sözü bir dahi lisâna getürmeyün ve bu makûle mesâvîye vücud virmeyün!”

Görüldüğü gibi Kanuni’nin savaş meydanlarında yıpranan vücudunu dinlendirmesine imkânlar elvermez. Meydana çıkıp kendisini, sanıldığından sağlam ve dinç olarak göstermesi lâzım. Bu arada şehzadenin durumunu da yakından tetkik edebilir.

İsmail Hami Danişmend, Kânunî’nin bu seferini Şehzade Mustafa ekseninde uzunca anlatırken “İhtiyar bir babayı Nahcivan Seferi” bahanesiyle mümtaz oğlunun üzerine sevkeden âmiller işte bunlardır: -dedikten sonra- bütün suçu, Leh veya Rus olan Hürrem Sultan’la Hırvat Rüstem Paşa’ya yüklüyor.


Şehzade Mustafa’nın Boğdurulması

Konya Ereğlisi Aktepe mevkii Otağı Hümâyunla şenlenmiş, biraz sonra kopacak acı feryaddan habersiz askerler, daha sonra kazanacaklarım düşündükleri savaşın zafer sevincini yaşıyorlar, Padişah derin teessürünü zaptedebilmek için duygularını bastırmaya gayret ediyor; neler olacağını bilenler heyecandan titriyorlardı.
Amasya Valisi Şehzade Mustafa’ya ulak diye gönderilen süvariler yolda tozu dumana kattılar; bu haberciler, Şehzade Mustafa’ya, derhal ve bahanesiz huzuru Hümâyuna gelmesi hakkında Hünkar’m kesin emrini götürüyorlardı. Bir başka yoldan ve aynı süratle, ikinci vezir Ahmed Paşa’nın ulakları gidiyordu. Ahmed Paşa Şehzâde’ye babasından gelen emre uyması halinde alacağı mükâfatın ölüm olacağını bildiriyordu.

Şehzade hemen hemen aynı zamanda gelen iki haberi de öğrendi: Gençti; hayatı seviyordu, tahta geçip padişahlık yapmayı, hizmet etmeyi istiyordu; buna şartlanmıştı: İçindeki mücadele azmi pek şiddetli idi; nihayet müftüsünü çağırttı: “Namuslu olarak hayatını tehlikeye atmak, bir ihanet şüphesi altında yaşamaktan evlâ değil midir?” diye sordu.

Müftünün ak saçlı başı tasdik edici bir tarzda öne eğildi: “Temiz ve masum bir hayat, diye ciddiyetle cevap verdi, bütün dünyanın şehinşahlığından üstündür.”
Başka bir rivayete göre Şehzade’nin başına geleceklerden haberi yoktur; sefere çıkan babasının elini öpüp hayır duasını almaya gelmiştir. Babasının otağının karşısına kurulan çadırda heyecanla el öpme anını beklerken, vezirler gelip zamanın tamam olduğunu, Sultan Hazretleri’nin kendisini beklediğini bildirdiler. Şehzade Mustafa vezirlere hediyeler verdikten sonra çadırdan beraberce çıktılar. İki yanlı dizilmiş askerlerin alkışları ve dualarıyla sultanın otağına doğru yürüdüler. Yıllardır göremediği babasını görmek, belki de, saltanatı devralacağına dair güzel sözler işitme hayâlleri kurarak yürümesi gayet normaldi. “Fakat zavallı şehzade babasının otağına varınca karşısında padişah ile saray memurları yerine kendisini idama memur yedi dilsiz görünce dehşet içinde kaldı.”

“Dilsizler hemen üzerine atılıp boğmak istediler. Şehzade bunların elinden kurtulup babasının yanına doğru kaçarken saray hademelerinden Zal Mahmud Ağa arkasından yetişip, şehzadeyi altına alıp boğdu.”

Bu olayı çok dramatik biçimlerde anlatanlar eksik değil, öyle anlatılmaya da müsait olan baba oğul meselesini fazla karıştırmak istemiyoruz.

Şehzade Mustafa çok iyi yetişmiş; ilme ve ilim adamlarına saygılı ve “Muhlisi” mahlasıyla şiirler yazardı. Ayrıca yedi dilsizin elinden sıyrılacak kadar da güçlü kuvvetli idi. Birkaç sevmeyeni ki, ikbâlleri için sevmiyorlardı; bunları saymazsak herkes tarafından çok sevilir, dedesi Yavuz’a benzetilirdi.

Şehzade Mustafa’nın boğdurulması orduda olağanüstü üzüntü ve huzursuzluk meydana getirdi. Yeniçeriler ayaklanıp, bu cinayete sebep olanlardan hesap sorulmasını talep ettiler. Rüstem Paşa sadece “vezir-i âzamlık alameti olan altın mührü” teslim ederek kurtuldu. Bütün Osmanlı ve Hıristiyan tarihçileri bu acıklı olayın Haseki Hürrem Sultan’ın telkinleri üzere vukua getirildiğini belirtmekte birleşiyorlar. Bu katilde Rüstem Paşa Hürrem Sultan’a çok elverişli bir âlet rolü oynamıştır.”


Rif’at istersen eğer mihrî cihan ârâ gibi
Sür yüzün herdem yere eyle tenezzül mâ gibi
Her kaba yeldür değül baki bu nakşi rüzgâr
Fi mesel dünya misâli âlemi derya gibi
Süzeni mujganlarından geçmedi dil risdesi
Yolda kaldum ey Mesihâ Hazreti İsâ gibi
Pelevanî âlem olmuş kalbi istiğna ile
Tubi cari dehr elinde oynadur alma gibi
Katradan kemdür vücûdum Mustafâ emmâ aceb
Nazmedüp dürler döker tad’un senün derya gibi

Şehzade Mustafa


Rüstem Paşa’nın Hırvat dönmesi; Hürrem Sultan’ın da Rokselan adında bir Rus kızı iken saraya gelip, Pâdişâhın gönlünü kazandığı biliniyor. Hürrem Sultan’ın Şehzade Mustafa’nın üvey anası olduğu da belirtilmişti. Hürrem Sultan kendi öz oğlunun pâdişâh olmasını istiyordu, Kânunî’den sonra Selim pâdişâh oldu.
Şehzade Mustafa’nın ölümüne insanlar aşın derecede üzüldüler; dökülen gözyaşları, yazılan mersiyeler anlatmakla bitmez. Biz, sadece, Taşlıcalı Yahya’nın yazdığı, Kânunî’ye sitemle biten şiirinin son mısralarını alıyoruz:

Bunun gibi işi kim gördü kim işitti aceb
Ki oğluna kıya bir serveri Ömer meşreb


Şehzade Mustafa küçük kardeşi Cihangir tarafından da çok sevilirdi. Ağabeyinin arkasından fazla yaşamayan Cihangir gencecik yaşında ahirete göç eyledi.
Hayat dolu, neşeli, nüktedan ve şair olan 22 yaşındaki Cihangir, ağabeyinin katlinden sonra dünyaya ve hayata olan bütün sevgisini, bağlılığını yitirdi. Hastalandı, eridi, bitti…

Acısının ağırlığına boyun eğip gözlerini mahzunca yumdu Cihangir. Hüzünlü bir veda ile cihandan gitti Cihangir!

Koskoca bir devletin umuruyla omuzları çöken koca Kanunî, 39 yaşındaki Mustafa’sının acısıyla kavrulurken, bir de 22 yaşında Cihangir’in hayata vedasıyla ne yapabilirdi? Herhalde, kimse onun yerinde olmak istemezdi. O ise Kanunî Sultan Süleyman’dı! Dik durmak zorundaydı. Savaşmak zorundaydı, her şeyle, acıyla, düşmanla ve hainlerle. “Cihangir’in cenazesi on sene önce ölen büyük ağabeyi Mehmed’in Şehzade Camii’ndeki türbesine gömüldü. Daha sonra, bu şehzadenin adına bir cami, bir mektep, bir de tekkee yaptırılmış, o mahale de Cihangir ismi verilmiştir. (Tophane’nin üstündeki mahalle).

Kanunî Sultan Süleyman talih eseri olarak, babasının tek erkek evlâdı idi. Şehzadeliğine ne öldürülme ne de öldürmenin kahredici gölgesi düşmüştür: Tahtın tek vârisi olmanın hazzıyla asude bir gençlik yaşamıştı. Hiçbir telaşa lüzum olmayacak çağda, ecel Sultan Selim’i alınca, rahatça gidip saltanatına başlamıştı. Her şeyin en mükemmeline sahipti. Dünyanın en büyük, en güçlü devleti onundu: Değişik dil ve renkte, çok kalabalık bir tebaa sahibi idi. Ömrünün sarayda geçen zamanlarında, varlığı ruhuna hazlar dolduran bir Hürrem’i vardı: İşte bu Hürrem, onun en büyük huzurunun da, en derin acısının da kaynağı olarak zikredilir.

Hürrem Sultanı İslâm Ansiklopedisi’nde Tayyib Gökbilgin’in makalesinden biraz tanımaya çalışalım. Bizim, bazı tarihçilerin göklere çıkardığı, bazılarının yerin dibine batırdığı bu Hâtûn kimdir?

Milliyeti kesin olarak belli değil. Leh, İtalyan, Fransız diyenler varsa da Rus olduğu daha kuvvetle zannediliyor. Esir olarak Osmanlı sarayına geldiği ise malûm! Adı Rokselan. Daima şen, güler-yüzlü oluşundan dolayı, adını Hürrem olarak değiştirmişler. Zekâsı ve cazibesiyle Kânunî’nin gönlüne girmeyi başaran Rokselan Mustafa’nın anası olan Gülbahar Sultan’ın yerini almayı başarmış. Bu başarısında büyüden istifade ettiğini bile söyleyen (Busberg) var. “Hürrem Sultan’ın, padişahın ilk saltanat senelerinden itibaren, bütün muhabbet ve aşkını kendi üzerinde toplaması, sakin, mütevazı bir tabiatta bulunması ve padişahın karakterini en iyi bir şekilde tanıyarak, buna göre hareket etmesi sayesinde, zevcinin üzerinde mutlak bir hâkimiyet ve nüfuz te’sisine muvaffak olduğu muhakkaktır. Padişahla olan muhabbetlerini göstermesi bakımından, Mohaç harbi sırasında gönderdiği bir mektuptan bir satır alalım. ‘Benim Sultanım, can ve gönülden sevgili Şahım ve rûh-i revanim’ böyle başlayıp devam eden mektuplar, Sultan Süleyman’ın herhalde pek hoşuna gidiyordu.”

Uzun makaleden çıkan özet şu: Zekî ve ikna kabiliyeti yüksek olan Hürrem Sultan, dünyayı titreten koca Kânunî’ye, tesiri zaman içinde azar azar hissedilen zehir olmuş. Bu öyle tatlı bir zehir ki, öldürüşündeki zevk ölüm acısını tattırmıyor. Mustafa’nın öldürülmesi için sebepler de böyle ustalıkla hazırlanmıştı.

Kanuni’nin yüreği dünyadaki bütün insanlarınkinden daha fazla yanmıştır. Bunun aksi mümkün değil. Bu acıyı ancak savaşlarla uyutabilir! İran’a gitmek ister, gider, karşısına çıkmayan Şah’a mektup gönderir. “İmdi merdlük davasın idenlere nâmerdlükle zen gibi meydandan kaçup muhtefi olmak düşmez” der. Neticesi sulh olan teşebbüslerin yazdırdığı bir şiiri burada zikretmek lâzım. Bu şiirle İran’a savaş açma sebebi biraz anlaşılır. Ve Kânunî’nin şair yönünü görmüş oluruz:


Allah Allah diyelüm sancağ-ı şâhî çekelüm
Yürüyüp her yanadan şarka sipahi çekelüm
İki yerden kuşanalum yine gayret kuşağın
Bulaşup toz ile toprağa bu râhi çekelüm
Pâymâl eyleyelûm kişverini sûrh serün
Gözüne sürme diyû dûd-i siyahi çekelüm

Bize farz olmuş iken olmamız İslama zahir
Nice bir oturalum bunca günâhı çekelüm
Umarum rehber ola bize Ebu-Bekr u Ömer
Ey (Muhibbi) yürüyüp şarka sipahi çekelüm
Kanunî, evlâd acılarıyla yanmaya, Mustafa’nın taşları eritecek şiddetteki çığlıkları da kulaklarında uğuldaya dursun, Rumeli’de biri çıkar ortaya ve etrafına bir sürü insan toplar. “Birinci Mehmed ve İkinci Murad devirlerinde “Düzme” ve “Düzmece” gibi lâkaplar takılarak sahte gösterilmiş bir hakikî Şehzade Mustafa ile hakikaten sahte bir Mustafa ve bir de Küçük Mustafa gaileleri vardı: Bunlara benzer bir vak’a da bu sefer padişahın Nahcivan Seferi’nde zuhur etmiştir: Bu da bir nevi “Düzmece Mustafa” isyanıdır! Kânunî’nin Ereğli civarında boğdurtup yasını tuttuğu Mustafa’ya çok benzeyen bir Rumelili, benzetenlere, -Aman beni ele vermeyin; ben zaten başımı güç kurtardım. Her şeyin zamanı var!- diyerek Şehzade Mustafa olduğuna inandırdığı 10000 kişiyi etrafına toplamış. Bu Mustafa dengesiz bir tiptir. Etrafındaki insanlarla beraber zenginleri soyup, fukaraya dağıtmaya başlamış. Kanunî bunun haberini Nahcivan’dan dönerken almıştır.

Mustafa’nın İddiası Şudur:
“Hakiki Mustafa benim. Pâdişâhın öldürttüğü bana çok benzeyen biridir.” Kanunî bunları duyunca mutlaka “ah, keşke” demiştir. Baba yüreğidir ne de olsa. Amma, hiç evladını bilmez mi, bir yabancıyı Mustafası zannıyla öldürtmesi mümkün mü?

Bu hakiki Düzme Mustafa Rumeli’nde epeyce karışıldık çıkarttıktan sonra yakayı ele verip idam edildi. Bu idamın arkasından bir tek kişi bile ağlamadı.
Kanunî İran Seferi’ne, diye harekete geçmiş en kıymetli evlâdının idamından sonra acıyla vazifeyi birbirine karıştırmadan yola devam etmişti. Yol üzerinde Arpaçay ve Karabağ tahrip edildikten başka “Taht-ı Süleyman” adlı mevkide İranlılarla bir savaş yapıldı. Sonunda İranla sulha karar verildi ve Kanunî yuvasına döndü.

Sıradışı Bir Başlık: İstanbul’da Kahve!
Dünyada var Türkiye’de yok, olur mu böyle bir şey! Şam’da, Halep’te yaşayanlar höpürdeterek zevkini çıkarırken Dünya’nın Sultanı tadını bilmeyecek; bu fevkalade ayıp! Türkiye’ye -İstanbul’a-kahvenin 1555 senesinde geldiği, getirenlerin Halebli “Hakem” ve Şamlı “Şems” adlı iki kişi “Taht-el-kal’a” Tahtakale de birer kahvehane açtıkları söyleniyor. Kahve ve kahvehanelerle alâkalı meseleler milleti çok meşgul etmiş, hatta “İmamlar, müezzinler ve zerrâk sofular” kahvehanelerin cami cemaatini azalttığına dair şikâyette bulunmuşlar.



Süleymaniye Camii’nin Yapımı (1550–1557)
Kanunî devri çok uzun, çok dolu, çok ihtişamlı ve çok acılıdır. Uzun atlamalarla 1557 senesine geldiğimizde karşımıza, bütün zamanların şaheserlerinden biri dikildi. Üstünden atlanması mümkün değil. Çünkü bu, Süleymaniye Camîi’dir:
“Bir vakti şerif ve bir sâat-i said-ü lâtif de ol camîi münife temel uruldu!” Bu yazıdan başka, caminin başlama tarihini bildiren kesin belge yoktur.
Kanunî Sultan Süleyman dünyanın en iyi mimarına sahip olduğunu bildiği için, en mükemmel bir caminin de, adına yapılmasını düşünüyordu. Bir camî ki, yeryüzünde eşi menendi olmaya, banisi de ustası da dünya durdukça anıla. Uzun arayışlardan sonra “İstanbul’un yedi tepesinden biri cami yeri olarak tespit edildi. 1550 senesi Haziran’ında büyük bir merasimle temel atıldı. Caminin yapımıyla ilgili notlarında Koca Sinan, her şeyden evvel dört mermer sütun hakkında izahat veriyor:
“Evvelâ dört mermer sütun ki makam-ı Cihan Yârı Güzindir (4 büyük halife) Her biri bir serv-i ser- efraz-ı dindir (dini yükseltendir) her biri bir diyardan gelmişdür.”
Dört sütundan biri İstanbul Kıztaşı’ndan, biri İskenderiye’den, biri Baalbek’ten, biri de Sariye’den getirilmiştir: Diğerleri de cinslerine göre değişik yerlerden. Sinan bir büyük ustadır ki, çalışma usûlünü kimse anlayamaz. Yaptığı bazı hareketler saçma görünür. Bu işi bırakıp başka işlerle, başka yerlerde vakit harcadığı, caminin bitmeyeceği dedikoduları Sultanın kulağına kadar ulaşır. (Sene 1557).

Kanunî ata atladığı gibi inşaat mahalline geldi. Öfkesinden yerinde duramıyordu. Mimar Sinan’a bağırarak konuşmaya başladı.
— Niçin benüm camiim ile mukay-yed olmayıb mühim olmayan nesneler ile ta’tili evkaat eylersün? Ceddim Sultan Mehmet Han mimarı sana numune yetmez mi? didi ve:
— Bana bu bina ne zamanda tamam olur, tez haber vir! yoksa sen bilürsün! didiler. Çünki bu şiddetül hiddetle pâdişâhı Cihan penahda Kemâl-i gazabı gördüm, bu lisanıma bilâ tereddüt carî oldu ki:
— Saadetlû pâdişâhımızın devletinde iki ayda inşaallahu Teâlâ tamam olur! Tekrar suâl buyurduklarında ağalar dahi:
— Mimar Ağa Saadetlû pâdişâh ne buyururlar, işidir misin! Bu bina kaçan kapusu kapıya tamam olur?
Caminin işi o kadar çok ki, Mimar-başının “iki ayda tamamlanır demesini” yanlış söyledi veya korkudan aklım oynattı diye yorumluyorlar. O
— “İki ay tamam olunca bu binada tamam olur” diyor. Pâdişâh oradakileri şahit tutup:
— Mimar! Hele iki ay dolunca tamam olmasun senünle söyleşürüz! deyip öfkeyle saraya dönüyor.
Başta Sultan Süleyman olmak üzere herkesin kanaati, mimarın aklım oynattığı yolundadır. Kanunî tekrar adamlar gönderip, çağırtır mimarı.
— Mimar! Nice kavli kararında berkarar musun? diye sorar. Cevap aynı. İnşallah o günden iki ay dolunca anahtarları teslim edeceğim! Hiç kimsenin inanamadığı, ama Sinan’ın bildiği iş iki ay sonra biter. Pâdişâh ve maiyyeti gelirler, Sinan Ağa Pâdişâha anahtarları teslim eder. Pâdişâh sorar:
— Bu caminin kapışım açmaya en münasip kim ola? derlerki, pâdişahum Mimar Ağa bendeniz bir pir-i azizdür bu işe layıkdur.
— Bu bina eyledigün Beytullâhı sıdk ı safa ve dua ile yine sen açmak evlâdur” deyip, pâdişâh anahtarları Sinan’a verir. O da “Yâ Fettah! deyip kapıyı açar. Olmaz gibi görünen işi olduran Mimar Sinan padişahın sonsuz takdirlerine kavuşur. Süleymaniye Camii’nin etrafında değişik müesseseler de yer almaktadır. Bunlar, bir ilkokul derecesinde mektep, dört medrese, bir dar’ül hadis, bir dar’ül kırâe, bir tıp medresesi, bir dar’üş şifa, bir imaret, bir kervansaray, bir kütüphane, bir sebilhane, hamamlar ve bir de yabancılar için bir hastane. Böylece on iki burcu içine alan gök gibi, gözlere yücelik veren parlaklıkta bir şaheser İstanbul’un en büyük süslerinden olur.
Kanunî Sultan Süleyman, bütün yorgunluklarını ve acılarını bu muhteşem mabette ibadet ederek dindirmeye başladı. Yıpranmış sinirleri, kocamış vücudu, bu camide ilâhi bir huzura kavuşuyordu. (1557)
Huzuru uzun sürmedi ihtiyar Sultanın. Hürrem Sultan, onu bütün dertleriyle başbaşa bırakıp ebedî âleme göçtü. Gencecik bir esir olarak geldiği saraydan, 54 yaşında Haseki Sultan olarak ve arkasından imparatorluğun kaderini değiştiren kadın dedirtecek önemli meselelerin kahramanı unvanıyla tarihteki yerini aldı. (1558)
Kanunî artık dizinde dinleneceği Hürrem’inden de yoksundur. Hiçbir derdi kaldıracak hâli yoktur.
Evlâtlarından çocuk yaşta ölenleri çoktan unutmuştu. Mehmed’in delikanlı çağında ölüşüyle çok sarsılmıştı. Daha sonra saray partisinin tuzağından kurtulamayıp Şehzade Mustafa’mn boğdurulması; peşinden Cihangir’in ölümü. Bu Cihangir, pâdişâhı bir insanın dayanamıyacağı elemlere boğmuştu. Tatlı diliyle, güler yüzüyle teselli vermeyi beceren Hürrem de gidince, pâdişâh iyice bunaldı. Yeni seferlerin hazırlıkları, ilim ve sanat adamlarının sohbetleri, Süleymaniye Camîi’nde kılınan namazlarla duyulan huzur, kendini toparlamasına yardımcı oluyordu. Taa ki Bâyezid meselesi çıkana kadar. Hayatta kalan iki oğlu Selim ve Bayezîd idi.
Şehzadeler Kavgası (29 Mayıs 1559)
Her zaman olduğu gibi kardeşlerin taht arzusu etraftaki yarenlerce uyandırılır. Her ikisinin de isteyeni ve istemeyeni vardır. Selim 1524 doğumlu. 1559’da, 35 yaşında. Bâyezid 33 yaşında. Selim’in taraftarları arasında bir Lala Mustafa Paşa vardır ki, “bu Boşnak dönmesi” iki kardeşi birbirine düşürmede başrolü oynuyor. Hem öyle aşağılık bir rol ki, hiçbir tarafında mertlik dürüstlük bulunamaz. Esas arzusu Selim’i taht sahibi yapmaktır. Ya, aksi gerçekleşirse, diye tedbirli davranıp öbürünü de idare eder. Sonunda Bâyezid tuzağa düşen ve hayatı mahvolan şehzadedir; ama, sırf onun mahvıyla iş bitmez! Devamlı büyüye gelen devlet, Bâyezid’in elinde belki daha da büyüyecekti. Bâyezid iyi asker, iyi kumandan, iyi devlet adamı ve başka önemli vasıfları da bulunan, dedesi Yavuz’a benzetilen dirayetli bir şehzade iken, Selim’in adı “sarhoş, sefih” olarak duyulur olmuş. Devletten çok şahsî ikbalini düşünenler için, böylesi evlâdır. İşte bu Lala Mustafa, ileride, sayesinde büyük nimetlere kavuşacağı Selim için en şeytanî dolapları çevirmektedir.
İki kardeş, iki ayrı devlet gibi harb ederler. Bâyezid’in ordusu zayıftır. Yenilir. Kaçar; İran’a sığınır. Bütün bahtsız ve tahtsız şehzadeler aynı kaderi yaşıyorlar. Bu çok acıklı bir hikâyedir. Sonu, Şehzade Bâyezid’in öldürülmesiyle gelen elîm hadiseyi yürek sızlatan birbirlerine yazdıkları baba-oğulun hislerini, anlamaya çalışacağız. Bâyezid İran’a sığınmıştır; rahat değildir. İran’da hapistir. Hayatı İran lehine pazarlık konusudur. Daha önce isyanından pişmanlık duyduğunu bir mektupla babasına bildirip affını talep etmiş, cevap alamamıştı.
(Lala Mustafa marifetiyle) şimdi İran’dan yazıyor:
“Nideyim zayi edip tûl-i emelle nefesi,
Kalmadı zerre kadar dilde bu dünya hevesi,
Izdırabı ko ki, ey mürg-i revan, seyreyle,
Eskiyip işte haraba varıyor ten kafesi,
Kârbân-ı reh-i iklim-i adem menzilinin
Dokunur oldu, dilâ sem-îme bank-i ceresi.

Gafil olma, gözün aç, dide-i hak-bin olagör!
Hâr görme, has ü hâşak ile mûr-ü mekesi!
şâhîyi bi-dil ü bîmar-ü günehkâre negam,
Sen olursan eğer, ey lûtf-i Hûda, dâd-resi”
Şâhî, mahlasıdır Bâyezid’in. Babasına gönderdiği manzume de şöyledir:
Ey serâser âleme Sultan Süleymanum baba
Tende canum cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine kıyar mısın benüm canum baba
Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanım baba

Enbiya serdefteri yâni ki, Adem hakkıçün
Hem dahi müsi ile îsî-i Meryem hakkı çûn
Kâinatın semeri ol Rûh-i â-zam hakkı çün
Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanum baba
Sanki Mecnunum bana dağlarbaşı oldu durak
Ayrulup bilcümle mâl-ü mülkden düşdüm ırak
Dökerüm gözyaşumu vâ-hasretâ dâd el firak
Bî günâhum Hak bilür devletlü sultanum baba
Kim sana arzeyliye hâlüm eyâ şâh-î Kerim
Anadan kardaşlarumdan ayrulup kaldum yetim
Yok benim bir zerre isyânum sana Hakdur alim
Bî gunahum Hak bilür devletlü sultanum baba
Bir nice ma’sûmum olduğun şehâ bilmezmüsün
Anlarun kanına girmekten hazer kılmazmusun
Yoksa ben kulunla Hak dergahuna varamazmusun
Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba
Hak teâlâ kim cihanun şahı itmişdür seni
Öldürüp ben kulunu güldürme şahum düşmeni
Gözlerim nuru oğullarımdan ayurma beni
Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba
Tutalum iki elüm baştan başa kan da ola
Bu meseldür söylenür kim kul günah itse nola
Bâyezidin suçunu bağışla kıyma bu kula
Bigünâhum Hak bilür devletlü sultanum baba
Kanunî Sultan Süleyman ihtiyar, bağrı yanık baba gözyaşlarıyla okur oğlundan gelen yalvarış dolu şiirini. İyice yufkalaşan yüreği, zaten hiçbir şeye mukavemet edecek halde değildi. Aynı uzunlukta bir cevap şiir yazar der ki:
Ey demâdem mazhar-i tuğyan-u ısyânum oğul
Takmıyan boynuna herkiz tavk-ı fermânum oğul
Ben kıyarmıydum sana ey Bâyezid-Hanum oğul
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul
Enbiyâ vü evliya ervah-ı özem hakkıçün
Nuh-u İbrahim u Musa İbni Meryem hakkıçün
Hatm-i âsâr-i nübüvvet fahr-i âlem hakkıçün
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Adem adın ilmiyen Mecnûna sahralar durak
Kurb-i taatden kaçanlar daima düşer ırak
Tan değüldür dir isen vâ hasretâ dâd el firak
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul
Neşet-i Hakdur übüvvet râm olan olur kerim
“Lâ-tekul-üf!” kavlünü inkar eden kalur yetim
Taate isyana âlimdür Hudâvend-i Kerim
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul
Ruhm-u şefkat zib-i iman olduğun bilmez müsün
Ya dem-i masumu dökmekten hazer kılmazmusun
Abd-i azad ile Hak dergahuna varmaz musun
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul
Hak reâyây-i mutie râi itmişdür beni
İsterüm mağlub idem ağnama zibi düşmeni
Hâşe-lillâh öldürürsem bigünah nagah seni
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul
Tutalum iki elün başdanbaşa kanda ola
Çünki istiğfar idersün biz de afv itsek nola
Bâyezidim suçunu bağışlarum gelsen yola
Bigünâhum dime bari tevbe kıl canum oğul

Ne Bâyezid’in yalvarmaları, ne Süleyman’ın affetmek arzusu bir şey ifâde eder. Şehzade, hasetçilerin kurbanı olur. İyi de, Lala Mustafa olmasaydı n’olurdu. Bâyezid yaşar mıydı? O zamanın şartlarında başka çare bulunamamış, geçelim.
Bâyezid’in İran’da öldürülmesinin mükâfatı olarak Şah’a “Süleyman tarafından iki yüz bin, Selim tarafından da yüz bin altın gönderildi.”
“Hıristiyanlık dünyasının hükümdarları, Süleyman’ın böyle oğlunun kellesini ortaya koymak suretiyle yapmış ol¬uğu alışverişi istedikleri kadar hakaretle görebilirlerdi. Sanki Hıristiyanların vicdanı azaptan hâli miydi? Daha önce de üç devlet Bâb-ı âli ile bir başka âsinin Şehzade Cem’in ölümü için pazarlığa girişmemiş miydi?.. Ve bu cinayetin ücretini almak için Papa Aleksandr Barguya, dâima tercih ettiği bir silahla, yani zehirle şehzadeyi öldürmemiş miydi?”
İşte yukarıdaki de bir Hıristiyan’ın yorumu.

Sene 1562. Kânunî’nin saltanata başladığında doğan çocuklar bile yaşlandı, taht yaşlandı. Tam 42 senedir dünya hâkimiyetim denizde ve karada temine çalışan koca Sultan, tarihçilerin (Sarhoş Selim) dedikleri son oğluyla kalmıştır. Gölgesi cihanı tutan bu ulu çınarın bütün yaprakları dökülmüş, son yaprak kalmış; sarı ve cılız Sarı Selim…
Son seneler olgun meyvanın çürümeye yüz tuttuğu günler gibiydi. Sağlam kalan yanlarının tadıyla damağın memnun edilmesi hoştur amma, araya karışsan çürük kısımların acılığı öbür tadı alıp götürüyor. 14 Mayıs 1560 Cenbe Zaferi acıyla tatlının karışımına geldi.

1 Nisan 1565’te çıkılan Malta Seferi’inde büyük denizci Turgut Reis başına bir taş düşmesi sonucunda şehit oldu. (17 Haziran 1565) Uzun uğraşılardan, iki tarafta çokça can kaybından sonra Malta’dan eli boş dönmek yoluna gidildi. Malta Seferi bir nevi kayıp hanesine yazıldı. Türk tarafının daha kalabalık, daha kuvvetli olmasına karşılık nihâi darbeyi indiremeyişi, düşman tarafındaki cengaverliğe veriliyor. Hammer uzun uzun anlattığı bu bölümde dininin gereği -herhalde- dindaşlarını yüce makamlara çıkartıyor. Kendileri açısından, Türklere kaleyi vermemeleri büyük başarı olarak takdim ediliyor ve bir de hikâye naklediliyor. “Son hücumda Müslümanlar ve Hıristiyanlar öyle zannettiler ki, istihkâmların üzerinde kimsenin tanımadığı bir kadın ve iki erkek görünmüştür; Hıristiyanlar bunlarda Meryemü’l Azrâ ile Aziz Pol’ü ve târikatin (Aziz Yahya Tarikati) hâmisi Jan Batist’i tanımış olmak zannında bulundular. Bu görüş hakkında hâsıl olan umumî i’timat Hıristiyanlar cesaret ve kahramanlık harikaları göstermeye sevk ederek, cesaretleri zaaf göstermeye başlayan Osmanlılar için bir nevi mazeret olmuştur…”
Bizde de bazan olur ya, gaibden desteklenmek, yeşil kıyafetli bilinmedik kişilerin yardımı vs. Hıristiyanlar kendilerim Hz. Merem ile Aziz Pol’ün yardımım aldıklarına inandırmışlar.
Her ne sebeple olursa olsun, Osmanlı ordusu Malta seferinden eli boş, kalbi kırık döndü. Bundan sonra 14 Nisan 1566’da Sakız Adası’nın fethiyle biraz serinlemeye başlandı. Fakat bu büyük zaferlere alışan bir millet için alelade bir şeyden öte değildi.

Kânunî’de Son Sayfa
1 Mayıs Çarşamba: Onüçüncü ve sonuncu Sefer-i Hümâyun: Kanunî Sultan Süleyman’ın “Szigetvar Seferi”ne hareketi.
“İhtiyarlığına, istirahat ihtiyacına, hastalığına ve bilhassa bu vaziyette çıkılacak bir seferin muhakkak bir ölüm tehlikesi demek olmasına ehemmiyet vermeyerek, hükümetin gösterdiği lüzum üzerine ordusunun başına geçmekte tereddüt etmeyen Kânunî’nin bu hareketi Türk tarihinin unutamayacağı büyüklüklerdendir.”
Etraftaki memleketlerin ufak tefek yaramazlıkları, Avusturya’nın doğru durmaması, padişahın sefere çıkmayışından kaynaklanıyordu. Devlet erkânı, hatta padişahın kızı Mihrimah Sultan bile huzursuzdur ve ısrar ederler; sefere çıkmaya razı olur Sultan.
Fevkalâde bir merasimle, zorla bindirildiği atın üzerinde dik durmaya çalışan aksakallı yiğit, son seferine çıkıyordu. Büyük devrin büyük şairi Bakî de bu gidişin gelişi olmayacağı endişesindedir. Yüreğini yırtarak dudaklarına gelen şiirin son mısralarıyla hislerini belli eder.
“Duamız oldur ey Bakî hatâdan saklasın Bari
Hüdâvend-i cihan Sultan-ı âdil şeh- Süleymani”

Şehir dışına kadar at üstünde giden Kanunî, arabayla yoluna devam eder. Her türlü rahatı temin edilmiştir, geçeceği yollar düzenlenmiştir ki, sarsıntı olmaya! 1521’de, yani kırk beş sene önce başlayan ilk seferi Belgrad’daydı. Yirmi altı yaşında kabına sığmayan, kanadı olmadığı için atına kahreden Sultan, daha sonra Rodos, Mohaç, Viyana, Alman, Irakeyn, Korfu, Boğdan, Budin, Estergon, Tebriz ve 1553’te Nahcivan… Onüç senedir ordusunun başında sefere çıkmıyordu.
Sultan Süleyman’ın bedeni gönlünün fermanım dinlemez ise de, o dinletebildiklerine hükmetmeye devam ediyordu. Hâlâ krallar tayin eden Kânunî’ydi ve yirmibeş sene önce verdiği bir sözü yerine getirecekti: “Yol üstünde bir mola verdi. Çadırı, eskiden Hunyad’ın şatosunun bulunduğu tepenin üzerine kuruldu; oradan Sigismond. Şapolya’ya haber yollayıp huzuruna çağırttı. Bu, vaktiyle Kraliçe İzabel’in, yüce Türk’e emânet etmiş olduğu oğlu idi ki, buna Hünkar ileride krallık vaad ediyordu. Tantanalı bir alayla gelip, yine öyle karşılanan Prens, pâdişâhın önünde üç defa diz vurup el öptükten sonra münasebetsiz bir söz sarf etti. Herkes endişeyle Sultan’a baktı. “Kendi evlâtlarına, vezirlerine ölüm cezası vermekten kaçınmayan Hünkâr “verdiğimiz sözü yerine getirmeye buralara gelmişiz ser-i sadakatine Macaristan tacı kralîsini giydirmeden geri gitmezük” deyince, ortalık rahatladı.”
İhtiyar pâdişâh “gavurcuğu” cezalandırmadı ama, iki günlük yolu bir günde gelerek, askeri lüzumsuz yere yıprattığı için Aslan Paşa’nın ölümüne hükmetti. (3 Ağustos)
Sigetvar (Zigetvar) Kalesi’ne 2 Eylül Pazartesi günü üçüncü hücum yapıldı. Kale inat, pâdişâhın beklemeye tahammülü yok. Beddua ediyor kaleye: “Bu kala benüm yüreğüm yakmuşdur: Dilerüm Hakk’dan ateşlere yana!” Süleyman’ın her işareti emirdir. Odunlar yığıldı dağlar gibi, kalenin etrafında cehennemi bir ateş yakıldı, kale “bana mısın” demedi.
5 Eylül Perşembe günü, abdest aldıktan sonra vasiyetini yapan bir yeniçeri zabiti, intihar saldırısıyla bir gedik açmayı hayatı bahasına başardı, kaleye oradan askerler doldu.
6 Eylül’de iç kaleyi almaya çalıştılar; büyük bir yangın çıkardılar. Fakat Kânunî’nin ordusunun karşısında gerçekten kahraman düşman bulunuyordu. Bu, ölümü hiçe sayan kumandan Zirini’dir. Teslim için hiçbir teklifi kabul etmiyor. Aslında Sigetvar da, Zirini de, Süleyman da son anlarını yaşıyorlardı. Hepsinin de çabası son noktanın biraz geç konması içindi. Zirini’yi geçiyoruz. Kaleye son hücumu ve Kânunî’nin sonunu görelim.

“Ölüm meleği artık hükümdarın yanındadır. Verilecek kumandayı beklemekten sinirleri gerilmiş, dehşet saçan bir ateşle canlanmış olan yeniçerilerin o heybetli kitlesi nihayet onları hücuma kaldıran ‘Emr-i Şâhâne’yi aldı; gökleri tutan bir ‘Allah, Allah!’ nârasıyla ileriye atıldılar. Savaş müthiş oldu; …Süleyman artık savaşa bakmıyordu; bütün kuvvetini tüketmişti; varlığını saran bitkinliğe karşı boşuna cidal ederek, çadırına çekildi ve kalenin altında patlayan bir Türk lağımının bütün hisarı bir kor yığını halinde yere çökerttiğini göremedi; gecenin içinden bir ateş sütunu göklere fışkırarak karanlıklara alev saldı ve Otağ-ı Hümâyun’un kapısından içeriye vurdu, titrek parıltısı hükümdarın tâ yanı başına kadar geldi. Efendilerinin başucı bekleyen iki adam bu alev alev yanan kalenin hünkar için bir cenaze meş’ale olduğunu anladılar.”

Türk Devleti’nin sınırlarını zirve ulaştıran bir zirvenin hayata vedâı savaş meydanında -gurbette- oluyordu. Tahtın varisi Selim sayılmazsa her şeyde zirveleri arkasında bırakıp gidiyordu. Zamanında yaşayanlar ve arkasında kalanlarım başlıcaları: “Edebiyatta Fuzûlî ve Baki, İlimde Zembilli-Âli Efendi, İbni Kemal, Ebussuûd, mimaride Koca Sinan, tarihte Selânik-i Mustafa, Âli, Celâlzâde Mustafa, Nişancı Mehmet, coğrafyada Pirî Reis, denizcilikte Barbaros ve Turgud muhteşem devrin adamlarıdır.”
Kânunî’nin eleştirilen taraflarını birini, yine, rahmetli İsmail Hami Danişmend’den özetleyerek alacağız. O da Romanyalı Yorga’dan almış:

“Yavuz Sultan Selim dönme devşirme güruhuna karşı Pîri Paşa’yı veziri âzamlığa getirdiği halde, Kanunî bunu azledip yerine dönme birini getirmekle adeta Türk’e o makamı kapatmıştı. Dönmelerin karakter zaafı olmasının devlete zarar verdiği iddia edilir. Zaaf sebebi olarak da denir ki, bunlar menşe olarak Hıristiyanlıktan çıkmış olmadığı gibi, Rum yahut İslav ırklarından da çıkmış değildir. Çünkü yine aynı İslav ve Rum ırkları vaktiyle hürriyetlerine sahip oldukları zamanlar öyle yaşamıyorlar ve ahlakçıların gözlerine öyle görünmüyorlardı. Ancak bu ırklar mağlûbiyet zilletine düşüp alçaldıktan ve esaret içinde ahlaksızlaştıktan sonra içlerinden Osmanlı İmparatorluğu’na vezir ve paşa olmak isteye kimseler ihtida etmeye başlamışlardı. Tabii bu ihtidalar o mühtedilerin mensub oldukları milletlerin Türk hâkimiyeti altındaki esaretlerinden mütevellit ahlâkî düşkünlüklerini tamamıyla izaleyi kâfi bir deva değildi.”
Bu, Hıristiyan isyanı sayılmalıdır Devletin dönme devşirme paşalardan ne kadar çok istifade ettiğini inkâr mümkün değil. Ekserisinin eski milliyetini de, dinini de unuttuğu görülmektedir. Kötüleri, zararlıları vardı; zararları belirdiği zaman padişahın “alın bunu izale edin” emri de vardı. İşin derinlemesine tahlilini yapanlardan bu devşirme paşalardan istifade edilmesini bir Osmanlı dehâsı sayanlar da yok değil!

Bir de Osmanlı’ya paşa olmak, sadrazam olmak, öyle canım çekti biraz paşa olayım demekle olacak iş midir ki, ırklarının zillete düşenleri gelip Türk devletinin en yüce makamlarını işgal edecekler! Tabiiki dönme-devşirme paşalar, zaman zaman bu milletin asli unsurunu kızdırmışlardır amma Kanunî de, diğerleri de meczub değil idiler, arada bir hatalı seçim yapılmış olsa da her seferinde de hatalı değildiler.

Sonradan İstanbul’a getirilip Süleymaniye Camii’ndeki türbesine defnedilecek olan Kânunî’nin naşı geçici olarak tahtının altına gömüldü. Ölüm haberi her zaman olduğu gibi, yeni sultan gelene kadar gizli tutulacaktır.

Kısa bir süre pâdişâha kabir vazifesi gören yere bilâhare türbe yapıldı. Bu türbenin yeri Sigetvar Kalesi’yle Macarların “Süleyman Köy” dedikleri köyün güneyindedir. Osmanlı devrinde ziyaretgâh olan bu türbe sonraları bakımsızlıktan harab olmuş. 17. asırda da maatteessüf Katolik papazlar tarafından kilise haline getirilmiş. Bu kiliseye hâlâ “Türbek” yahut Türk kilisesi denir. Fakat mezartaşı bile bulunmadığı için, “Türk mezarı nerede” diye soranlara papazlar “İşte Süleyman’ın kalbi buradadır” dedikleri rivayet olunur. (Bir noktayı gösterir papazlar)
Papazlar ne derlerse desinler, biz onun kalbinin nerede olduğunu biliyoruz. Mümin gönüllerden kopan samimi niyazlarla onun için dualar ediliyor, Süleymaniye’de, günde beş vakit. Hem de Mimar Sinanla beraber.

Ölüm döşeğinde ve 71 yaşında savaşa gidecek kadar devlet ve gaza aşkıyla dolu pâdişâhın hayata olan bağlılığını göstermesi için bir gazelinin son mısralarını alıyoruz.
Olsa kumlar sayısınca ömrüne haddü adet
Gelmiye bu şişe i çarh içre bir saat gibi


Kanuni Hakkında Son Söz
Kanunî Sultan Süleyman adalet alanında hiçbir taviz vermemiş ve uygulamaya koyduğu kanunlar kendisine meşhur “Kanunî” adını kazandırmıştır. Süleyman’a bu ünvanı kazandıran pek çok kanun hazırlayıcısı büyük hukuk adamı Ebussuud’dur. Yürürlüğe koyduğu kanunlarla her eyâleti ayrı ayrı yönetmiş, kesinlikle eyaletleri yönettiği kanunlar birbiriyle çelişmemiştir.
Kanuni Dönemi Osmanlı Devleti Haritası.png

Kanuni Dönemi Osmanlı Haritası